Kalp ile Nefis
Fikri sahih ü rayı pesendîde vü sevâb
Nefsi alîm ü kalbi kavi kendü pehlevân
Me’âlî
Fikirce sağlam, görüşte doğru ve isabetli… Düşüncede bilge, kalbi kuvvetli, bedence pehlivan…
FERÎDÜDDİN ATTÂR, “Sakın öfkene kapılma, seni yaralasalar da aldırma. Akıl, ilim ve yumuşak huylulukla kavga etme; kibir, kin ve öfkeyle barışma. İnsan, şeytanın sözünü dinlemez; kendi koynunda yılan beslemez. Ahlâkları bozuk olanları terbiye etmeye çalışma. Akıl atanın koşum takımını öfke ateşi yakar. Hışım ateşini yumuşak huyluluk suyu söndürür. Evin duman dolmasını istemiyorsan ateşin üstüne daha fazla odun atma” (Mantıku’t Tayr, s. 261) buyurmuş. Saydığı özelliklere dikkat edilirse nefisten bahsettiği görülecektir. O nefis ki damarlardaki kana bağlı olarak insana bahşedilmiş soyut bir organımızdır. Kadrini bilenler için nimet, bilmeyenler için felâket oluverir. Onu, göğsümüzdeki kozalağın içinde şulele- nen soyut bir lamba farz edersek hayatımız bu lambanın ışığından anlam kazanır. Lambamızın parıldayarak azalıp çoğalan aydınlığı duygular ve devinimlerden, durmadan harlanan ateşi şehvetten, ince ince tüten dumanı öfkeden, yanıp yok olan yağı da midedeki gıdalardan gelir. Açlık ve sabır onun bekçisi, irfan ve bilgelik ise yardımcısıdır. Bekçisiz veya yardımcısız kaldığında hakikate gözünü kapatıp daima kötülüğe gider, yol şaşırır. Onun içindir ki nefisler bekçisiz veya yardımcısız bırakmaya gelmez. Bekçisiz nefis önce kendine güvenmeye, sonra da kendini beğenmeye başlar. Nefsin kendini beğenmesi bir tür acıkma halidir ve doydukça kendini daha çok beğenir. Kendini beğendikçe doyumsuzlaşan ve doyuruldukça kendini daha çok beğenen bir nefsin canavarlaşması kaçınılmazdır. Böylece kontrolden çıkar ve sırasıyla aklı, ruhu, kalbi ve en sonunda da insaniyeti boğar, öldürür. İnsaniyetin ölümü insanın ölümüdür; beden nefes alıyor olsa bile… Bu yüzden insanın içindeki nefis denen canavarı kontrol altında tutması, azgınlıklarını görüp önlemler alması zaruridir. Nefsini kontrol konusunda kendine güvenenler talihsiz, güvenmeyenler bahtiyardır. Nitekim Yusuf peygamber onca iffetine, onca masumiyetine rağmen “Ben nefsimi temize de çıkarmıyorum; çünkü nefis daima kötülüğü emreder” (Kur’ân-ı Kerim, Yûsuf, 53) diyerek nefsin elinden Allah’a sığınmıştı.
Kişinin nefsini sevmesi ölüm, öldürmesi hayattır. Sûfîlerin “Ölmeden önce ölünüz!” düsturuna sıkı sıkıya bağlanmaları bu yüzdendir. İnsanın hayattayken nefsini öldürmesi, ancak ölü gibi yaşamakla, nefse ait bütün ihtiraslardan, hırslardan, tûl-i emellerden kurtulmakla mümkündür. Bunun için sûfîler nefsi basamaklar halinde derecelendirip her bir basamakta yapılması gerekenleri inceden inceye tasnif etmişlerdir. Şimdi en alt basamaktan başlayarak kalbimizdeki sûfî eğilimleri tarayalım:
Nefs-i emmâre: İnsandaki nefsin en zalim ve pervasız halidir. İnsanı köle gibi kullanan bir zalim kral misali… Hayatın her sahnesine, eğilimlerimize, ideallerimize, geleceğimize hâkim olmuş bir kral. Bilinçaltımızdan bize hükmetmeye, egomuzu besledikçe bize istediğini yaptırmaya, bizi zorlayıp emirlerini (emmâre) dinletmeye ve gitgide kalbimiz üzerinde diktatörlük kurmaya başlamış bir iç ben. Eğer disiplin altına alınmazsa, iç hesaplaşmaya tâbi tutulmazsa felâket… Herkesin arada sırada egosunu muhasebeye çekmeye ihtiyacı var galiba.
Nefs-i Levvâme: Yaptığının iyi olmadığını bilen ama yine de yapmaya devam eden bir adam düşünün. Her eyleminden sonra pişman olan ama yine de o eylemi yapmaktan vazgeçmeyen biri. Tiryakilik veya bağımlılık gibi… Nefsini kınamakla (levvâme) birlikte nefsine hâkim olamıyor. îşte kalbin en titrek ve tedirgin hali… Zalim kral karşısında kendisinin ne derece iradesiz ve zavallı olduğunu fark ettiği halde ona hizmete devam eden ılımlı, iradesiz ve sünepe bir köle gibi. Bu köleye sıkı bir perhiz lâzımdır; alışkanlıklarından ve zevklerinden perhiz. Perhiz olursa nefis bir basamak daha arınacak, değilse kendi basamağının altına düşüp nefs-i emmâre batağına düşecektir.
