Din Bilim İlişkileri ve Sorunlar
Son iki asırlık süreç içinde bilim, felsefe ve dinler arasındaki mesafenin giderek açıldığı ve gerginliğin birbirini dışlama noktasına ulaştığı görülmektedir. Bilim adamları evrenin fiziksel özellikleri ve oluşumu üzerinde öylesine ince ve derin araştırmalar yapmaktadırlar ki, her biri kendi uzmanlık alanı sahası içindeki bilgilerin arasında kaybolup gitmektedir. Böylece evrendeki bütünlük, karşılıklı ilişkiler ve ahenk gözden kaçırılmaktadır. Bilim adamlarının bilimin belirli bir sahasının noktasal bir kısmında derinleşmeleri, onları elde ettikleri bilimsel verilerin felsefe ve ilahiyat alanındaki neticeleri üzerinde düşünmekten ve resmin tümünü görmekten alıkoymaktadır.
Diğer taraftan, felsefecilerin ve ilahiyatçıların çoğu bilimin kalın duvarlarını aşamadıkları için bilimsel bilginin üstünlüğünü kabul etmek zorunda kalarak bilimin yol göstericiliğine gönülsüz bir şekilde de olsa razı oldular ve savunma pozisyonunda kaldılar. Bunun neticesinde felsefi ve dini bilgiler, bilimsel bilginin gölgesi altında kaldı. Özellikle pozitivizmin ağırlığını son derece şiddetli biçimde hissettirdiği yirminci yüzyılın başlarında felsefi ve dini bilgi, bilimsel bilgiye bağlı olarak yorumlandığından özgünlüğünü kaybederek bilimin bir türevi haline gelmişti.
İnsanlık tarihine bakıldığında insanların kendilerini, tabiatı, ölümü ve hayatı anlamlı kılacak bir arayış içinde olduğu hemen görülebilir. Bu anlam arayışı mitoloji, din, felsefe, ideoloji, bilim gibi alanlarda kendini göstermiştir. Bilimsel bilginin yeteri kadar gelişmediği dönemlerde varlığın anlamlandırılması daha ziyade metafizik unsurlar üzerinden olmuştur. Ancak son iki yüzyıldan itibaren bilimsel bilgide ve bu bilginin uygulaması olan teknolojideki yüksek başarılar artık tabiatın anlaşılmasında fizik, kimya ve biyoloji gibi temel bilimleri temel alan izahların kuvvet kazanmasını sağladı. Bu durum, bilimsel bilginin yüksek açıklayıcı gücünün var oluşun anlamı sorununu kolayca çözeceği izlenimini oluşturdu. Lâkin bu zafer sarhoşluğu çok fazla sürmedi; varlığın ve insanın zannedilenin çok ötesinde karmaşık olduğu ve anlam arayışının salt fiziğe indirgenemeye- ceği gerçeği fark edilmeye başlandı.
Tarihi gelişim açısından değerlendirme yapıldığında insanlığın varlığı anlamlandırma konusunda metafizik ile fizik arasında gidip geldiğini ve bir dengeye oturamadığını söyleyebiliriz. Gerçekten de olgular dünyasını metafizikle izah etmeye kalkışmanın insanlığın teknik anlamda ilerlemesi bağlamında hiçbir faydası yoktur. Diğer taraftan, anlam arayışı ve niçin sorusunun cevabını fizikten beklemenin de boş bir çaba olduğu görülmelidir. Bir bilgi türünün açıklama gücünü ve imkân sahasını aşan konularda açıklama yapması için zorlamak problemi zorlaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Tabiatın, varlığın ve insanın ne olduğu ile ilgili problem ele alınırken din daha ziyade “niçin” sorusu üzerinde dururken, bilimsel düşünce “nasıl” sorusuna ağırlık verir. Mesela din, güneşten bahsederken güneşin uzaklığı, ısısı, hareket şekli vs. gibi bilimsel bilgi verme niyeti ve çabası içinde değildir. Kutsal metinlerde güneşe yer verilmesinin sebebi böylesine muazzam bir yapının ve hayat kaynağının arkasında yatan güce ve varlığa işaret etmektir. Bilimsel bilgi ise güneşin nasıl oluştuğunu, büyüklüğünü vs. açıklamaya yoğunlaşır. Bir mühendisten ameliyat yapması beklenemeyeceği gibi dinden bilimsel bilgi çıkarma veya bilimsel bilgiden din üretmeye kalkışılmamalıdır.
Çoğu zaman anlaşmazlıkların arkasında yatan sebep bu yanlış kavrayış olmaktadır. Bir bilim adamı gayet tabii olarak din alanında fikir sunabilir fakat bunu bilim adamı kimliği altında yapamaz. Benzer şekilde, inançlı bir kişi bilimsel bir teori hakkında görüşlerini açıklayabilir fakat bunu yaparken dini bir bağlayıcılığa başvuramaz. Bilimsel bilgi kullanılarak yorum yapılmaya başlandığı zaman artık bilimin sahasından çıkıldığının ve felsefe alanına girildiğinin unutulmaması gerekir.
Eğer bilim adamlarının ileri sürdükleri gibi “bilim, sadece nasıl sorusu ile ilgilenmektedir ve niçin sorusu bilimin çalışma alanının dışında kalmaktadır” düşüncesi kabul edilirse din ile bilim arasında herhangi bir çatışma söz konusu olmaz. Bu anlayışa göre, bilimin metafizik alanla ilgili söyleyebilecek bir argümanı yoksa ve dinden hareket ederek bilimsel bilgi üretmeye teşebbüs edilmezse çatışmadan çıkılamayacaktır. Eğer bir tartışma yapılacaksa bu ancak felsefi düzlemde olabilir.
DİN-BİLİM KARŞITLIĞI: Din ile bilim arasında tarih boyunca kimilerine göre sürekli ve uzlaşılması mümkün olmayan bir çatışma ve çelişki mevcut iken, bazılarına göre din ve bilim her zaman harmoni içinde birlikteliklerini muhafaza etmişlerdir. Din ve bilim arasındaki çatışmanın kaçınılmaz olduğunu düşünenlerin üzerinde durduğu temel argüman şudur:
Dini öğretiler bilimsel bir temele sahip değildir. Bilimsel bilgi deney ve gözleme dayanır ve tekrarlanabilir olma özelliği vardır. Dini argümanlar bu özelliklere sahip olmadığından ispatlanabilir mahiyette değildir. Dolayısıyla, dini ve bilimsel bilgi arasında ortak bir alan bulunması söz konusu değildir.
Sözü edilen çatışmanın kökeni bilimsel devrimin başladığı 17. yüzyıla kadar inmektedir. İlk ciddi gerginlik kilisenin skolastik öğretilerinden vazgeçmemek için direnç göstermesi ve karşı çıkanları baskı ile susturmak istemesi ile başlamıştı. Özellikle Galileo ile kardinal Bellarmino arasında cereyan eden olaylar din-bilim uyuşmazlığının en klasik misalini teşkil eder hale gelmişti. Kilisenin baskısından kurtulmak isteyen bilim adamlarının elde ettikleri her yeni gelişme ve buluş artık dine karşı kazanılan bir zafer olarak algılanmaya başlandı. Böylece, din ile bilim arasındaki mesafe gittikçe açılarak seküler anlayışın yeşermesine müsait bir zemin hazırlanmış oldu. Dönemin en revaçta olan mekanik evren anlayışının arka arkaya kazandığı başarılar tanrı, ahiret, melek, vahiy gibi dini kavramların reddine yol açtı. 19. yüzyıla gelindiğinde ise, pozitivist yaklaşım söz konusu zıtlaşmayı kendi açısından doruğa çıkardı. Bilimsel olarak incelenemeyen şeylere itiraz etmek bir yana, bu türden meselelerin söz konusu edilmesi bile anlamsız görülmeye başlanmıştı. Pozitivistlerin nazarında, metafizik önermeler saçma oldukları için üzerinde durmaya bile gerek yoktu.
