Aydınlanma Sonrasında Ne Başlar?
Yuh Hui
Haziran 2018 tarihinde Henry Kissinger, The Atlantic adlı dergide “How the Enlightenment Ends” [Aydınlanmanın Sona Erme Biçimi] başlıklı bir makale yayınladı. İlk bakışta, Aydınlanma yahut “Akıl Çağı”na yapay zekânın son verdiğini söylüyor gibiydi makale. Analiz ve muhakeme kapasitesine sahip makineler, insanın idrak kapasitesini solluyordu. Aydınlanma düşüncesine dayanan teknoloji, temel ilkesi olan felsefeyi azlediyordu. Aydınlanmanın böyle bitmesinden ötürü Kissinger, yeni bir felsefe arayışının zorunlu olduğunu söyler: “Aydınlanma temelde yeni bir teknoloji sayesinde yayılan felsefi iç görülerle başladı. Bizim devrimiz zıt yönde ilerliyor: Rehber bir felsefe arayışında olan, imkân bakımından egemen bir teknoloji yarattı.1”
Fakat bu durumda ilk sorumuz şu olur: Makinelerin yükselen kapasitesi neden illa Aydınlanmanın sonu anlamına geliyor? ABD’nin önceki dışişleri bakanı, makalesinin sonunda yapay zekâ araştırmalarına öncelik vermenin ABD için neden acil bir ulusal çıkar meselesi olduğunu söylüyordu?
Kissinger’ın başlığıyla yani “Aydınlanmanın Sona Erme Biçimi” ile başlarsak, Aydınlanma gibi bir (Jürgen Habermas’ın sözleriyle) “bitmemiş proje”nin nasıl bitebileceğini sorabiliriz.2 Yoksa bizim Çin uzmanı şimdi de Giambattista Vico, Johann Gottfried von Herder, Edmund Burke, Thomas Carlyle, Hippolyte Taine, Ernest Renan, Benedetto Croce, Friedrich Meinecke, Oswald Spengler, bazen Nietzsche, ve son dönemde başka bir Çin uzmanı Nick Land gibi isimlerin temsil ettiği Aydınlanma karşıtı geleneğe mi katıldı? Yazımın bundan sonraki kısımları Kissinger’ın makalesine bir cevap içerir ve daha önce e-flux journal adlı dergide “On the Unhappy Consciousness of Neoreactionaries” [Yeni Gericilerin Üzgün Bilinci] ve “Cosmotechnics as Cosmopolitics” [Kozmopolitika Olarak Kozmoteknik] başlıklarıyla yayınladığım iki makalenin devamı olarak da okunabilir.3
1. “‘Beyaz’ Halklar”ın “Belirleyici Hataları”
Şen ilerlemeciler, Aydınlanmanın zuhurunu dibine kadar takip ettiler ve ışığın onları aslında zifiri karanlıktan başka bir yere çıkarmadığını anladılar. Devasa bir sürprizdi son: bir boşluk. Kissinger’ın sözleri de insanlığın uçurumu durumundaki bu sona tanıklık etmiyor mu? Ancak sabık dışişleri bakanı, bilgisayar bilimcilerinden felsefe tarihini anlamalarını talep ettiğinde hangi tarihi ve hangi felsefeyi kastettiğini ayrıntısıyla belirtmez. Kissinger, Batı Medeniyetinin tepe noktası yıkıldığında takip edecek ızdırabı tarif eder; Oswald Spengler buna Batı’nın “çöküş” ya da “düşüş”ü (Untergang) der. Kissinger ve Spengler’ın görüşleri arasındaki benzerlik, tesadüfi olmaktan çok uzak, ne de olsa Spengler, Kissinger’ın Harvard’da savunduğu tezin konusuydu. “The Meaning of History: Reflections on Spengler, Toynbee, and Kant” [Tarihin Anlamı: Spengler, Toynbee ve Kant üzerine düşünceler] başlıklı tez, tarihte belirlenimcilik ve özgürlüğe odaklanıyordu ve Spengler’ın tarihi canlı bir süreç olarak ele almasını işliyordu. Kissinger’ın dediği gibi: “Yaşam elem dolu, doğum ise ölüm saçıyor. Fanilik varoluşun yazgısı. Hiçbir medeniyet ebediyen sürmedi, hiçbir arzu tam manasıyla yerine gelmedi. İşte size zorunluluk, tarihin alınyazısı, ölümlülük ikilemi.”4 Aydınlanma da bundan müstesna değildi; Batı’nın kaderinde sadece bir geçiş aşamasıydı. Bu geçişin sonunda yeni bir felsefe zorunlu oldu. Fakat, bu felsefenin ne olabileceğini teşhis etmek gayet zor; nitekim, 21. yüzyıl hızlı jeopolitik dönüşümler geçiriyor: Batı’nın kırılganlığını açığa vuran 9/11 ve Afrika, Latin Amerika ve Güney Pasifik’teki gelişim planları aracılığıyla dünya düzenini sessizce yeniden şekillendiren Çin’in yükselişi gibi fevkalade hadiseler bunlardan sadece bazıları.
Kissinger makalesinde modern teknoloji sayesinde Aydınlanma felsefesi yayıldı -ya da daha doğrusu evrenselleşti- derken haklıdır. Ancak, Aydınlanmanın sadece aklı ve akılcılığı teşvik eden entelektüel bir hareket değil, aynı zamanda temel bir politik hareket olduğundan bahsetmeye hiç yanaşmaz.5 Seyrüsefer ve askerlik teknolojisi, Avrupa güçlerine dünyayı sömürgeleştirme imkânı verdi ve şimdi küreselleşme dediğimiz şey ortaya çıktı. Ortak düşünceye göre bir bütün olarak Aydınlanma, batıl inançla (illa dinle değil) savaşarak insanlığı ve evrensel değerleri tam manasıyla tahakkuk ettirmeyi amaçlamıştı ve bu savaşın bilim ve teknoloji sayesinde kazanılacağı sanılmıştı. Yeni seyrüsefer ve haritacılık araçları yaratmanın yanında Aydınlanmanın kendisi zaten bir yönlendirme süreciydi; Batı’yı bu dönüşümün merkezi ve evrenselliğinin kaynağı olarak konumluyordu.
