Bil ki, Allah lâfzının tefsiri, kitâbın başında;Lailahe illa hu “Ondan başka Tanrı yoktur” buyruğu-Esmay-ı Hüsna’dan Hayy ve nun tefsiri de “SizinKayyum’un Tefsiri Tanrınız, tek bir Tanrı’dır. O’ndan başka bir Tanrıyoktur” (Bakara, 163) âyetinin tefsirinde geçmişti. Burada geriye sadece, Hak Te- âlâ’nın “el hayyu kayyum” tavsifinin tefsiri hakkında konuşmak kalmıştır.İbn Abbas (r.a.)’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Allah’ın isimlerinin en büyüğü,”el hayyu kayyum” lâfızlarıdır”. Hz. Muhammed (s.a.s)’in, “Bedir gününde secde halinde iken, bu kutlu isimleri zikretmekten başka bir söz söylemediğine dair yapmış olduğumuz rivayet de, bu ismin azamet ve celâlini gösterir. Akli deliller de, yapılan bu rivayetlerin doğruluğuna delâlet etmektedir. Muvaffakiyet Allah’dandır diyerek, bunun izahını şöyle yapabiliriz:
Hiç şüphesiz mevcûdât, ya tamamiyle mümkinâttan, ya tamamiyle vâci- battan, veyahut da bazısı mümkinâttan bazısı da vâcibattandır. Mevcudatın hepsinin mu’mkinâttan olması caiz değildir. Çünkü her mürekkeb varlık kendi cüzlerinden her birine muhtaçtır. Bu mürekkeb varlığın cüzlerinden herbiri “mümkin”dir. “Mümkin”e muhtaç olan, imkân dahilinde olmaya daha lâyık ve,daha elverişlidir. Binaenaleyh, mürekkeb varlık bizâtihî “mümkin”dir. Onun cüzlerinden herbiri de mümkindin Çünkü, o cüzlerin herbirinin varlığı, ancak kendisinden başka olan bir “müreccih” sayesinde yokluğuna tercih edilmiştir.
Binaenaleyh bu mürekkeb varlık, hem “mürekkeb” olması, hem de cüzlerinin herbiri itibariyle, kendisinden başka olan bir müreccihe muhtaçtır. Her türlü mümkinâttan başka olan herşey, mümkin olamaz. Binaenaleyh böylece, mümkin olmayan bir mevcut bulunmuş olur. Böylece de her mevcudun mümkin olduğuna hükmetmek bâtıl ve yanlış olur.Mevcudatın tamamının vâcibattan olduğu hususuna gelince, bu da bâtıldır. Çünkü, şayet herbiri zâtı gereği vâcib olan iki varlık bulunsa, o zaman bu iki varlık zâtı gereği vâcib olmada müşterek olur ve nefy bakımından da birbirlerinden başka olurlardı. Kendisiyle ortaklığın sağlandığı, tahakkuk ettiği şey, kendisiyle farklılığın tahakkuk etmiş olduğu şeyden başkadır.
Binaenaleyh, bu iki mevcûttan herbiri, kendisiyle ortaklığın sağlandığı vâcib oluş ile, kendisiyle farklılığın meydana geldiği başkalıktan mürekkeb olmuş olur. Her mürek- keb, kendi cüz’üne muhtaçtır. Halbuki, onun cüz’ü kendisinden başkadır. O haide her mürekkeb varlık, başkasına muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan her şey, zâtı gereği mümkin bir varlıktır. Binaenaleyh, vacibu’l-vücûd olan varlık şayet birden fazla olsaydı, onlardan hiçbirisi vâcibu’l-vücûd olamazdı.. Ki bu da, imkânsızdır..