Böylece, bilimsel düşünce anlayışı, insanlık tarihi ile özdeş olan metafizik dünya görüşünü temelden sarsan iddialarla ortaya çıkmış oldu. Düşünce tarihine bakıldığında, birçok felsefi akımın yüzlerce yıl boyunca birbirleriyle kıyasıya mücadele içinde oldukları görülür. Ancak daha ziyade Rönesans sonrası ağırlığını hissettiren ve bilimsel olduğu iddia edilen bu görüş, ilk bakışta son derece güçlü görünen kozlarıyla tartışmaya dâhil oldu. Bilimsel düşünceyi temsil etme hakkını elinde tutmaya çalışan bilim adamlarının kendilerini maddeci ve pozitivist felsefeye yamamaya çalışması ise kendileri adına büyük bir talihsizlik olmuştur.
Esasen din ve bilim ilişkilerinin ele alınabilmesi için şu sorulara cevap verilmesi gerekir:
- Hangi dinden bahsedilmektedir?
- Bilim kavramından ne anlaşılmaktadır?
- Söz konusu çelişki tarihin hangi dönemlerinde açığa çıkmıştır?
- En azından belli toplumlar için belli tarih aralıklarında böyle bir çatışma yaşanmamış olabilir mi?
- Çatışma gerçekten din ile bilim arasında mı yoksa dini ve bilimi yorumlama pozisyonunda olan din ve bilim adamları arasında mı cereyan etmiştir?
- Çatışmanın esas sebebi din ve bilimin aynı konuda farklı iddialarda bulunması mıdır?
- Yoksa farklı iki bilgi kaynağının yöntem ve ifade açısından birbirinden uzak durması mıdır?
Din ve bilim ilişkileri incelenirken din kavramının bir bütün halinde, yani semavi dinler ve diğer dinler (totemizm, animiz, uzak doğu dinleri ve ilkel dinler) arasında ayırım yapılmaması hem büyük bir haksızlığa yol açmakta hem de problemi daha karmaşık hale getirmektedir.
Bilim, insanlar tarafından yürütülen bir faaliyet alanıdır ve değer yargılarından arındırılmış olduğu iddiası poziti- vistlerin dayatmasından başka bir şey değildir. Bilim, belirli metotların kullanılması sayesinde belirli türden bilgilerin elde edilmesini sağlayan bir yöntemdir, fakat bilimin maksadının anlaşılması ve açıklanması bilimin kendisini aşan bir durum arz eder. Bilim adamı sadece kendi uzmanlık alanında bilgi sahibidir ve kendisi farkında olsun ya da olmasın külli bir hakikatin küçük bir parçasını yakalamış durumdadır. Dolayısıyla, noktasal bir bilgiye dayanarak bilimin anlamı veya amacı hakkında genelleyici neticeler çıkarması bağlayıcı değildir, özneldir. İnsanların tüm hayatları göz önüne alındığında hiç kimsenin sadece “bilim yeterliymiş” gibi bir gerekçeye yaslanarak yaşamadığını rahatlıkla görebiliriz.
Tarihsel süreç içinde din adamlarının veya bazı toplumların yanlış algılarını ve uygulamalarını örnek göstererek din ile bilim arasında bir çelişki olduğu sonucuna ulaşmak son derece geçersiz bir argümandır. Bir düşüncenin doğrudan kendisine yönelik eleştiriler ileri sürmek yerine en zayıf halkaları seçerek kişiler üzerinden dolaylı saldırılar gerçekleştirmek bir safsata türüdür. Kişisel hatalar ancak o kişiyi bağlayan yanlışlıklardır, benzer şekilde tarihin bir dönemindeki belirli bir uygulama dinin kendisine değil, sosyolojik bir takım sebeplere dayanıyor olabilir. Bu yaklaşım başka düşünce sistemlerine ve hatta bilimsel bilgiye uygulanırsa da son derece yanıltıcı sonuçlara ulaşılır. Örneğin, bir bilim adamının bilimsel bir konuda yanılmış olmasından hareketle bilim karşıtlığı yapmaya kalkışmak gibi bir durum ortaya çıkar.
Bilim adamları tabiatı incelerken şu veya bu sebeple yanılarak hatalı bir açıklama şekli geliştirmiş olabilir ve bu yanlışlık bir süre sonra ortaya çıkabilir. Burada ancak bilim adamının kişisel hatasından söz edilebilir. Benzer şekilde, kutsal metinlerin okunmasında ve yorumlanmasında da kişisel, psikolojik, dönemsel ve sosyolojik sebeplere dayalı olarak hatalı değerlendirmeler yapılması mümkündür. Dolayısıyla bu tür durumları fırsat bilerek din eleştirisi yapmak doğru bir yöntem olmadığı gibi iyi niyet taşımadığı da açıktır.
HEDEF VE FAALİYET ALANLARI AÇISINDAN DİN-BİLİM İLİŞKİLERİ: Din ve bilim arasında süregelen zıtlaşmanın arkasında yatan en temel sebep din ile bilimin faaliyet alanlarının ve maksatlarının ayrıştırılamayışıdır. Dinin en köklü amacı varlığı, oluşu, hayatı anlamlı kılmak ve varlık âleminin arkasındaki “birliği” fark ettirmektir. İnsana var olma sebebini, yeryüzünde ne yapması gerektiğini, ölümden sonra ne olacağını, nelerin iyi veya kötü olduğunu ve neden doğru olanı yapması gerektiğini anlatır. Böylece kişinin hayatını anlamlı kılar ve belirli bir hedefe yönelik olarak hayatını düzenleme kolaylığı sağlarak olayların içinde kaybolmasını önler. Ayrıca tanrının insan yapısına uygun olarak koyduğu değerler (din) cömertliğin, adaletin, fedakârlığın kısacası ahlâkın kökeninin kavranmasını sağlar.
Diğer taraftan bilim, doğa olaylarının mekanizmasını sebep-sonuç ilişkisi bağlamında izah etme iddiası taşır ve açıklama yaparken sadece fiziksel faktörlere gönderme yapar. Bilimsel bilgi tanımlayıcı bir içeriğe sahiptir ve aklın ürettiği teorik bir düşünce kalıbının deney ve gözlemle test edilmesi neticesinde başarılı veya geçersiz sayılır.
Din, doğa olaylarının fiziksel açıklamasını yapma gibi bir girişimde bulunmaz ve böyle bir amacı da yoktur. O halde dini kaynaklardan fiziksel faktörlere indirgenmiş bilimsel bir açıklama yapmasını istemek boş ve haksız bir beklentidir. Böyle bir beklentinin ve girişimin din ile bilimi karşı karşıya getireceği açıktır. Benzer şekilde, bilimin varlık dünyasına anlam kazandırma gibi bir hedefi yoktur ve bunu sağlayacak bir yönteme de sahip değildir. Gerçek- ten de, bilimin “hayatın anlamı nedir?” ya da “ölümden sonra ne olacak?” gibi sorulara cevap vermesi beklenemez, çünkü bu sorular bilimsel bilginin imkân sahasının dışında kalmaktadır.