Modern teknoloji, Aydınlanma düşüncesini yaysa da kendini tahakkuk ettirme süreci kendini inkara neden oldu: Jeopolitik bir bakış açısından Aydınlanma diyalektiği belirdi. 1931 tarihli İnsan ve Teknik isimli kısa kitabında Oswald Spengler, teknolojisini ihraç eden Batı’nın büyük bir hata yaptığını söylüyordu:
Geçen yüzyılın sonunda, kör olmuş iktidar hırsı, ölümcül hatalarını yapmaya başladı. Muazzam mülklerini tesis etmiş teknik bilgilerini kendilerine saklamak yerine, “beyaz” halklar onu dünyanın her yerine, her Hochschule yani yüksekokula, hem sözlü hem yazılı biçimde pervasızca sundu, ve afallamış Yerlilerin ve Japonların hürmeti onlara büyük haz verdi.6
Sonuç olarak, der Spengler, Japonlar “birinci sınıf teknisyen oldular, ve Rusya’ya karşı verdikleri savaşta [1904-1905] öyle bir teknik üstünlük elde ettiler ki öğretmenlerinin bu üstünlükten çıkaracakları pek çok ders var.7” Japonya, teknolojik küreselleşmenin ikilemini sundu: Bir taraftan, teknolojinin yayılımı küresel bir zaman ekseni inşa ederken ve Avrupa modernliğini bütün medeniyetlerin eş zamanlama ölçüsü hâline getirirken; diğer taraftan, aynı yayılım, modern bilimi ve teknolojiyi, Avrupa modernliğinin hususi mülkiyeti olmaktan kurtardı ve Batı’yı küresel rekabete maruz bıraktı. Hegel’in Tinin Fenomenolojisi adlı eserinde belirttiği gibi, Aydınlanma inancı dinî inancın yerini aldı ama kendini sadece bir inanç olarak gerçekleştirmedi. Bu suretle, Aydınlanma düşüncesi bizi küreselleşmeye doğru uzun bir yola baş aşağı sürükledi; hem de bu düşüncenin olumsuzlanması, düşüncenin hakkından gelirken. Bu, sömürgecilik sonrası Batı eleştirisi için mükemmel bir fırsat olurdu ancak hikâye bu kadar basit değil.
2. Küresel Zaman Ekseninin Kurulması ve Kıyametvari Sonu
Kissinger yanılıyor: Aydınlanma sona ermedi. Aslında gözetleme için kullanılan teknoloji, ifade özgürlüğüne de olanak sağlar ve bunun tam tersi de geçerlidir. Fakat şimdi teknolojiye dair bu antropolojik ve faydacı okumayı bir tarafa bırakalım ve modern teknolojiyi bilgi ve rasyonelliğin kurucu ve belirli bir biçimi olarak ele alalım.8 Modern teknoloji -yahut Aydınlanma felsefesinin dayanak yapısı- kendine has felsefe hâline geldi. Marshall McLuhan’ın “Aracı ortam, mesajın kendidir.” dediği gibi, teknolojinin evrenselleşen gücü de Aydınlanmanın politik projesi şeklini aldı. Teknoloji, Aydınlanma düşüncesinin rolünü üstlenirken ve hatta icra ederken ortam da anlamın taşıyıcısı olmaktan çıktı ve bunun yerine anlamın kendisi oldu, ilerlemeyi temin eden bilgi oldu. Batı’nın sarsılmaz bir evrensel değeri olarak demokrasiyi öve öve bitiremezken, görünen o ki, Donald Trump’ın zaferi, demokrasinin egemenliğini bir komediye çevirdi. Birden fark ettik ki Amerikan demokrasisi aslında kötü bir popülizmden hiç de farklı değilmiş. Özellikle, Cumhuriyetçilerin lideri, Kim Jong-un’un diktatörlüğüne hayran olduğunu halk önünde ilan ettiğinde, Aydınlanma düşüncesi döneminin ve bununla birlikte Kant’ın hasret duyduğu cumhuriyetçiliğin nihayete erdiği konusunda Kissinger ile hemfikir olmaktan kendini alamıyor insan.
Ancak, Aydınlanmanın bu naif tasviriyle yetinemeyiz. Voltaire gibi yazarların Batı’daki üstün değeri vurgularken kültür farklarını görmezden geldiğini iddia etmek adil olmaz; örneğin, Voltaire, Çin’in 4 bin yıllık kadim kültürünü ve astronomi konusunda uzman olan imparatorunu methetmiştir.9 Şaşırtıcı görünebilir ama Johann Gottfried von Herder, bu ilgiyi alıp Voltaire’in kendisine karşı bir silaha çevirmiştir, kültür farklarına hassasiyeti yok diye mösyöyü suçlamış, bilimsel yöntemlerin sınıflaması ve genellemelerini farklı kültürlere uygulamaya fazla teşne olmakla itham etmiştir.10 Gerçi, Herder’e nispetle Voltaire düşüncesinde, kültür farklarının daha az politik kapsama sahip olduğu da bir gerçek.