Bu iki kısım geçersiz ve bâtıl olunca, mevcûdâtın içerisinde zâtı gereği vâcibu’l-vücûd olan tek bir varlığınjve O’nun dışında kalan herşe- yin, zâtı gereği mümkin ve de, zâtı gereği vâcibu’l-vücûd olan zâtın yarattığı bir mevcût olmuş olduğu ortaya çıkmış olur. Bu iki kısım bâtıl olunca, zâtı gereği vâcib olan hem “lizâtihî”, hem de “bizâtihî” vâcib olur ve varlığı hususunda kendisinden başkasına muhtaç olmaz. Vâcibu’l-vücûd olan zâtın dışında kalan herşey, gerek varlığı, gerekse mâhiyeti hususunda lizâtihî vâcib’olan varlığın yaratmasına muhtaçtır. O halde zâtı gereği vâcib olan, hem bizâtihî kâimdir; hem de, kendisinin dışında kalan herşeyin, gerek mahiyeti gerekse varlığı hususunda kâim olmasının sebebi olur. Buna göre Allah, bütün mev- cûdâta nisbetle kayyûm ve hayy’dır.
Binaenaleyh kayyûm, zâtı sebebiyle kâim olan ve, gerek mahiyetleri, gerekse varlıkları itibariyle kendisinin dışında kalan her şeyi ayakta tutan demektir. Zâtı gereği vâcibu’l-vücûd olan varlık mevcût olunca, her şeye nisbetle gerçek kayyûm O olmuş olur.Sonra Allahu Teâlâ bütün varlıklarda “müessir” olunca,-O’nun bu müessiriyyeti, ya “illiyyet ve icab” yoluyla, veyahut da “fiil ve ihtiyar” yoluyla olunca, hiç şüphesiz Allahu Teâlâ “el hayyu kayyum”ifadesiyle, kendisinin “illiyyet ve icab” yoluyla müessir olduğu vehmini ortadan kaldırmış olur. Çünkü hayy, “ân üstün derece aktif ve fa’âl” ;-“ederrekul feğal” demektir.
Binaenaleyh, Allahu Teâlâ “el-hayyu” tabiriyle kendisinin alîm, kâdir olduğuna; “ei-kayyûm” tav- sîfiyle de, bizâtihî kâim ve kendisinin dışındaki varlıkların da “mukavvimi” (ayakta tutanı) olduğuna delâlet etmiştir. “İlm-i tevhîd” de muteber olan bütün meseleler işte şu iki asıldan çıkmıştır:
Vâcibu’l-Vücûd Mefhumunun Mânası
1) Vâcibu’l-vücûd; mahiyyeti cüzlerden mürekkeb değildir anlamında tektir.Bunun aklî delili şudur: Her mürekkeb varlık, meydana gelmesi hususunda, kendi cüzlerinden herbirine muhtaçtır. Halbuki, onun cüzü kendisinden başkadır. Her mürekkeb başkasıyla ayakta durabilir (kâim olabilir). Başkasıyla kâim olansa, bizâtihî kâim olamaz. Böylece de “Kayyûm” vasfını alamaz. Halbuki biz, aklî delille Allahu Teâlâ’nın “kayyûm” olduğunu beyan etmiştik. Allahu Teâlâ’nın zâtı bakımından tek olduğu sabit olunca, bu aslın iki lâzımının bulunması gerekir:
-Birinci Lâzım: “Varlık âleminde, her biri zâtı gereği vâcib olan iki şey yoktur” anlamında, vâcibu’l-vücûd birdir. Çünkü böyle birşeyin varlığı kabul edilecek olsa, bu iki şey vâcibu’l-vücûd olma hususunda müşterek;) ta’ayyün- (ayrı varlık olma) hususunda farklı olurlar.
Kendisiyle ortaklığın tahakkuk ettiği şey, kendisiyle farklılığın tahakkuk ettiği şeyden başkadır. Binaenaleyh, bu iki varlıktan herbirinin zâtı bakımından iki cüz’den mürekkeb olması gerekir. Halbuki biz, bunun muhal olduğunu açıklamıştık.
İkinci Lâzım: Allahu Teâlâ’nın hakikatinin iki cüz’den mürekkeb olması imkânsız olunca, O’nun bir mekânda bulunması da imkânsız olur. Çünkü bir mekânda yer işgal eden herşey, parçalanabilir ve bölünebilir. Halbuki, Allah’ın mürekkeb bir varlık olduğunu söylemenin imkânsız olduğu ortadadır. Allahu Teâlâ’nın bir mekânda olmadığı sabit olunca. O’nun bir cihette olması da, aynı şekilde imkânsız olur. Çünkü, “mütehayyiz” kelimesinin mânası, kendisine hissî olarak işaret edilmesi mümkün olan, demektir.Allahu Teâlâ’nın bir mekânda ve bir cihette olmadığı sabit olunca, O’nun uzuvlara sahip olması, hareket ve sükûn halinde bulunması da imkânsız olur.