Bilim hiçbir şekilde ahlaki bir öğreti ortaya koyamaz, çünkü bilimin çalışma alanı madde/tabiattır ve doğada “ahlaki değerler” diye bir nesne yoktur. Dolayısıyla ahlaki değerler sorunu bilimsel bilginin araştırma imkânlarının ötesine taşmaktadır. Tam bu noktada, “bilimsel yöntemlere başvurularak hangi davranış formlarının insan ve toplum açısından daha faydalı olacağına dair bazı kurallar üretilebilir” şeklinde bir argüman ileri sürülebilir. Ancak burada karşımıza yine “faydalı olmak, doğru, yanlış” gibi bilimsel bağlamın dışında kalan kavramlar çıkmaktadır. İnsan ile ilgili konularda “doğru” veya “yanlış” gibi belirlemelerde bulunmak maddenin kendisinden üretilebilecek bir şey değildir, çünkü tabiatta bir davranışın ahlaki açıdan “doğru veya yanlış” olduğunu gösteren herhangi bir şey yoktur. Salt maddeden (elektron, kuark, momentum, enerji vs. gibi şeylerden) zorunlu bir ahlaki değerler bütününün çıkarılması söz konusu değildir.
Ayrıca bilimsel bilgi, tasvir edici özelliği sebebiyle tabiatta “olması gerekeni” değil, olmakta olanı anlatır. Bu sebeple bilim, tabiatta meydana gelen olayları genel bir prensibe bağlamaya ve evrensel kanunları bulmaya çalışır fakat değer ifade eden bir terminoloji kullanmaz. Örneğin bilimsel bilgi açısından bakılırsa, “yerçekimi kanunu toplum için faydalıdır” gibi değer yargısı ifade eden bir hükümde bulunamaz. Bu noktadan bakıldığında, bilimsel bilgiye dayanarak “insanlar şu şekilde davranmalıdır” türünden bir değer yargısına varmanın imkânı yoktur.
Bilimsel bilgi bir şekilde belirli bir davranış kodunun insan ya da toplum açısından yanlış olacağına yönelik bazı veriler sunacak olsa bile yine de “söz konusu yanlıştan niçin kaçınılması gerektiğini” izah edemez. Bir başka şekilde ifade edilirse, bilim “ısıtılan metaller genleşir” türünden önermelerde bulunur fakat “yalan söylemek son derece çirkindir ve bu yapılmamalıdır” türünden önermeler ileri sürmez, süremez. Bilim, yalan söylemenin toplumda oluşturduğu olumsuz etkiler ya da yalancılığın sebepleri üzerine istatistiksel bilgiler sağlayabilir. Ancak “kişiye zararı dokunacak olsa bile yine de doğru söylemesi gerektiğine” dair ikna edici bir motivasyon imkânı sağlayamaz. Bilimin dili ve imkânları bu tür bir söylemde bulunmaya müsait değildir. Bu bağlamda en önemli noktalardan biri de, bilimin bilimsel bilginin nasıl kullanılacağına dair zorunlu bir yönlendirme yapma özelliğinin olmamasıdır. Bir başka deyişle, bilim insanlara bilimsel bilginin ahlaka ve İnsanî değerlere uygun bir şekilde kullanılması gerektiği yönünde bir bilgi veremez.
Dolayısıyla bilim üzerinden bir ideoloji geliştirerek varlığa anlam katma çabasının bilimsel bilginin kötüye kullanımına yol açacağı ortadadır. Bilimsel yöntemden hareketle ideoloji ve ahlaki değerler sistemi üretmeyi bilimsel faaliyetin bir uzantısı olarak görmemek gerekir. Tekrar ifade etmek gerekirse, bilimsel bilgi ile bilimsel dünya görüşünü birbirine karıştırmamak gerekir. Benzer şekilde dini metinleri kaynak göstererek bilimsel bilgi üretmeye çalışmak da dine büyük zarar vermektedir. Dinin temel prensipleri ile buradan hareket edilerek ileri sürülen bilimsel çıkarımları birbirine karıştırmamak gerekir. Dinin kutsal ve tartışılmaz yönünü temel alarak bilimsel iddialarda bulunmak din açısından uzun vadede ciddi sorunlara yol açar. Tanrı yağmuru yağdırandır ama “yağmur hangi fiziksel olayların neticesinde yağmaktadır?” sorusuna bilimsel bilgi açıklama getirir. Evreni yaratan tanrıdır fakat evrenin 13,8 milyar sene evvel ortaya çıktığını ve hangi aşamalardan geçerek bugüne ulaşıklığını bilim açıklar.
Ne tanrının ne de kutsal kitapların doğayı bilimsel olarak açıklama gibi bir iddiası yoktur. Peygamberlerin getirdiği mesajın bilimsel içerik taşıdığı düşüncesi son derece yeni ve modem bir iddiadır. Bu yaklaşım, pozitivist dünya görüşü karşısında son iki yüzyılda mağlubiyet yaşayan İslam dünyasının “bizim inancımız da bilimsel bilgiye uygundur” kompleksinin bir neticesidir. Buradan din ile bilim arasında negatif ve izah edilemez bir ilişki olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Dikkat edilmesi gereken mesele şudur: vahyin dili bilimsel değildir, dolayısıyla kutsal kitapları adeta zorlayarak bilimsel bilgi üretmeye çalışmak son derece tehlikeli ve gereksiz bir girişimdir. Tanrının insanlara fizik öğretme gibi bir niyetinin olmadığı açıktır. Vahyin tabiata, evrene ve insana yönelik ifadeleri tanrıyı tanıma, inancı güçlendirme ve tanrının yüceliğini kavrama bağlamında bir anlam taşır. Bu açıdan bakıldığında vahyin insanları varlık âlemini araştırmaya, yani bilimsel bilgiye yönlendirdiği açıktır. Fakat vahyin kendisi bilimsel açıklama yapma amacı taşımaz.
Vahyin bilimsel bilgi aktarma gibi bir niyeti söz konusu olsaydı ortaya şöyle bir sorun çıkardı: vahyin açıkladığı bilimsel bilgi ya o zamanın şartlarına uygun olması ya da son derece ileri seviyede olması gerekir. Eğer o zamanın şartlarına uygun ise bu bilgi günümüz için son derece basit ve işlevsiz kalacaktır, böyle bir şey ise tanrı açısından kabul edilebilir bir durum olamaz. Eğer çok ileri ve nihai doğruluk derecesinde bazı bilimsel bilgiler söz konusu ise o zamanın insanları açısından bu bilgilerin anlaşılır olması beklenemez ve o dönemde bu bilgiler herhangi bir işe yaramazdı. Çünkü vahiy muhataba göre bilgilendirme yapar ve onun seviyesini esas alır. Bunun aksini düşünmek zorlama olacaktır ve o dönemin insanlarını muhatap almayan bir dilin kullanıldığını ileri sürmek anlamı taşıyacaktır. Vahyin dili incelendiğinde ise durumun böyle olmadığı, yani kullanılan hitap şeklinin işlenen konuların o günün insanlarını doğrudan ilgilendirdiği görülmektedir.