Kissinger’ın da işaret ettiği gibi, filozofların önerdiği evrensel değerlerin dünya çapında yayılması sadece modern teknoloji aracılığıyla mümkün. Bu teknoloji aynı zamanda Aydınlanma dönemine son verdi ya da onu tamamladı ve şimdi yeni bir rehber felsefe ihtiyacı yaratarak âdeta bildiğini okuyor. Bu felsefe ne olabilir? Hümanizm-ötesi bir felsefe mi? Muhafazakâr bir Avrasya devrimi mi? Nick Land’in önerdiği gibi kapitalizmi hızlandırmak mı? Belki de aynı şeyin solcu versiyonu? Ne de olsa ikisi de kapitalizmin çelişkilerini hızlandırıp nihayetinde kendini imha etmesiyle ondan kurtulmayı umuyorlar. Henri de Saint-Simon da zamanında sanayileşmeyi hızlandırıp ulaşım ağlarının gelişmesi sonucunda sosyalizmin geleceğini söylemişti; çünkü hammaddeler ve ürünler güya daha eşit dağıtılacaktı.11“ 19. Yüzyılın Başkenti Paris” başlıklı makalesinde Walter Benjamin, Saint-Simon’un takipçilerindeki beklentinin sınıf mücadelesi değil dünya ekonomisinin gelişmesi olduğunu söyler.12 İyi inşa edilmiş bir demiryolu ağı aslında eşitsizliği körükleyebilir, çünkü sermaye kaynaklarını daha etkin dağıtabilir. Hızlanma bu manada sadece Aydınlanma evrenselliğini öteye taşımanın bir yoludur. Sınırsızlaştırmanın başka bir sürecini yaratacaksa yalnızca, hızlanan teknoloji kapitalizmin sonunu nasıl getirebilir? Biri çıkıp mutlak sınırsızlaşmayı savunabilir, ama bu Hegel’in Deleuze’e arkadan yanaşması ve ona ucube bir çocuk vermesi olacaktır. Bazıları da çıkıp teknolojinin bizzat kapitalizme üstün geldiğini savunuyor ama bu da kapitalizme insansı bir yaratık gözüyle bakma ve teknoloji vasıtasıyla akamete uğrayıp hükümsüz kalacağına inanma anlamına gelir; tıpkı PC bilgisayardan Mac bilgisayara geçtiğinde nasıl e-mail göndereceği hakkında hiçbir fikri olmayan yaşlı bir insan gibi.
Bu arada, kabul etmek gerekir ki teknolojik hızlanma tarihsel bakımdan küreselleşme için zorunluydu, çünkü Batılı olmayan ülkelerin Batı egemenliğindeki jeopolitik arenaya girebilmeleri yalnızca modern teknolojinin uygun fiyatlara montajı, ucuz işgücü ve ucuz hammadde ile olmuştur. Hem André Leroi-Gourhan’ın hem de Gilbert Simondon’un işaret ettiği üzere, ileri sanayi teknolojisine sahip gruplar, sanayileşme öncesi teknolojiyle yetinen gruplar üzerinde nüfuzlarını artırabiliyorlardı.13 Özellikle Simondon’a göre, azınlık gruplarının kültür namına teknolojiye karşı isyanı, teknolojinin rolünü yanlış anladı; çünkü Simondon, teknoloji içinde, kültür farkı sınırlarını aşan bir akılcılık görür. Daha da önemlisi Simondon, yabancılaştırma sorununu ve kültürle teknoloji arasındaki çatışmayı çözmek adına, teknolojinin yükselen yetkinliğinin yeni perspektifler sunacağına dair umudunu diri tutar. Fakat bu mesele Simondon’un iyimserliğiyle çözülemeyecek kadar karmaşık. Sömürgeleştirme ve modernleştirme sürecinde teknolojik farklar, güç farklarını hem sürdürür hem kuvvetlendirir.
Fakat, Spengler’ın dediği gibi, Batı, kendi düşünürlerince altüst edilirken, ya da öyle görünürken, dünyanın öte tarafında neler oluyor? Çin örneğini ele alalım. 1978-1992 yıllarında devlet başkanlığı yapan Deng Şiaoping’in hızlandırıcı reformları, yeni milenyumda Çin’e bir liderlik rolü sundu. Şencen, Çin’in silikon vadisi oldu ve bugün dünyadaki en çılgın şehir tecrübelerini sunuyor. Soğuk Savaştan beri beliren en yeni jeopolitik düzenlemelere bugün tanıklık etmemiz, teknolojik hızlanma ve ona eşlik eden ekonomik zafer sayesinde: Dijital yenileşme ve makineleşme vasıtasıyla Doğu, Batı’yı geride bırakıyor. Tam da bu sebeple Donald Trump, Çin’in ABD’yi işinden ettiğini dile getirdi: Ucuz işgücü nedeniyle başka ülkelerden Çin’e havale edilen meslekleri şimdi makineler üstleniyor.