Allah Bizâtihî Kâimdir
2) Allahu Teâlâ kayyûm olunca, bizâtihî kâim olmuş olur. O’nun bizâtihî kaim olması da şu hususları gerektirir:
Birinci Lâzım: Allahu Teâlâ’nın, sonradan meydana getirilmiş bir şeyde (mevzû) âraz bir maddede sûret olmayıp bir mahalle hulûl etmiş (hâil) olmamasıdır. Çünkü bir mahalle hulûl etmiş olan, o mahalle muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan ise, zâtıyla kayyûm olamaz.
İkinci Lâzım: Allah Teâla nın Kayyûm Vasfı”
Alimlerden bazıları şöyle demiştir:
İlmin manası ancak, mâium olan, bilinen şeyin hakikatinin bilene, âlime belli olmasıdır. Allahu Teâlâ, başkasıyla değil, kendi nefsiyle kâim olmak anlamında kayyûm olunca, O’nun hakikati de O’nun zâtınca bilinir, zâtına belli olur. İlmin manası ancak bu hazır olma, belli olma (hudûr) olunca, O’nun hakikatinin zâtı için malûm olması; o zaman da, zâtının ancak zâtı için malûm olması gerekir. Ve O’nun dışındaki her şey İse, ancak O’nun tesiriyle meydana gelir.
Öte yandan biz, başkasını ayakta tutucu, kâim kılıcı mânasında, O’nun kayyûm olduğunu açıkladık. Eğer bu tesir bir irâde ve ihtiyar ile oluyorsa, muh- târ olan fâilin, fiilinin şuurunda olması gerekir. Eğer bu mecburen (bi’l-îcâb) oluyorsa, yine O’nun kendi dışındaki her şeyi bilmesi gerekir. Çünkü O’nun zâtı, kendisi dışındaki her şeyi icâb ettirmekte, gerektirmektedir. Biz, Allah’ın lizâtihî nefsiyle kaim olmasından, O’nun zâtıyla alîm olmasının gerektiğini açıklamıştık.. İlleti bilmek ise, malûlü bilmenin bir illetidir. İşte bütün bu durumlara göre, Âllahu Teâlâ’nın kayyûm olmasından, O’nun bütün malûmatları bilmesi gerekmektedir..
Üçüncü Lâzım: Allah, zatı dışındaki bütün şeylerin kayyûmu, ayakta tutanı olunca, O’ndan başka herşeyin muhdes (sonradan meydana gelme) olması gerekir. Çünkü Allah’ın bu başka şeyi ayakta tutmadaki tesirinin, o şeyin bekâsı,var olmaya devam etmesi halinde olması imkânsızdır. Çünkü hâsılı tahsil, muhaldir. Bu tesir, ya o şeyin yokluğu halinde icra olunur, ya da o şeyin hudûsu halinde.. Her iki halde de, her şeyin muhdes olması gerekir.
Dördüncü Lâzım: Aüahu Teâlâ bütün mümkin varlıklar için kayyûm, onları ayakta tutucu olunca, bütün mümkin varlıkların, vasıtalı yahut vasıtasız O’na istinâd etmesi lâzım.. Her iki durumda da, kaza ve kaderin var olduğunu söylemek hak olur. Bu, bizim bu kitapta birçok ayet-i kerime vesilesiyle izah ettiğimiz ve açıkladığımız hususlardandır.Allah’ın tevfiki sana yardım eder ve sen zikrettiğimiz bu çetin meseleleri iyice düşünürsen, ilm-i îlahî’ye müteallik meseleleri kavramanın tek yolunun ancak, Allah’ın hayy ve kayyûm olması olduğunu, binaenaleyh “İsm-i A’zam’- ’.ın da bu olmasının uzak görülemiyeceğini anlarsın…وَإِلَٰهُكُمْ إِلَٰهٌ وَٰحِدٌ ۖ لَّآ إِلَٰهَ إِلَّا هُوَ ‘Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır; O’ndan başkahiçbir tanrı yokfur”(Bakara, 163) ve شَهِدَ ٱللَّهُ أَنَّهُۥ لَآ إِلَٰهَ إِلَّا هُوَ “Allah, kendisinden başka hiçbir tanrı bulunmadığına şahit olmuştur”(Al-i mran, 18) gibi, ilahiyattan bahseden diğer âyetlere gelince, bunlarda Allah’ın zıddının ve benzerinin (ed-dıddu von-niddu) nefyi anlamında, tevhidin açıklanması bulunmaktadır.