Nefs-i Mülkime: Bir eşik… İyilikle kötülüğün, kurtuluşla savruluşun eşiği… Kalpte beyazın siyaha hâkim olmaya başladığı nokta. Bu eşikte benliğin (egoizm, enaniyet) muharebe hattında savaş verilip benin hâkimiyetine karşı zafer başarılmış, daha doğrusu benlik kazanılmıştır. Artık kişiliği dengelenerek belli ilhamlar (mülhime) almaya başlayacak ve sonraki mücadelelerinden galip çıkacaktır. Nefsin bu üçüncü basamağı ancak dünyaya ait aşırı emellerden, ihtiraslardan, arzulardan vazgeçerek aşılabilir. Egonun kabarmasını durdurarak özgürlüğünü kazanan kişiye ne mutlu!
Nefs-i mutmainne: Yüksek bilince ulaşmış kişinin durduğu basamak… Buradan sevgiliye yol gider. Mutluluğun hakikati de kalp tarafından ilk burada hissedilir, insanın her halinde ve tavrında sevgiliyi anarak (zikir) varabildiği bu makamda kişi artık her iki mânasıyla huzurdadır, huzura ermiştir. “Gerçekten de kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura erer” (Kur’ân-ı Kerim, Ra’d, 28) ve tatmin olur (mutmainne). Sûfîler bu basamakta bulunmayı ancak dünyaya ait bütün ilgilerin, kaygıların, hatta mutlulukların bile kaydında olmamakla mümkün görürler ve bu hale fakr (dünyalıktan fakir, manevî fakirlik, sevgiliyle zenginlik ve sevgiliden başka her şeye fakirlik) derler. İtminana ermiş bir nefis aşk içinde kendini idrak etmiş hakiki bir âşıktır ve artık bütün görünüşlerin arkasını görür, bütün varlığın ötesindeki varlığı tanır, hadiselerin hikmetini bilir. Amacı sevgili olduğu için artık neye baksâ sevgiliyi görmekte, ne söylese sevgiliyi söylemekte, ne işitse sevgiliyi işitmektedir.
Nefs-i râziyye: Nefsin sevgiliye kavuşmak dolayısıyla her bakımdan mutluluğa erdiği, kendini gerçekleştirdiği ve kendisinden razı olduğu (râziyye), kalp ile bütünleştiği basamaktır. Artık kişi ben demekten vazgeçmiş, “bana göre, bence, benim kanaatime göre” gibi içinde benlik geçen her şeyden kurtulmuş, sevgili huzurunda ben değil “sen” olmuştur. Bu hal onun kalbine bir yücelik olarak yansır ve içindeki her şeyi başkalaştırır, sevgili kalıbına sokar, kendiliğinden diğergamlık başlatır. Kalp artık hakikati vasıtasız algılar, yaratılmışlarda kusur görmez, sevgilinin gözüyle görür, sevgilinin kudretiyle tecelli eder. Sûfîler buna fenâ makamı, “fenâ-fi’llah” diyorlar. Bu mutlak aydınlanmadır ve bu basamaktaki bir nefsi ölüm bile öldüremeyecek, onun yükselişi sonsuzluk içinde sürecektir.
Nefs-i marziyye: Bu basamak yalnızca mutluluğa eren değil, sevgiliye de mutluluk getirenlerin basamağıdır. Sıradan bir âşık için sevgiliden hoşnut olmak önemlidir ama sevgilinin âşıktan hoşnut olması (marziyye) bir gömlek üstündür. Burada kalp aşkın mutlak gerçeğine erer ve ondan lezzet alır. Artık çarmıha gerilmekle kıyama durmak arasında fark hissedilmeyecektir. önceki basamakta sevgiliden başka bir şey için yaşa- mamayı tecrübe eden ve bu mutlulukla kendinden geçen kalp, mutlak hakikatten, mutlak varlıktan, mutlak Sevgili’den başka bir şeye dönüp bakılamayacağını tecrübe eder. Bu basamakta sûffye huşû kaftanı giydirilip yeniden bireyselliğe döndürülür. önceki basamakta Sevgili için feda ettiği benliğinin Sevgili adına iadesidir bu. Böylece kendi varlığında Sevgili’nin varlığını taşımaya başlar. Sevgili ile görür, Sevgili ile işitir, Sevgili ile dostluğun ve iletişimin en derin evresini hisseder.
Nefs-i safiye veya nefs-i kâmile: Bu basamakta kişilik, saf ve mükemmel bir nura bürünmüş, kalp bir elmasa dönmüştür, öyle bir elmas ki sevgiliye ait varidatı hiçbir kayba uğratmadan ışık kırılmaları gibi yansıtır, mutlak güzelliğin her bir zerresindeki lezzeti çevresine gösterir. Böylece kalp kusursuzluk içinde doyuma ulaşır, salt nur kesilir. Et ve kas yığını kozalağın nirvanası, insanın kemâli ve yolun zirvesi burasıdır…
İskender Pala – Kalp,syf.57,62