Bu teknolojik hızlanma bir kopuş değil, Aydınlanmanın devamı hükmündedir. Kissinger’ın makalesi, akılcılığı ve epistemolojiyi bünyesinde toplayan teknolojinin hakiki bir evrensellik olduğu olgusunu göz ardı eder. İşte bu yüzden, günümüzdeki durumu, Aydınlanmanın başka biçimlerde devamı değil de sonu olarak yorumlar. Peki biz şimdi evrensel ile göreceli olanı dengelemeye mi çalışıyoruz? Yahut bu zıtlığın kendisi bir sorun mu? Evrensellik hakkında bir inceleme yazmak burada bizim çerçevemizi aşar (her ne kadar bu kaçınılmaz bir mesele olsa da). Evrenseli öz hâline getirme ve bir temel olarak tesis etme arzusu, onu varoluşun herhangi bir boyutu değil de esas varlık gibi görmeye sevk eder bizi. Görececiler, evrenseli reddederler; onu tikel olanla bağdaştırma zahmetine bile girişmezler. Bu muhalif düşünce hem sağ hem de sol halkçılığının merkezindedir. Aynısı insanlık kavramı için de geçerli. İnsanı öz hâline getirip kültür ve doğanın tüm tikellerini aşan bir evrensel kalıbına soktuğumuzda nihilizmden farksız bir hümanizm elde ederiz. Bu çıkmazdan kurtulmak için öncelikle bize aktarılan insanlık kavramını askıya almalıyız. Burada Carl Schmitt’in Siyasal Kavramı eserindeki eleştirisini hatırlayabiliriz: “İnsanlık kavramı, sömürgeci yayılım için özellikle uygun bir ideolojik aygıttır; etik-insani biçiminde ise ekonomik sömürgeciliğin özgün bir aracıdır. Burada Proudhon’un az çok değiştirilmiş bir ifadesini hatırlarız: İnsanlığı diline dolayan kişi sahtekârdır.”14
İnsanlık kavramını reddetmek, eş zamanlama işlevi gören modernleştirme sürecine ait birleştirici bir insan söyleminin yarattığı yanılsamayı mahvedecektir. Modern teknoloji, Batılı olmayan tarihleri, Batı modernliğinin küresel zaman eksenine uydurur. Hem bir fırsat hem de bir sorun olarak eş zamanlama süreci, dünyaya bilim ve teknolojiyi kullanma imkânı sunar, fakat aynı zamanda o dünyayı küresel bir zaman eksenine sürükler; hümanizmin canlandırdığı bu eksen, nihayetinde ister teknolojik bir fevkaladelik yahut “zekâ patlaması” yaşansın, ister “süper zekâ” ortaya çıksın, kıyametvari bir sona doğru ilerler. Bu küresel zaman eksenini Martin Heidegger 1967 yılında zaten tarif etmişti: “Felsefenin sonu aslında bilimsel-teknolojik bir dünyanın ve bu dünyaya özgü toplumsal düzenin yönlendirilebilir düzenlemesinin zaferine işaret eder. Felsefenin sonu demek Batı Avrupa Düşüncesi üzerine kurulu dünya medeniyetinin başlangıcı demektir.15”
Oryantalistler, “Ne kadar da abartılı bir ifade!” diye esrarlı bir tebessümle karşılık verebilirler. Fakat, bizi çevreleyen teknik teçhizatı gözlemlediğimizde ve bizi bir kıyamet sonuna sürükleyen devasa gücü incelediğimizde hakikat kendiliğinden ortaya çıkar. “Felsefenin sonu” derken Heidegger’in kastettiği şey, antropolojik makinenin zaferinden başka bir şey değildir; bu zafer de teknolojik hızlanma vasıtasıyla Homo sapiensi [Bilen insan] Homo deus [Tanrı insan] olarak yeniden icat etmek isteyen hümanizmin zaferidir. Yeni-gericiler ve hümanizma-ötesini savunanlar, hümanizma-sonrası zaferciliği namına, yapay zekâyı överler, çünkü süper-zekâ ve teknolojik fevkaladelik “yüce insanlığın imkânını” gösterir.
Karanlık Aydınlanma denen şey, feci bir zekâ patlaması vasıtasıyla, Heidegger’in dile getirdiği “felsefenin sonu”nu eşiğe itme çabasıdır. Pi yıldızını (kötü şans) Tai yıldızının (iyi şans) izlediği I Ching metninde olduğu gibi, aşırı kötüden iyiye dönecek şekilde, bu patlama da Batı’yı kendini yeniden keşfetmeye zorlayacak -ya da bu görüşü savunanlar öyle inanıyorlar. Onlar, mesihçi bir hızlanmanın uçuruma sürüklediğini teyit ederler ve kendilerini hümanizm karşıtları olarak görürler. Peki bu uçurumun ardında ne var? Robin Mackay’in hakkıyla işaret ettiği üzere, bu hızlanmacı görüşün ölümcül hatası, “Sermaye yoluyla açılan sınırların ufkunda, kurulu güç yapılarının olmayışından süzülen asli bir arzunun ortaya çıkacağına inanmaktır.16” Mutlak sınırsızlaşmanın bu bilinmez sonu, kumarhane jetonlarına bakakalan kumarbazlar olarak yorumlanabilir. Yönsüzleşmeyi hızlandırmak, küresel zaman ekseninden çıkmaya imkân sunmaz. Aksine, kurulu düzenleri ve uzlaşımsal işleme biçimlerini sadece bir süreliğine akamete uğratır. Örneğin Çin’de veri akışı için bant genişliğini ve depolama kapasitesini genişletmek, toplumsal itibar sistemlerinin* artışına neden oldu, bunun da amacı sermaye akışını dengelemek ve bölgelere göre tekrar dağıtmaktı. Berlin Freie Üniversitesi’nde geçenlerde yürütülmüş bir araştırmaya göre, araştırmacıların sorularına yanıt veren Çinlilerin yüzde sekseninin bu toplumsal kredi sistemlerini onayladığını ya da ziyadesiyle onayladığını, yüzde on dokuzunun tarafsız kaldığını, sadece yüzde birinin karşıt olduğunu gösterdi.17 Hızlanmaya içkin aksatıcı ve kıyameti hatırlatan nitelikler hiçbir surette hümanizm karşıtı değildir. Aslında, devasa bir yıkım vasıtasıyla kendini korumak için savaşan uç bir hümanizm ortaya çıkarır: 21. yüzyıl hümanizmi.
Peki Hartmut Rosa gibi sosyologların yaptığı şekilde, herhangi bir yavaşlama önermeden, Batı modernliğinin küresel zaman ekseninin eş zamanlamasından kurtulmak mümkün mü? Kazanımlarını diğer yönlere ilerletmek adına etkisini kırma kabiliyetimiz var mı?