Cenâb-ı Hakk’ın,”Deki: “O, Allah’dır; birdir” (ihlas, 1) âyetine gelince, bunda, Allah’ın zıddının ve benzerinin nefyi; hakikatinin cüzlerden mürekkeb olmadığı mânasında, tevhidin açıklanması bulunmaktadır.”Muhakkak ki sizin Rabbiniz,gökleri ve yeri yaratan Allah’dır”(a’raf, 54) ayetinde ise, rubûbiyyetin sıfatı açıklanmaktadır; bunda, hakikatin birliğinin açıklaması bulunmamaktadır.Cenâb-ı Hakk’ın “el hayyu kayyum” buyruğuna gelince, bu hepsine delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın kayyûm olması, O’nun zâtıyla kaim ve başkası için de “mukavvim” (ayakta tutucu, varlıkta tutan) olmasını gerektirir. O’nun zâtıyla kaim olması ise, hakikatinde bir çokluğun bulunmaması anlamında, vahdeti, birliği gerektirmektedir.“Bu, O’nun zıddının ve benzerinin (nidd) bulunmaması anlamında, “vahdet”i,ve bir mekân işgâl etmemeyi (nefyü’t- tehayyüz); bu vasıtayla da, bir cihette bulunmamayı gerektirir.
Allah’ın yine, kendisinden başka varlıkları ayakta tutan anlamında kayyûm olması, ister cismen olsun, isterse rûhen; ister akıl yönünden olsun, isterse nefis yönünden, O’nun dışındaki herşeyin sonradan meydana gelmiş olmasını gerektirir. Bu, her şeyin Allah’a dayanmasını, bütün sebep ve neticelerin O’na varmasını gerektirir. Bu da, kazâ ve kaderin Allah’tan olduğuna hükmetmeyi gerektirir. Binaenaleyh bu iki lâfzın bütün ilahi konuları ihata etmiş gibi olduğu ortaya çıkar. Bu sebeple de “Ayete’I-Kürsl” fazilet bakımından en üst noktaya ulaşmış olur.
Böylece bu durum da, Allah’ın isimlerinden en büyük ismin (İsm-i Â’zam’ın) bu vasıf olmasını gerektirir.Sonra Allahu Teâlâ kendisinin hayy ve kayyûm olduğunu beyan edince, bunu “O’nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku” beyanıyla te’kid etmiştir. Bunun mânası şudur: Allahu Teâlâ, mahlûkâtın idare ve tedbirinden hiçbir zaman gâfil değildir. Çünkü, meselâ çocuğun koruyup gözeticisi, bir an çocuktan gâfil bulunsa, çocuğun durumu aksar. Cenâb-ı Allah ise, sonradan meydana gelmiş, yaratılmış bütün varlıkların kayyîmi, bütün mümkinâtın (varlıkların) da kayyûmudur.
Binaenaleyh, onları yönetmekten gâfil bulunması mümkün değildir. Bundan dolayı, Cenâb-ı Hakk’ın”Lâ tehuzühû sinetün ve lâ nevm”buyruğu, O’nun kâim oluşunu açıklamak için getiril miş olan bir te’kid ifâdesidir. Bu tıpkı, fırsatı kaçırıp ihmalkârlık yapan kimseye söylenilen şu söz gibidir: “Muhakkak ki sen dalmışsın, uyuyorsun”Sonra Cenâb-ı Hak, kendi zâtıyla kaim ve başkası İçin de “mukavvim” olması mânasında kendisinin kayyûm olduğunu beyan edince, buna bir başka hükmü istinad ettirmiştir. Bu da, Cenâb-ı Hakk’ın,Göklerde ve yerde olan her şey O’nündür” âyetidir. Çünkü Allah’tan başka her şeyin mahiyyeti Allah ile kâim olup, varlığı Allah’ın yaratması, tekvini ve meydana getirmesi ile olunca, kendisi dışında kalan her şeyin O’nun mülkü ve milki olması gerekir ki, Allah’ın,”Göklerde ve yerde olan her şey O’nundur”beyanından murâd da budur.