Bu bilgilerden hareketle “din ve bilim karşılaşması” söz konusu olduğunda en doğru yaklaşımın şu şekilde olması gerektiğini söyleyebiliriz: doğrudan vahyin metninden hareket ederek bilimsel bilgi üretmeye çalışmak “yanlışlanma riski” sebebiyle tehlikelidir. Vahyi güncel bilgilerle bağlamak yerine dinin en temel argümanlarını esas alarak felsefi bir yaklaşımla ve daha genel bir dil kullanılarak yorum yapılması gerekir. Böylece yorumlar doğrudan dini değil, o yorumu yapan “görüş sahiplerini” bağlamış olacaktır. Burada esas alınacak en temel iki argüman söz konusudur:
1.Evreni ve insan dâhil içindeki her şeyi tanrı yaratmıştır.
2.Tanrının insana verdiği akıl ile vahiy arasında bir çelişki olamaz.
DİN VE RASYONELLİK İLİŞKİSİ: Doğa olayları incelendiğinde matematik ve fizik kanunlarına uygun bir işleyişin söz konusu olduğunu görüyoruz. Eğer belirli kurallar ve düzen olmasaydı o zaman zaten bilimsel bilgiden söz etmek mümkün olmayacaktı. Peki, doğada neden matematiğe ve fiziğe uygunluk var? Neden aklın işleyiş tarzı ile tabiat kuralları anlaşılır ve makul hale getirilebiliyor? Demek ki, varlık âleminde bir rasyonellik ve akla uygunluk söz konusudur. Fakat rasyonellik doğanın kendinden kaynaklanan bir özellik değildir, dolayısıyla söz konusu rasyonelliği doğrudan tabiata ve maddeye vermek son derece yanlış bir yaklaşımdır ve derin düşünememekten kaynaklanan bir hatadır.
Rasyonellik maddenin özünden kaynaklanan bir özellik olmadığına göre, evrenin arkasında söz konusu akla uygun- luğu sağlayacak bir etkenin olması gerekir. Diğer taraftan evrenin rasyonel olması yeterli bir şey değildir, insanda bunu algılayacak bir aklın bulunması gerekir, insan aklı ile tabiat kuralları arasında anahtar-kilit ilişkisine benzer bir bağlantının var olması tesadüf ile açıklanamaz. O halde insan-tabiat bütünlüğünün arkasında bu tutarlılığı sağlayan bir tanrının bulunması akla en uygun açıklamadır.
Burada “aslında evrende rasyonellik diye bir şey yoktur, bu ilişkileri biz insan olarak kendimiz dayatıyor ve böyle yorumluyoruz!” sorusu gündeme getirilebilir. Bu soruna şu şekilde yaklaşabiliriz: Maddenin en temel özelliklerini ve bunlar arasındaki son derece karmaşık ilişkiler ağını insanlar keyfi olarak üretmiyor, uydurmuyor ve herhangi bir dayatmada bulunmuyor. Eğer burada bir keyfilik olsaydı üretilen bilgiler arasında mutlaka bir çelişki ortaya çıkardı ve tutarlı bir açıklama yapma imkânı olmazdı. Hiçbir tutarlılık içermeyen saçma ve anlamsız bir yapı rasyonel olarak izah edilemez. Hâlbuki bilimsel bilgi akla uygun bir açıklama sunmaktadır, demek ki dış dünyada bir rasyonellik vardır. Dış dünyada gerçekte var olmayan bir düzenliliği zihnimiz uyduramaz. Böyle bir uydurma olsaydı mantıksal tutarlılık sağlanamazdı.
İnsanlar akıllı varlıklar olmasaydı, doğadaki karmaşık ilişkiler bütününü kavrama kapasitelerinin yetersizliği sebebiyle evrende bir rasyonelliğin olmadığını ileri sürebilirlerdi. Fakat bu yetersizlik yine de dış dünyanın rasyonel olmadığı manasına gelmezdi. Örneğin, böcekler aklen yetersiz oldukları için evrende rasyonelliğin olmadığını iddia edebilirler, fakat yanıldıkları ortadadır.
Tekrar belirtmek gerekirse, bilimsel bilgi insanların çaba göstermesiyle ulaşılabilecek bir bilgi türüdür. Dolayısıyla, kutsal kitapların ya da peygamberlerin bilimsel teorilere açık göndermeler yapmasına gerek yoktur. Vahyin esas maksadı insanlara var oluş sebeplerini, Allah’ın varlığını, ölümden sonra ebedi bir hayatın olduğunu, bu dünyada kimleri örnek almamız gerektiğini açıklamak ve kısaca söylersek bir “hayat görüşü’ sağlamaktır.
Bu yüzden kutsal kitaplar bir fizik kitabı olarak değil, insanları doğru yola götüren ve ebedi saadete yönlendiren bir kılavuz olarak anlaşılmalıdır. Yine bu sebepledir ki, ayetlerde bilimsel gerçeklere sadece üstü kapalı biçimde değinilmiştir. Daha ziyade, tabiatta bir düzenin var olduğuna ve her şeyin üzerinde Allah’ın mührünün (hikmet ve kudretinin) görülmesi gerektiği üzerinde durulmuştur.
Diğer taraftan, kutsal kitaplarda modern fizik ve kimya teorilerine açıkça yer verilseydi bu, insanları faydadan çok zarara götürebilirdi. İnsanlar bu tür ayetleri akıllarına sığdıramayacakları için haklı sebeplerle inkâr yoluna girebilirlerdi. Mekanik kanunlarıyla, atom teorileri ile veya trigonometrik bağıntılarla dolu bir kitaptan insanların çok az bir kısmı faydalanabilirdi.
DİN-BİLİM GERİLİMİNİN SEBEPLERİ: Din adamlarının, aslında kutsal kaynaklara dayanmayan verilere dayanarak kendi algılama biçimlerini bilim adamlarına dinsel ve kesin içerikli bilgiler olarak sunması bilim-din gerginliğinin sebeplerinden biridir. Bilim ve düşünce insanlarının içinde bulundukları zamanın, mekânın, kültürel ortamın ve bilgi birikiminin dışına çıkması oldukça zordur. İnsanlığın bugün sahip olduğu bilgilerden ve içinde yaşadığımız dünyanın imkânlarından hareket ederek asırlar öncesinde ileri sürülmüş fikirleri yargılamak düşünce tarihi açısından haksızlık yapmak anlamına gelecektir.
Bu sorun din-bilim bağlamında ele alındığında ve doğru değerlendirme yapılamadığında ciddi problemler ortaya çıkmaktadır. Yaşadığı çağın bilgi birikime dayanarak din adına yapılan yorumların günümüz bilgilerine kıyasla yan- lış veya tutarsız olması gayet normaldir. Aynı yanlışlıklar bilim tarihinde de çok sayıda mevcuttur. Dolayısıyla nasıl ki bilim adamlarının tarih boyunca ileri sürdükleri bazı teorilerin yanlışlığından hareketle bilimsel düşünceyi terk etmek gibi bir sonuca varılmıyorsa aynı şekilde din alanında benzer sebeplerle yapılan hatalar bahane edilerek dinin gereksizliği gibi bir sonuca ulaşılamaz.