Burada “hızlanma” kelimesine geri dönmek gerek, çünkü hızlanma ve sürat arasındaki incelenmemiş ilişkinin bizi aldatması gayet kolay. Eğer lise fiziğini hatırlarsak, h = (i1-i2)/z formülünden hareketle, (i1’den i2’ye) ivme değişimini zamana böldüğümüzde hızlanmayı elde ederiz. İ ivmedir, sürat değil. İvme, hem büyüklük hem yöne sahip bir taşıyıcıdır, sürat ise sırf büyüklüktür. Sürati uç noktalara taşımayan, aksine, hareketin yönünü değiştiren, yani zaman ve teknolojik gelişme bakımından teknolojiye yeni bir çerçeve ve yönelim veren başka bir hızlanma biçimi neden düşünmeyelim? Böyle yaptığımızda, geleceğin çatallandığını hayal edebiliriz, kıyamete doğru ilerlemek yerine, ondan sapan ve çoğalan bir gelecek görebiliriz. Fakat teknolojiye yeni bir çerçeve vermek ne demek? Bunu yapmak için, çoklu kozmoteknik ışığında ya da basitçe söylemek gerekirse tarihsel bakımdan izlenebilir ve hâlâ üretken olan teknik-çeşitlilik izinde, bilgi felsefesi ve bilme yöntemleri sorunu üzerine sistemli biçimde muhakeme edip çalışarak modern teknolojiyi yeniden nasıl sahiplenebileceğimiz üzerine düşünmek zorunludur. The Question Concerning Technology in China: An Essay on Cosmotechnics [Çin’deki Teknoloji Meselesi: Kozmoteknik Üzerine bir Deneme] (2016) başlıklı çalışmamda bu projeyi başlatmıştım; farklı teknoloji kavrayışlarını ayrıntısıyla incelemek ve hem tarih hem de gelecek açısından böyle bir teknik-çeşitliliği tasavvur etme imkânının derinlerine inmek için Çin’i bir örnek olarak seçmiştim. Kuşkusuz Çin ile sınırlı olmayan çoklu kozmoteknik önerisi, “teknik” kavramını yeniden tartışmaya ve teknik evrim koşullarını yeniden incelemeye bizi çağırır.
3. Teknik-Çeşitlilik ve Geleceğin Çatallanması
Teknik, insanlaşma sürecinde -yani insanın bir tür olarak kavranmasında, çünkü bu kavrayış, hafızanın dışa açılmasını** ve insan organlarının özgürlüğünü ifade eder- antropolojik bakımdan evrenseldir. Yazıp çizen insanlar, hafızalarını ve muhayyilelerini dışa açtılar; çakmaktaşı üreten eskiler de parmaklarıyla birçok faaliyet yapmaktan kurtuldular. Teknolojinin evrensel bir boyutu olduğunu inkâr etmiyoruz; ancak bu, boyutlardan sadece bir tanesi. Kozmoteknik bakış açısına göre, teknik temelde hususi coğrafi ve kozmolojik özgüllüklerle harekete geçer ve kısıtlanır. Küresel çapta kendini-yok-etme beklentisine bir cevap vermek istersek evrendeki insanın yerellik ve yerleri üzerine dikkatle hazırlanmış söyleme geri dönmemiz gerek. Bunu becermek için her şeyden önce teknoloji sorununu yeniden açmamız lazım; sırf iki kozmoteknik yerine, yani modernlik öncesi teknik ve modern teknik yerine, birçok kozmoteknik tasavvur etmemiz lazım. Yerellik kelimesi ve politikalarına elbette dikkatli yaklaşmalıyız. Gelenek veya kültürün nostaljik talepleri, milliyetçilik için sorunlu sonuçlar doğurabilir; meseleye diyalektik yaklaşılmadığında, kültürel özcülük ve etnik-fütürizm bunlardan bazılarıdır. Burada, kültür veya doğa namına modern teknolojilere başkaldıran küçük grupları hesaba katmıyoruz; daha ziyade, her şeyden önce tekniğin indirgenemez çokluğunu teyit ederek, teknolojiyi yeniden sahiplenmeye yönelik genel bir strateji hazırlıyoruz. Her ne kadar Simondon, kozmoteknik kavramı için bir ilham kaynağı olsa da miras aldığı Batı Aydınlanma hümanizmi geleneği ötesine tekniği konumlandırmak söz konusu olduğunda eleştirisi yeterli olmaz.
Çoğulculuk teklif etmek, hem gericilere hem de devrimcilere atfedilecek bir hareket. Voltaire’in en amansız rakibi ve “İnsanlığın Oluşumu için Tarih Felsefesi” başlıklı makalenin yazarı olan Herder örneğine bakalım: Herder, bir kitap kadar uzun olan 1774 tarihli bu makalede kültürel tecrübelerin, değerlerin ve duyguların indirgenemez biçimde çeşitli olduğunu söyler. Öyleyse Herder’e milliyetçi denebilir mi? Lutherci bir rahip, Kant’ın takipçisi, Goethe’nin danışmanı olan Herder’i çoğu kişi Alman milliyetçiliğinin ve Volksgeist anlayışının kurucu figürü olarak görür. Fakat bu görüş her yerde kabul görmez. Meineke bir keresinde şöyle bir soru sormuştu: “Yeni bir çağ yaratmak için ortaya çıktığında, hem hümanizm hem de milliyetçilik ilan eden Herder değil miydi?18” Hans-Georg Gadamer ve Isaiah Berlin gibi filozoflar da Herder’de hem halkçılık hem çoğulculuk görürler, ya da Charles Taylor’ın söylediği gibi, hem halkçılık hem de “değerlendirmecilik***” görürler.19 Kimileri de Herder’e hakiki bir kozmopolit düşünür olarak bakar; kozmopolitliği homojenlikten ziyade heterojenlikte kurduğunu düşünür; farklılıkları onaylamasının vasıtası da her kültürün eşsiz bir öze sahip olduğunu iddia etmesi değil, yerelliğin önemini ve tüm kültürlerin eşitliğini tartışmasıdır.