Sonra Allahu Teâlâ’nın, kendisi dışında kalan herşeyin mâliki ve melîki olduğu sâbit olunca, O’nun hükmünün herşeyde cari olduğu; O’nun izni ve emri olmaksızın hiç kimsenin hiçbir şeyde hükmedemeyeceği ortaya çıkmış olur. Ki, Cenâb-ı Hakk’ın:”O’nun izni olmadıkça, O’nun nezdinde şefaat edecek kimse yoktur” buyruğundan maksat da budur.
Sonra Allahu Teâlâ’nın herşeyin mâliki olduğunu bildirince,bundan O’nun mülkünde hiç kimsenin asla bir tasarruf hakkının olmaması gerektiğini ve keza kendisinin her şeyi bilen olup kendinden başkasının ise her şeyi bilemeyen olduğunu bildirince de, O’nun mülkünde, başka hiçbir kimsenin O’nun izni olmaksızın hiçbir surette tasarruf hakkının bulunmadığını belirtmiştir ki bu da Hak Teâlâ’nın, “O, yaratıklarının önlerindekini o ve arkalarındakini bilir” buyruğunun mânasıdır. Bu, Hak Teâlâ’nın herşeyin âlimi ve bilicisi olduğuna işarettir.
Daha sonra Hak Teâlâ, ” (Mahlûkâtı), O’nun ilminden hiçbir şeyi ihata edemez” buyurmuştur ki, bu da Allahu Teâlâ’dan başkasının her şeyi bilemiyeceğine işârettir.Sonra Cenâb-ı Hak, göklerde ve yerde tam bir mülkiyete ve hükümranlığa sahip olduğunu beyan buyurunca, gökler ve yerlerin dışında kalan şeylerdeki mülkiyetinin daha yüce ve daha büyük olduğunu ve vehmedenlerin vehminin kendisine ulaşamıyacağını, yine hayâl edenlerin hayallerinin O’nun en aşağı derecesine yükselemeksizin sona ereceğini beyân buyurarak, “O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine almıştır” buyurmuştur.
Sonra Allahu Teâlâ, her şeyde kendi hükmünün ve mülkünün aynı nitelikte ve aynı şekilde olduğunu beyân ederek,”Bunları korumak, O’na ağır da gelmez” buyurmuştur.Sonra kendisinin bütün muhdes, mümkin varlıkların ve mahlûkatın mukavvimi, ayakta tutanı olduğu mânasında kayyûm olduğunu beyan edince, kendisinin, kendi nefsi ve zâtıyla kaim olduğu, herhangi bir işte herhangi bir kimseye muhtaç olmaktan münezzeh olduğu mânasında kayyûm olduğunu açıklamıştır.
Böylece Allahu Teâlâ, bir mekâna muhtaç olan mütehayyiz, mekân tutan; bir zamana muhtaç olan bir mütegayyir, değişken varlık olmaktan münezzeh olduğunu belirterek, “O, çok yüce, çok münezzehtir” buyurmuştur. Bundan murad, Cenâb-ı Hakk’ın, hiçbir şeyde başkasına muhtaç olmama; sıfatlarından herhangi bir sıfat ve vasıflarından herhangi bir vasıf hususunda mahlukâta benzemiyeceği mânasındaki yücelik ve ululuktur.
İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, âyetin başında beyan buyurduğu zâtı ile kâim, başkasını ayakta tutan, mukavvim manasında kayyûm olduğuna işaret ederek, “O, çok yüce,çok büyüktür” buyurmuştur.Aklı, söylediklerimizi anlayabilen herkes, beşerî akıllar nezdinde, İlahî hususlara dair bundan daha mükemmel bir söz ve bü âyetin ihtiva ettiği delilden daha açık bir bürhan bulunamıyacağını anlar.
Fahruddin er Razi – Tefsir-i Kebir,cilt.5,syf;404,410
0 Yorumlar