DİN VE BİLİM BİRLİKTELİĞİ: Modern öncesi dönemde, tabiata ait bilgiler ile vahyin getirdiği bilgiler herhangi bir problem teşkil etmeksizin bir arada yaşatılabiliyordu. Ancak modem zamanlarda pozitivizm ve materyalizm akımları bu iki alanı birbirinden ayırarak karşı karşıya getirdi. Artık bu dönemin insanları sadece maddi bilgilerle beslenecekti ve bu tek yönlü beslenme zihinsel algılama noktasında bazı bozukluklara yol açacaktı. Neticede tabiat ve vahiy bilgisinin ayrıştırılması modem zamanların bir problemidir ve modem insanın sağ elinin sol eli ile yaptığı mücadelenin sonucunda kazanan kim olursa olsun kaybeden insanın kendisi olacaktır.
Sağlıklı bir görme olayının gerçekleşebilmesi iki gözün birlikte var olmasına bağlıdır. İki tane gözün var olması ortada bir “ikiliğin” olduğunu göstermez. Bir göz diğerine muhalefet etmez; birinin siyah olarak gördüğünü diğeri beyaz algılamaz. Görülen şeyin bir tane, gören gözlerin iki tane olması herhangi bir çelişki doğurmaz, tam aksine bir bütünlük sağlar. Esas problem gözlerden birinin bir tarafa, diğerinin başka tarafa bakması neticesinde ortaya çıkar. İşte aynen bunun gibi din-bilim, din-dünya türünden ayrımlara gitmek gözlerin farklı taraflara bakmasına, yani şaşı veya çift görmeye sebep olur. Hâlbuki bunlar, aynı hakikatin farklı açılar altında görülmesinden başka bir şey değildir. Din kelimesi ile özel olarak İslamiyet kastedildiğinde, bi- lim-din çatışması ve din işleri-dünya işleri ikiliği gibi insan zihnini ortadan bölen ayrımlardan söz etmek anlamsızdır.
Birbiri ile çelişen farklı iki gerçek olamaz, gerçek bir tanedir, fakat hakikatin, bakış açılarına göre farklı görünümlerinden söz edilebilir. Aynı gerçeğin bakış açısına, kullanılan yönteme veya ifade ediliş biçimine göre farklı şekiller alması mümkündür. Örneğin, silindir şeklindeki bir cisme karşıdan bakan birisi onu dikdörtgene, yukarıdan bakan bir başka kişi ise daireye benzetebilir. Buradan, bir hakikatin gerçek manasıyla ortaya konulabilmesi için problemi çeşitli yönleriyle ele alabilecek son derece kapsamlı bir bilgi kapasitesinin gerekli olduğu anlaşılmaktadır.
Günümüz insanı kendisine sunulan bilgileri sorgulama sürecine tabi tutmadan kabul ettiği için çarpıklıkları fark etmeksizin hayatını devam ettirebilmektedir. Mesela, dini kaynaklardan ilk insanın Âdem olduğunu, biyoloji kitabından ise insanın evrimin bir ürünü olduğunu öğrenir ve çok az kişi bu çelişkiyi çarpıcı bulur. Çünkü zihnini dini gerçekler ve bilimsel gerçekler olarak birbirinden bağımsız iki alana bölmüştür. Hâlbuki insanın ortaya çıkışı ile ilgili bu iki yaklaşım birbirini öylesine dışlayıcıdır ki, birinin kesinlikle yanlış olduğu açıktır. Kafası karışık modern insan bu çelişkiyi yaşamamanın çaresini hayatı “din ve dünya” olarak ikiye bölmekte bulmuştur. Söz konusu zihinsel bölünme ve çelişkiler ise kişinin dinden uzaklaşmasına yol açmaktadır.
Maddeci zihniyet, bilimi kendi doğal sınırlan içinde tutmaya ve ölçüyü korumaya niyetli değildir. Böyle bir yaklaşımla sürdürülen bilimsel zihniyet, fiziksel gerçeklikle sınırlı özel alanın dışına çıkarak bütün gerçekliği açıklama iddiası ile ortaya atıldığı için din ile bilim adamı arasında bir çatışma başlamıştır. Çünkü bu hali ile verilmek istenen bilimsel “dünya görüşü” kendine mahsus kuralları olan bir din halini almaktadır, önemli olan bu çatışmaya yani, sınırların aşılmasına yol açacak sapmalara izin vermemektir. Bi- lim alanında gösterilen başarıların sebebi dinin dışlanması olmadığı gibi geri kalmışlığın ve ilkelliğin nedeni de dine bağlılık değildir.
Darwin’ci görüşe dayanılarak yapılan insan tarihinin okunması işlemi din ile bilim arasındaki anlaşmazlıkların sebeplerinden belki de en önemlisini teşkil etmektedir. Tek hücreden başladığı varsayılarak kurgulanan canlılar tarihi, doğal olarak ilkel insan ve ilkel dinler kategorisini dayatmaktadır. Böylece insanların gelişmesiyle dinlerin çok tanrılı düzenden tek tanrılı sisteme doğru geliştiği sonucuna varılmıştır. Hâlbuki semavi dinler açısından durum zannedilenin tam tersinedir, yani ilk insan tam manasıyla mükemmel olarak yaratılmış bir peygamber statüsündedir. Dolayısıyla başlangıç, tek tanrı esasına göre bina edilmiş olup zaman içindeki bozulma ve sapmalarla çok tanrılı dinler ortaya çıkmıştır.
TEMEL FARKLAR VE DOĞAL AYRIŞMA ALANLARI: Evreni, maddeyi, var oluşu ve varlığın kökenini açıklama ve anlama bağlamında bilim ile din arasında ortak bir ilgi alanın olduğu açıktır. Kutsal kitaplar ve peygamberler maddenin fiziksel ve kimyasal yapısı veya atomun özellikleri gibi meselelere bilimsel açıdan girmez, bunun yerine varlık âleminin bir tasarıma dayandığı ve yaratıcının her şeyi bir takım hikmetlere dayanarak var ettiği gerçeğinin altını çizmeye çalışırlar. Din, insanlara ibadet, itikat ve ahlak gibi alanlarda bazı sorumluluklar yüklerken bilimsel önermeler belli bir takım ibadet veya ahlâk formları içermez; dolayısıyla bu anlamıyla bilim ahlakından bahsetmek mümkün değildir, örneğin, atom bombası sebebiyle binlerce masum insanın öldürülmesinin ahlaken, vicdanen ve insanlık açısından yanlış olduğu kolayca söylenebilir fakat atom-altı zincirleme reaksiyonların veya nükleer fiziğe ait bağıntıların ahlak dışı davranışlarından söz edilemez.
Bilim ve dini zaman zaman karşı karşıya getiren en mühim faktörlerden biri, önermeleri ifade ederken kullandıkları dildir. Bilim olgusal olayları açıklamada gözlem, deney ve bunlara bağlı mantıksal çıkarımları kullanır. Hâlbuki dinin temel dayanakları deney ve gözlem değildir. Tabii ki buradan dinin deney ve gözleme dayanan önermelerin daima aleyhinde olduğu ve bu metotlara hiçbir şekilde itibar etmediği sonucu çıkarılamaz. Dini önermelerde doğa, madde, enerji vs. gibi pozitif bilimlerin sahasına giren konulara ancak tanrının kudretine işaret anlamında dolaylı bir değinmeden bahsedilebilir olmakla beraber bunlara ait herhangi bir formül veya bağıntıya yer verilmesi söz konusu değildir.