İnsanlar muhtelif simgesel ve dilsel dünyalarda şekillenmiştir. Farklı bilgi biçimleri ve hem dünyayla hem de yeryüzüyle kurdukları farklı ilişkiler, modern bilim ve teknolojideki ilerlemeleriyle ölçülemez. Aydınlanmanın Sonu Gadamer, Berlin ve Taylor’dan sonra Herder’i sahiplenmekle başlar çünkü onlarınki sadece ilk adımdı. Belirli bir Volk [halk] fikrine çekilmek yerine ve gittikçe soyutlanan gruplar arasındaki gerilimi çözmek için empati ve duyarlılığa bel bağlamaktansa heterojenliğin dönüştürücü gücünü anlamak zorundayız. İnsan-çağıyla ilişkilendirilen ekolojik sorunlara cevap olarak Philippe Descola gibi antropologlar ve diğerleri, kökten çoğulculuk sorununu yeniden gündeme getirdiler; öyle ki çok-kültürcülük yerine “çok-doğacılık” anlayışını hesaba kattılar. Çünkü doğa ve kültürü karşı kutuplara yerleştiren doğacılık, basbaya modernliğin ürünüdür; dünyanın diğer yerlerinde, insan olmayanların nasıl algılandığını hesaba katmaz. Fakat, bir eş zamanlama süreci olarak modernleşmeyle birlikte, bir taşma noktasına rastlarız ve hiç sorgulanmadan evrenselmiş gibi miras alınan doğa ve teknik gibi kavramlar yeniden tartışmaya açılır. Çoğulculuğa bu çağrı, bizim için, modern teknoloji ve bilimi bilinçli bir şekilde yeniden sahiplenmeyi, ona yeni bir yön vermeyi hatırlatır, çünkü gezegene yayılmış olması bize bu imkânı sunar.20
Diğer taraftan, Kissinger’ın Aydınlanmanın sonu iddiasını değerlendirdiğimizde bunu bütün tarihsel zamanların Avrupa modernliğine ait eş zamanlayıcı ölçüye doğru harekete ettiği bir tek küresel zaman ekseninin tam tahakkuku olarak algılayabiliriz. İşte bu, yönelimin bozulduğu, hatta yönün kaybolduğu, Batı’ya nispetle Doğu’nun yitip gittiği bir andır. Faşizmin ve yabancı düşmanlığının talihsiz bilinci, Doğu’ya karşı güdülen bu tavırdan ileri gelir: Yanıt olarak da rahat bir kimlik politikası ve teknolojinin estetik politikasını sunar.
Etraflıca konuşursak, böyle bir yönelim bozukluğu, çağdaş kapitalizmin arzu edilen zorunlu sınırsızlaştırması olarak görülebilir, çünkü zaman ve yer kısıtlamalarını aşıp birikimi kolaylaştırır. Savaş, harika bir parçalama tekniğidir, Uber ve Airbnb uygulamalarından çok daha etkindir. 1933 tarihli The Hour of Decision: Germany and World-Historical Evolution [Karar Vakti: Dünyanın Tarihsel Evrimi ve Almanya] çalışmasında Spengler, devrin jeopolitik krizine karşı mümkün tek cevabı savaş makinesi olarak görmüştür: “İngiltere, zenginliğini savaşlarla kazandı, muhasebe ya da borsa oyunuyla değil… [Almanya] savaşlarını yabancı paraya bel bağlayarak ve o parayı geri ödemek için yapmak zorunda kaldı, ve ufacık bir eyaletin diğerinden aldığı, kendi memleketinin sefil harabelerine savaş açtı.21”
Savaş bir çözüm olacak diye medet ummak, Batı’ya özgü değil: Kyoto ekolü filozofları da modernliğin üstesinden gelmek için topyekûn savaşı önermişlerdi.22 Günümüzde, yapay zekânın gelişimi ve uzay teknolojisi üzerinden yürütülen rekabet, böyle bir savaşın yeni koşulu olabilir mi? Spengler’ın 1933 yılında yazdığı üzere, bazı güçler bizi geriye doğru sürüklüyor. Onun çağı ve bizimki arasındaki ana benzerlikleri hatırlamaya değer, ancak farklara da özel bir ilgiyle yaklaşmak gerek. Spengler, Karar Vakti eserinde, Batılı olmayan medeniyetlerde, modernlikle birlikte ortaya çıkan ve sömürgecilik mantığıyla özdeşleşen belirli bir dogmatik düşünceye işaret eder:
Hintler ve Çinliler gibi hatırlanamayacak kadar eski “Fellahîn****” ırklar, büyük güçler dünyasında bir daha asla bağımsız bir rol oynayamayacaklar. Efendilerini değiştirebilirler, Hintlerin İngilizlere yaptıkları gibi, birini saf dışı bırakabilirler, ancak diğerine boyun eğerler. Kendilerine özgü siyasi bir varoluş biçimi asla üretemeyecekler. Çünkü çok eskiler, çok katılar, çok bitkinler.23
Bu iflasın nedeni büyük ölçüde ne Batı’da ne de başka bir yerde teknoloji sorununun yeterince işlenmemesidir: Teknoloji bir fayda olarak kalır; fayda ve verimlilik sınırlarının ötesinde amaçlar âlemi aramanın da bir yolu yoktur. Verimlilik, teknolojik yenilenmenin çok önemli bir unsurudur, ancak kısa vadeli menfaatler yerine uzun vadeli bir vizyonla ölçülmelidir. Sömürge mantığını muhafaza eden bir diğer şey de bir çıkış yolu göremeyen sinizmdir. Bütün bunlardan sonra, teknolojik doğrusallık ile insanlığın ilerlemesinin özdeşleştiği bir yerde, yapay zekâya hükmedecek ekonomik ve jeopolitik rekabetten kim kaçabilir? Hiç şüphe yok ki yapay zekâ hem toplumlarımız hem de ekonomilerimiz üzerinde önemli etkiler yaratacak. Çin ve Rusya teknolojik yenilenme yürüyüşlerini yavaşlatırlarsa rekabet avantajlarını kaybedecekler. Putin daha 1 Eylül 2017’de bir sınıf dolusu Rus öğrenciye “Yapay zekâya liderlik eden dünyaya hükmedecektir.” demişti.24 Fakat, teknolojik hızlanma ve yenilenme egemenlerin ve sermayenin ortak amacı olsa da, birçok süreçte insanın rolünü elinden alan teknolojik sistemler karşısında çaresizliğimiz gittikçe artacak ve insanın sinizmi derinleşecektir. Bu çıkmaz karşısında makul tek cevap, hakiki felsefi düşünce olacaktır.