Dinler daha ziyade hayatın maksadı, varlığın özü, ölüm sonrası, ahlâk vs. gibi olgusal fenomenlere indirgenemeye- cek ve bilimin araştırma sahasının dışında kalan meselelere ait bilgileri ön plana çıkarmıştır. Çünkü bilimin araştırma alanına giren hususlar insan çabası ile açıklığa kavuşturulabilir problemlerdir. Ancak ölüm sonrası hayat, peygamberlik, ahlak kuralları ve hayatın gayesi gibi meseleler akıl veya deney/gözlem yoluyla açıklığa kavuşturulabilecek konular değildir. Nitekim vahye dayanmayan felsefi veya maddeci düşünce akımlarının hayatın anlamı, sosyal değerler, varlığın ve insanın özü gibi meselelerdeki tartışmalarının sonu gelmemektedir.
1.Evren kendi kendine ve tesadüfler neticesinde oluşmuştur. Bir yaratıcı eliyle yoktan var edilmemiştir. Varlık âlemini üstün bir güce bağlayarak yapılan açıklamalar bilimsel değildir ve geçerli sayılmazlar.
2.Evren bir yaratıcı tarafından var edilmiş olsa bile, bu yaratıcı evrende olup biten hadiselerin hiçbirisine müdahale etmeyen kenara çekilmiş” bir tanrıdır. Evren, en iyi ihtimalle bir saat gibi kurulup bırakılmıştır.
3.Tüm fiziksel olaylar maddesel bağlantılarla ve sebep-sonuç ilişkisi içinde açıklanmalıdır. İlahi kaynaklara yapılan göndermeler geçersiz ve anlamsızdır.
Tanrı inancı bağlamında bilim anlayışını ve fiziksel evrene bakışı ise kısaca şu prensipler etrafında toplayabiliriz:
1.Evren ve içinde bulunan her şey yoktan var edilmiştir.
2.Doğada görülen ve tabiat olayları ismi verilen sistematik düzenlilik Tanrı’nın kanunlarından başka bir şey değildir. Maddenin kendisinden kaynaklanan bir zorunluluk hali söz konusu değildir.
3.İnsanlara Tanrı tarafından bu düzenliliği kavrayabilecek bir donanım ve üstün özellikler verilmiştir. Bilimin, pratik faydalarının ötesindeki esas amacı Tanrı’nın kudretinin ve nasıl hikmetli işler yaptığının araştırılması ve anlaşılmasıdır.
Bilimsel faaliyet sahasına, ancak olgusal içeriğe sahip, tekrarlanabilmesi mümkün olabilen deney ve gözlem imkânı bulunan problemlerin dâhil edilebileceği daha evvel belirtilmişti. Bilimsel olarak tetkik edilebilme şartlarına sahip olan bir önerme, ayrıca doğrulanabilirlik ve yanlışlana- bilirlik gibi başka ölçütlere uygun olup olmaması bakımından da ele alınabilir. Bu durumda, bilimsel açıdan inceleme alanına girmeyen bazı önerme şekilleri ile karşılaşıldığında bilim adamının takımlabileceği tavır “nötr” olmaktan öteye gidemez. Çünkü kendi ölçüleri içinde herhangi bir fikrin ileri sürülmesini sağlayacak hiçbir bilginin bulunmadığı bir vaziyet karşısında bilimsel olarak ancak sessiz kalınabilir. Pratikte metafizik olarak tabir edilen bir takım meseleler karşısında bilim dünyasından genellikle olumsuz ve sert tepkilerin alınması, bilimin kendi tabiatından değil, bilim adamının inançlarını veya inançsızlıklarını devreye sokmasından kaynaklanmaktadır.
Bilimsel bilgi, mümkün olan bilgi türlerinden sadece bir tanesidir, hâlbuki doğru malumatın elde edilebileceği başka bilgi kaynaklarının mevcut olamayacağını kimse iddia edemez. Bir başka deyişle, insan bilgisinin tamamı bilimsel bilgiden ibaret değildir. Bilimsel bilgi dışında tarih, edebiyat, sanat ve tecrübeye dayalı pek çok bilgi türü de mevcuttur. Hiç kimse edebi bir yapıtı, bir şiiri ve duygulara son derece etki yapan bir sanat eserini bilimsel kriterlere göre eleştire- mez, çünkü alanlar farklıdır.
Söz konusu eserler bilimsel bilginin ilgi alanının dışında kaldığı için önemsiz ve değersiz sayılamaz. Herhangi bir bilginin muhakkak bilimsel bilgi ölçülerine uygun olmak gibi bir mecburiyeti yoktur. Böyle bir durumda söylenebilecek tek şey, bu bilginin “doğru, yanlış veya saçma” olduğu değil, sadece “bilimsel” olmadığıdır. Mesela, ölüm sonrası hayat, melekler, İlahi adalet vs. gibi mevzular modern bilimin ölçüleri itibarı ile deney ve gözleme tabi tutulamayacakları gibi herhangi bir şekilde bilimsel anlamda doğrulanma veya yanlışlanabilme imkânları da mevcut değildir. Durumun böyle olması, yani söz konusu edilen kavramların deney ve gözlem gibi tecrübelere tabi olmaması da zaten dinin tabiatına tam bir uygunluk göstermektedir.
Bilimsel düşünme tarzı ile “bilimcilik” yapmanın farklı şeyler olduğunu görmek gerekiyor. Pozitivistler, bilime mutlak hakikat nazarı ile bakarak “bilimcilik” (scientism) olarak nitelendirilen bir ideoloji/dünya görüşü ürettiler. Bilimsel düşünme, tabiatta cereyan etmekte olan hadiseleri belirli bir metoda dayanarak inceleme, araştırma, kavrama ve belirli sebepleri göz önüne alarak açıklama ve yorumlama şekillerinden sadece bir tanesidir. Aynı olayların ve aynı verilerin çok farklı şekillerde izah edilebileceği muhakkaktır.”Bilimcilik” taraftarları ise bu farklı yaklaşımların hiçbirisini dikkate almayıp hadiselerin ancak bilimin bize gösterdiği kadarı ile ele alınabileceği ve bunun ötesinde ileri sürülebilecek hiçbir şeyin anlamlı olmadığı iddiasındadır.
Farklı yorumların bilinen bilimsel kalıplara uygun olmadığını söylemekle başka türlü açıklamaların da olabileceğini kabul etmek ayrı şeylerdir. Ancak “bilimcilik” yapanlar, tabiat olaylan ve maddenin özünde gerçekte neler olup bittiğini ve hakikatin ne olduğunu kavrama probleminin çok yönlü olduğunu, belirli bir yöntemle meselenin sadece bir kısmının anlaşılabileceği, değişik parçaların birleştirilmesi ile esas resmin ortaya çıkabileceğini kabul etmeye yanaşmazlar. “Bilimci”, elinde tuttuğu küçük bir parça boyalı kâğıda dayanarak çok büyük bir tablonun tamamını ümitsizce (ve doğal olarak yanlış bir şekilde) anlatma çabası içindedir.
“Bilimci” için hakikati gösterecek ve insanlığın bütün ihtiyaçlarını karşılayarak problemlerini çözecek yegâne yol gösterici bilimdir ve başka da hiçbir şeye gerek yoktur. Bilimcinin bu iddiası, aslında metafizik bir mahiyet taşır ve bilimi kendine mahsus kuralları olan yeni bir din haline getirir. Gerçekten pozitivizmin, ortaya çıkışından çok kısa bir süre sonra nasıl bir insanlık dini haline getirildiğini sadece hatırlatmakla yetiniyoruz.
Bilim adamının tabiatta veya gözümüzün önünde cereyan eden hadiselerin “nasıl” olduğuna dair açıklamaları, kendi itikatsızlığından kaynaklanan yorumlarını katmadığı takdirde sıkıntı çıkaracak türden görünmemektedir. Esas problem bilimin “nasıl” sorusuna bir şekilde cevap verdikten sonra durup “hepsi bu kadar” dediği yerde, din “niçin” diye sormaya ve kendi cevabını vermeye devam etmesindedir. İşte buna, bilimin değilse bile en azından bazı bilim adamlarının tahammülü yoktur.
Bilim adamı kendi metotlarının imkânları dâhilinde gerekli izahları yapıp bunun ötesinde kalan meseleler hususunda metot ve veri yetersizliği sebebi ile bilim namına sessiz kalmak verine elindeki anahtara uymayan bütün kapıları yumruklamaya çalışmaktadır. Eldeki anahtarın bazı kapılan açma ihtimali olduğu doğrudur ama bütün kilitlere uyacağını beklemek batıl bir inançtır,
Bilim adamının, dinin bazı önermelerine, bilimsel kalıpları aşıyor olması sebebi ile “yoktur!” veya “olamaz!” tarzında verdiği hükümler aslında bilimsel değildir. Çünkü dinin söz konusu iddiaları bilimsel metotlarla incelenebilecek ve dolayısı ile şu ya da bu yönde hüküm verilebilecek cinsten değildin Bu noktada bilim adına söylenebilecek hiçbir şey yoktur. Bilim adamının bu hususta söyleyeceği olumlu ya da olumsuz her şey onun bilimsel kimliğinden bağımsız olup vicdani kanaatidir. Eğer bilimin bizzat kendisi hep belirli bir şekilde konuşmayı emrediyor olsaydı bütün bilim adamları dinin bu tür önermeleri karşısında ittifak halinde olurlardı.
Bilimsel düşüncenin, bilimsel araştırma tekniklerinin haricinde kalan meseleler hakkında bağlayıcı herhangi bir fikir ileri süremeyeceği yukarıda belirtilmişti. Buradan, bilim adamlarının ve felsefecilerin söyledikleri şeylerin tamamen bilimsel bir yapıda olduğu neticesi çıkarılamaz. Bilim tarihine baktığımızda, “bilim adına konuşan birçok bilim adamının ve felsefecinin bugün için komik görünen fikirler ileri sürdüklerini rahatlıkla görebiliriz. Fizikle ilgili tüm buluşların yapıldığım ve önemli teorilerin ortaya konduğunu iddia eden ünlü bilim adamı Lord Kelvin 150 sene evvel, “havadan daha ağır cisimlerin uçamayacağını” savunuyordu. Benzer şekilde önde gelen pozitivistlerden Emest Mach 20. yüzyılın en mühim araştırma alanını teşkil eden atomların varlığını reddediyordu. Genel olarak ifade edersek, eldeki sınırlı bilgilere dayanarak bilim adına bağlayıcı görüşler ileri sürmek kısa bir süre sonra bu ıtır fikirlerin “kendilerini bilim çöplüğünde” bulması ile neticelenmekledir. Gerçekten de, diyelim ki iki asır önce bir kişinin elektromanyetik dalgaların varlığından bahsetmesi bilimsel kalıpları aşan bir durum gibi görülecekti.
Dini açıdan önemli olan husus, maddenin, kâinatın, varlığın tesadüfi olmadığı ve bilimin de katkıda bulunarak ortaya çıkardığı intizamın arkasında aşkın bir gücün var olduğunun anlaşılmasıdır. Ne var ki, bilim adamı muhteşem intizamın gözler önüne serilmesi hususunda üzerine düşeni fazlası ile yaparken esas failin ne olduğu noktasında farklı düşünmekte, kendi alanında aşkın bir varlığa yer vermeyi bilim dışı saymaktadır. Bilim adamı hiçbir ilmi gerçeği mesnet tutarak bilimin faaliyet alanına girmeyen meselelerde hüküm veremeyeceği gibi, hakkında herhangi bir kesin delil bulunmayan bir konuda dine dayanarak taraf veya muhalif olma yoluna gitmemelidir. Bilim adamı “meleklerin varlığı” ile ilgili bir problem karşısında bilimsel ölçülere dayanarak olumlu ya da olumsuz bir fikir beyan edemez. Çünkü bu mesele bilimin inceleme metotları ile ispatlanabilecek türden bir konu değildir. Mesela, bilim adamlarının insanı ölümsüz kılacak bir teknik geliştirdikleri iddiasında bulunduklarını varsayalım:
Bu iddiaya karşı koyma bakımından iki türlü yöntem düşünülebilir. Birincisi, söz konusu iddiaya mukabil tıbbî, biyolojik, teknik vs. sebepler ileri sürülerek cevap verilmesidir. İkincisi, dini metinlere istinat ederek mesela, “bütün canlılar ölümü tadacaktır” ayetini esas alarak böyle bir şeyin mümkün olamayacağını ortaya koymaktır. Birinci itirazın, bilim adamı ile aynı düzlemde tartışıldığı ve ortak metotlara dayanıldığı için belirli araştırmalar neticesinde konunun şu veya bu şekilde sonuçlandırılması mümkündür. Ancak ikinci itirazda dayandığı kaynak, muhteva ve bilgiyi elde etme yöntemleri açısından çok farklı olduğundan artık tarafların başka lisanlarla konuşmalarından kaynaklanan bir diyalog bozukluğu başlayacaktır. Elbetteki ikinci itiraz beslendiği menba açısından kuvvetli ve bu sebeple de çok haklıdır, fakat ileri sürülen görüşün bilimsel kabul edilebilirliğinin olması için mutlaka “bilimsel lisan” ile konuşulması gerekecektir.
BİLİM VE BİLİMCİLİK AYIRIMI: Bilimden ziyade bilimcilik yapanların aslında başarmak istedikleri şey, dinin maddi ve sosyal hayattan silinerek bu alanlarda dinin yapabileceği her şeyin bilim tarafından yerine getirebileceği ve dolayısıyla metafizik yüklü dini değerlerin bilimle yer değiştirmesini sağlamaktır. Daha evvel de belirtildiği gibi, insanın maddi, ruhi, ahlaki ve sosyal ihtiyaçlarının tamamını karşılamak iddiası ile ortaya çıkarılan “bilimsel kavrayış formunun” bizzat kendisi bu hali ile kendine göre kuralları olan yeni bir din durumuna getirilmiş (scienticizm) olunmaktadır. Semavi dinlerle onlara alternatif olarak ileri sürülen bu yeni “bilim dininin” bazı noktalardan karşılaştırmasını yapabiliriz:
- Bütün ilahi dinler evrene ve içinde bulunan canlı veya cansız varlıklara bir anlam yüklemekte, özellikle insanın yeryüzündeki varlığına ve hayata ilişkin özel bir mana atfedilmektedir. Bilim de benzer şekilde evrenin yapısı, var oluşu ve insanın bu sistemdeki konumu ile ilgili kendine mahsus değerler ve tanımlar ileri sürer.