Yanlış anlaşılmasın, modern bilim ve teknolojinin kötücül olduğunu kastetmiyorum (hem zaten araştırdığım ilk alanlara nasıl kötücül diyebilirim?). Batı’nın dayattığı kötücül modern teknolojinin Avrupalı olmayan kültürleri ve gelenekleri harap ettiğini ve bu yüzden modern bilim ve teknolojiden vazgeçmemiz gerektiğini de söylemiyorum. Maksadım sadece bu tarihsel sürecin nasıl yeniden düşünülebileceğini ve hayal edip gerçekleştirmek üzere hangi geleceklerin hâlâ elverişli olduğunu tartışmak. Eğer Aydınlanma düşüncesini evrenselliğin ve akılcılığın rehberlik ettiği geri dönülmez bir süreçmiş gibi modern teknolojiyle özdeşleştirirsek geriye sorulacak tek bir soru kalır: Olmak ya da olmamak?! Ama eğer çoklu kozmotekniklerin var olduğunu onaylarsak ve bunların bize katıksız akılcılığın sınırlarını aşmaya imkân sunabileceğini teyit edersek, hiç bitmeyen modernliğin ve ona eşlik eden felaketlerin haricinde bir yol bulabiliriz. Akılcılığı sırf katı ve katıksız akletmeymiş gibi yanlış anlamak gerçekten trajik bir durum, ama maalesef genelde öyle anlaşıldı. Leibniz’den tutun da yapay zekâ ile öğrenme ve sibernetik çağına kadar olan akıl ve aklın doğa ve teknolojiyle ilişkileri tarihi, şimdiye dek olduğundan farklı şekilde inşa edilip sorgulanmalı.25
Kültür üzerine bazı fikirler, teknolojik düşüncenin bu farklı biçimlerini anlamak için bir yol sunabilir. Çoklu kozmotekniği yeniden keşfetmek, yapay zekâyı veya yapay zekâ ile öğrenmeyi reddetmek değil, modern teknolojiyi yeniden sahiplenmek, modern teknolojinin merkezindeki çerçevelemeye (Gestell) yeni çerçeveler sunmak anlamına gelir.26 Modernliği aşmak istediğinizde sanki bir bilgisayar veya akıllı telefonmuş gibi yeniden başlatmak bir işe yaramaz. Bunun yerine onun küresel zaman ekseninden sakınmalıyız, kendi kaderinin koşullarına başka varlıkları tabi kılan bir hümanizm-ötesinden kendimizi korumalıyız, ve yeni bir ajanda önermeliyiz, yeni toplumsal, siyasal ve estetik yaşam biçimleri açan ve insan olmayanlarla yani dünya ve evrenle yeni ilişkiler kuran bir teknoloji muhayyilesi sunmalıyız. Bunların hepsi düşünülmeyi bekliyor, çünkü teknoloji sorusunu Nietzscheci bir bakış açısıyla yeniden değerlendirmeyi gerektiriyor, ve bu yalnızca hep birlikte yapıldığında mümkün.
Bu minvalde, Kissinger’ın ifadesine bir eleştiri hedefi olarak değil, Aydınlanmanın sonunun ötesini düşünmeye bir davet olarak bakabiliriz; biçimlerinin çoğulluğu vasıtasıyla düşünme görevini üstlenme girişimi olarak yaklaşabiliriz. Belki de Kissinger’ın kapanış uyarısı, onu eleştirmemize son noktayı koyacak en münasip ifadedir: “Bu çabaya bir an önce girişmezsek çok geç kaldığımızı fark etmek çok vakit almayacak.27”
————-
*Dr., Leuphana Üniversitesi, Felsefe ve Sanat Bilimleri bölümü
* Toplumsal itibar sistemi: Çin hükümetinin geliştirdiği ulusal bir itibar sistemi; vatandaşların ve işletmelerin ekonomik ve toplumsal itibarlarına bir standart getirme amacı taşır. (çn)
** Exteriorization of memory: Fransız filozof Bernard Stiegler, protez gibi uzantılar vasıtasıyla insanın dışa açılma sürecini tarif etmek için teknik kelimesini kullanır. Hafızanın dışa açılması da bilgi teknolojilerini ve hafızanın sanayileşmesini ifade eder. (çn)
*** “Bu yanlıştır.” gibi ahlaki ifadelerin bir olgu değil de ahlaki bir değerlendirme ifade ettiğini söyleyen öğreti. (çn)
**** Fellah (çoğulu fellahîn): Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki çiftçilere veya tarım işçilerine verilen ad. (çn)
1 Henry Kissinger, “How the Enlightenment Ends,” The Atlantic, Haziran 2018, https://www.theatlantic.com/magazine/archive/2018/06/henry-kissinger-ai-could-mean-the-end-of-human-history/559124/.
2 Jürgen Habermas, “Modernity: An Unfinished Project,” Contemporary Sociological Theory, 3. baskı, ed. Craig J. Calhoun ve diğ. (Wiley-Blackwell, 2012), 444-50. İlk baskısı: “Modernity versus Postmodernity,” New German Critique, no. 22 (Kış 1981): 3-14.
3 Yuk Hui, “On the Unhappy Consciousness of Neoreactionaries,” e-flux journal, no. 81 (Nisan 2017) https://www.e-flux.com/journal/81/125815/on-the-unhappy-consciousness-of-neoreactionaries/; Hui, “Cosmotechnics as Cosmopolitics,” e-flux journal, no. 86 (Kasım 2017) https://www.e-flux.com/journal/86/161887/cosmotechnics-as-cosmopolitics/.
4 Gregory D. Cleva, Henry Kissinger and the American Approach to Foreign Policy (Bucknell University Press, 1989), 38.
5 Bkz. Zeev Sternhell, The Anti-Enlightenment Tradition, İng. çev. David Maisel (Yale University Press, 2010), 2.
6 Oswald Spengler, Man and Technics: A Contribution to a Philosophy of Life (Greenwood Press, 1967), 100-1.
7 Spengler, Man and Technics, 101.
8 Martin Heidegger ve Gilbert Simondon’un önerileri aynıydı, bkz. Heidegger, “The Question Concerning Technology” (1953), The Question Concerning Technology and Other Essays, İng. çev. William Lovitt (Garland, 1977), 3-35; ve Simondon, “Culture et technique (1965),” Sur la technique (PUF, 2014), 315-30.
9 Bkz. Sternhell, Anti-Enlightenment Tradition, 284.
10 Bkz. Isaiah Berlin, Vico and Herder: Two Studies in the History of Ideas (Viking Press, 1976), 155.
11 Bkz. Pierre Musso, “Aux origines du concept moderne: Corps et réseau dans la philosophie de Saint Simon,” Quaderni, no. 3 (Kış 1987-88): 11-29.
12 Walter Benjamin, “Paris, Capital of Nineteenth Century,” New Left Review, no. 48 (Mart-Nisan 1968): 77-88, 82.
13 Simondon, “Culture et technique,” 318-19.
14 Carl Schmitt, The Concept of the Political, İng. çev. George Schwab (Chicago University Press, 1996), 54.
15 Martin Heidegger, “The End of Philosophy and the Task of Thinking,” On Time and Being, İng. çev. Joan Stambaugh (Harper & Row, 1972), 59.
16 Robin Mackay, “Immaterials, Exhibition, Acceleration,” 30 Years after Les Immatériaux: Art, Science and Theory, ed. Yuk Hui ve Andreas Broeckmann (Meson Press, 2015), 217-46, 238.
17 Haber ve Kamu İşleri Ofisi, Serbest Berlin Üniversitesi, “Study: More than two thirds of Chinese take a positive view of social credit systems in their country,” basın bülteni no. 198, 23 Temmuz, 2018 https://www.fu-berlin.de/en/presse/informationen/fup/2018/fup_18_198-studie-sozialkreditsystem-china/index.html.
18 Sternhell, Anti-Enlightenment Tradition, 17.
19 Mayıs 1941’de Hans-Georg Gadamer, Paris Alman Enstitüsü’nde Herder üzerine bir ders vermişti; dersin başlığı da “Volk und Geschichte im Denken Herders” (Herder’in Düşüncesinde Halk ve Tarih) idi. Bu derste Herder’in, Rousseauculuğun ötesine geçtiğini ve ansiklopedi filozoflarının kültürel önyargılarından kurtulmayı mümkün kıldığını iddia etmişti. Bkz. Sternhell, Anti-Enlightenment Tradition, 119. Berlin, Vico and Herder, 147. Charles Taylor, “The Importance of Herder,” Philosophical Arguments (Harvard University Press, 1995), 79-99.
20 Bu doğa antropologlarının çoğu maalesef teknoloji sorununu göz ardı ederler; bkz. bu yaklaşımı eleştirdiğim çalışmam: Hui, “Cosmotechnics as Cosmopolitics.”
21 Oswald Spengler, The Hour of Decision: Germany and World-Historical Evolution, İng. çev. Charles Francis Atkinson (Alfred A. Knopf. 1934), 80.
22 Bkz. Hui, The Question Concerning Technology in China, §23 “Nihilism And Modernity” ve §24 “Overcoming Modernity.”
23 Spengler, The Hour of Decision, 65.
24 James Vincent, “Putin says the nation that leads in AI ‘will be the ruler of the world,’” The Verge, September 4, 2017, https://www.theverge.com/2017/9/4/16251226/russia-ai-putin-rule-the-world.
25 Recursivity and Contingency [Tekrarlama ve Olumsallık] başlıklı gelecek kitabımın amacı da bu.
26 “The Question Concerning Technology” metninde Heidegger, modern teknolojinin özünü “Gestell” olarak anlamayı önerir, bu kelime dilimize “çerçeveleme” [İng. enframing] diye çevrilir, her varlığın daimi bir kök veya kaynak olacak şekilde tasavvur edildiği anlamına gelir.
27 Kissinger, “How the Enlightenment Ends.”