- Semavi dinler diğer bilgi türlerini dışlamamakla beraber en sağlam ve yanılmaz bilgi kaynağı olarak vahyi gösterirken bilim, sadece deney, gözlem vs. gibi belirli şartlan sağlayan bilgileri kabul eder ve diğer bilgi kaynaklarını hiçbir surette göz önüne almaz.
- Din ve bilimin her ikisi de insanlığın ilerlemesi, kişisel ve sosyal refahın (ferahın) artırılması için çözümler teklif eder.
Din, kişilere ve topluma bir takım ahlaki vazifeler yükler; doğru-yanlış, hak-batıl gibi ayırımlar yapar. Buna karşılık bilimci, metafizik değerlerden arındırılmış tamamen maddeye dayalı bir “bilimsel dünya görüşü” sunar.
- Din ve bilim fertlerin psikolojik, toplumların sosyolojik açıdan karşılaştıkları problemlerin ve buhranların giderilmesi hususunda kendilerine özgü çözümler teklif ederler.
Bu anlamıyla bilim, dinler gibi hayatın bütün kısımlarını kapsayan bir dünya görüşü olarak insanlığın önünde durmaktadır. Bilim adamı maddenin, eşyanın, canlı organizmaların oluşumu ve evrenin yapısı vs. gibi kompleks olaylan ve bu olayların mekanizmasını açıklamaya çalışırken maddenin kendisinden başka hiçbir referans tanımamayı kendine kural edinmiştir. Hâlbuki hakiki bilimin kendisi böyle bir mecburiyeti dayatmaz, aksine maddeyi esas alarak yapılacak izahların hiçbirisinin aklen makbul ve makul olmadığını göstererek cevabın başka bir yerde aranması gerektiği yolunu açar. Fiziksel evrende meydana gelen olayların kendi kendine (tesadüfen) olması ya da madde cinsinden olmayan başka bir özne yolu ile harekete geçmesi ihtimallerinin haricinde bir başka alternatif mevcut değildir.
Bilimin araştırma alanına giren madde, tabiat olaylan ve soyut matematiksel ifadeler hiçbir şekilde ahlaklı olup olmadıkları açısından bir muhakemeye tabi tutulamazlar. Gerçekten, elektronların, moleküllerin veya termodinamiğin ikinci kanunun ahlaki olup olmadığı tartışma konusu yapılamaz. Ancak, elde edilen bilimsel neticelerin uygulanması, yorumlanması ve teknolojiye dönüştürülmesi süreçlerinde bilim adamının ahlaki normlara uygun davranıp davranmadığı tartışılabilir. Bu noktada bilimin pozitivist yorumuna bağlı olanların, bilimi bütün değerlerden arındırarak güya tarafsız hale getirdikleri iddiasının hiç de masum olmadığının ve aslında (dini dışlamak şeklinde) bir değer yargısı taşıdığını görmek gerekir.
Bu sebeple bilim, kanunları itibarı ile her yerde aynı olmakla beraber neticelerin yorumlanması ve uygulama açısından değer yargılarından arındırılamaz, dolayısı ile problem bir medeniyet ve zihniyet sorunu olarak ele alınmalıdır. Bilimin, gerçeğin bir kısmına ulaşma noktasında bir imkân olduğunu fakat alternatifsiz tek çıkar yol olmadığını görmek gerekir.
Bilim ve din bir madalyonun iki yüzü gibi birbirine bağlıdır ve ayrılmaz, çünkü her ikisi de Tanrı’nın kanunlarını temsil ederler. Ancak, bilim ve din meseleleri ele alış şekilleri açısından yani yöntem ve kategorik ayırım itibarı ile birbirinden ayrılır ve farklı taraflara bakarlar. Aynı ve bir hakikatin farklı yüzleri durumunda olan bilim ve dinin yöntem ayrılıkları göz önüne alınmadan her açıdan özdeşleştirmeye çalışmak (bir madalyonun iki yüzünün üst üste getirilmesi için deforme edilmesi gibi) her ikisinin de tahribi ile neticelenecektir.
Tabiat kanunları ve evrenin kendisi “Tanrı’nın kudretinin”, kutsal kitaplar ise “Tanrı’nın kelamının” görünür hale gelmesidir* her ikisi de (kâinat kitabı ve kutsal kitaplar) aynı kalemin eseridir, dolayısıyla aralarında herhangi bir çelişki olması mümkün değildir. Varlık âlemini, her şeyin birbiri ile bağlantılı olduğu bir bütün halinde algılayamayanlar için evren ve hayat atomların tesadüfi hareketlerinin kombinasyonlarından başka bir şey değildir. Bütünlüğü görebilenler açısından mesele “bir noktayı ancak bir kalemin koyabileceği” gerçeği kadar açıktır.
Fizik, kimya gibi fen bilimleri ile ifadelerini bulan tabiat kanunlarına itiraz etmenin hiçbir anlamı yoktur, çünkü kendimizi içinde hazır olarak bulduğumuz bu âlemin kanunları bizim isteklerimizden bağımsız olarak işlemektedir. Tanrının koyduğu kurallara (tabiat kanunlarına) uymamanın neticesi kendine zarar ve başarısızlıktır. Mesela, basınç,havanın özkütlesi, hız, aerodinamik vs. özelliklere ait prensiplere uygun tasarım yapılmazsa uçağın uçurulması imkânsız hale gelir. Bu türden kanunlara itiraz etmenin neticesinin kaçınılmaz bir şekilde başarısızlık olacağı açıktır, çünkü harici bir gerçeklik keyfi itirazlarla değiştirilemez.
Bilim, yapısı itibarıyla madde ile uğraşır. Fakat bu, bilimin materyalist bir içerik taşıdığı anlamına gelmez. Maddeyi “incelemek” ile “maddeci” olmak tamamen farklı şeylerdir. Madde objektif olarak incelendiğinde varlık âlemi üzerindeki sanat görülerek her şeyin madde üstü bir tasarım tarafından gerçekleştirildiği sonucuna kolaylıkla ulaşılabilir.
Kutsal kitaplar ve peygamberler, tabiat olaylarını tasvir ederken bilimin izlediği sebep-sonuç, deney, gözlem ve ispat metotlarını kullanmaz. Bilimsel bilgi, insanların birikimsel (cumulative) çabalarının neticesinde ortaya çıkar; Tanrı’nın bilgisi her şeyi kapsadığı ve tüm gerçekliği içerdiği için kutsal kitaplar ve peygamberler doğrudan doğruya hakikati ortaya koyar. Tabiatın fiziksel tasviri insanların çalışmalarına bağlanmıştır. Bu sebeple ayetlerde tabiat olaylarına ilişkin formüllere rastlamayız. Dolayısıyla peygamberlerin esas maksadı, tabiat olaylarının ardında yatan hikmetleri ve Tanrı’nın varlığının bilinmesini, varlığın özünün kavranmasını ve varoluşun amacının anlaşılmasını sağlamaktır.
Var oluş kanunları ile peygamberlerin tebliğ ettiği prensiplerin hepsi aynı “Elden” çıkmıştır dolayısıyla birine muhalefet ne kadar cahilce ise diğerine riayet etmemek de o derece anlamsızdır. Varlık âleminin kanunlarına aldırış etmeyip ehemmiyet vermeyen medeniyetler teknik açıdan geri kalmaktan kurtulamayacakları gibi, peygamberlerin çağrısına kulak asmayanların da varlıktaki birliği kavraması ve özü yakalaması mümkün değildir.
Selçuk Kütük – Deizm,syf.99-124