Abdurrahman Arslan – Dünyaya Müslümanca Bakmak ”Alıntılar”
Modernist insan rasyonel insandır.Yani kendini akla göre tanımladığından dolayı rasyoneldir.Aslında sorun Batı açısından Batıda
kalsaydı, belki çok büyük bir problem olmazdı, kendi problemiydi. Fakat Batılı insan, bu insan modelini, mükemmel bir insan modeli olarak bütün insanlığa yaymaya çalıştı ve bunu evrenselleştirdi. Dolayısıyla da insandan anladığı; kendi insan tanımı kavramı içinde bir insandı. Bunun dışında kalan herkes biraz eksik bir insan olarak anlaşıldı ve evrim geçinmesi gereken bir insan tipi olarak düşünüldü.
Biliyorsunuz eski Grek’te de buna benzer şeyler vardı. Gymnaziuma çıplak olarak girmeyen insan barbar olarak tanındı. Modern zamanda da aklını kendine rehber edinmeyen, kendini aklıyla düzenlemeyen insan ise az gelişmiş veya geleneksel insan tipi olarak düşünüldü, tanımlandı. Burada beklenen şey az gelişmişin veya gelenekselin geçireceği bir evrimle kendisine yaklaşacağını varsaydı; yani kendisinin ilerlemesinde geride kalan bir konum içinde bu insanı değerlendirdi. Tabiî yakın zamana kadar bu böyleydi. Fakat ne zaman ki dediğimiz gibi, 20. yüzyılın sonlarında bu insan tanımı çatladı, artık Batı yeni bir arayışın içerisinde buldu kendini.(s.31)
Evet, çünkü modernitenin özelliği parçalamak ve kategorize etmektir; sonra da her kategoriyi kendi bağımsız bağlamı içinde değerlendirmektir. Müslüman olmak bu tür düşünce biçiminin dışına çıkmak demektir zaten. Şu an Müslümanlar bu parçaların herhangi birinden hareketle hayatını yaşıyor ve parçalanmayı görmüyor. Kendisi kimlik olarak Müslüman fakat amel olarak bu parçalanmışlıktan gelen bir tecrübenin hasılasını ortaya koyuyor. Dolayısıyla yapılması gerekenlerin başında bu parçalanmadan kurtulmak geliyor. Ben faydalı, iyi ve helal bir eylemde bulunacağım ve hem de aynı zamanda da bu iktisadî, siyasî ve sosyal olanı da içerecek.
Zaten bütün bunları birbirinden ayrıştırmadan böyle bir eylem ya da bir amel, hareket ortaya koymak durumundayız. Ama eğer benim öncelikli olarak o parçalanmış kategoriden gelen iktisadî bir hedefim varsa o zaman ben bütün bunları ihmal ederek amel ve eylemimi iktisadî bir eylem olarak görüyorum. Dolayısıyla da farkına varmadan onu ahlaktan ve ilkelerden ayrıştırmış oluyorum. Bugün Müslümanların yaptığı budur. Bu da zaten Batıdaki birey kavramıyla aynıdır.(s.35)
Konfüçyüs’e göre bozulan toplumu düzeltmek için kelime ve kavramlardan işe başlamak lazım. 21. yüzyıl modernitenin çöktüğü ve yeni bir teoriye göre toplumun oluştuğu bir çağdır. Müslümanlar bunu kendi lehlerine çevirmelidirler. Çünkü postmodernite daha tehlikeli geliyor. Postmodernite, Müslümanlara; “ibadet etmeyin’ demiyor.
Hâlbuki modern dönemde örneğin Kemalist modernleşme ibadetlere engel oluyordu. Şimdi artık Müslümanlar üniversitelerde namaz da kılacaklardır, belki cübbe de giyeceklerdir ama içten içe de deforme olacaklardır. Postmodern felsefenin en temel amacı budur. Bir bilinci ait olduğu yerde bırakmıyor. Onu muhteva olarak dönüştürüyor.
Modernite dünyayı fizik olarak değiştirdi, Ama postmodernite muhteva olarak değiştiriyor. Bu değişim varlıkta ve toplumda devam ediyor. Burada muhafazakâr bir sürece girdik. Mevcut devam edecektir ama muhteva/içerik değişecektir. Bunda da görüntü kültürünün ya da görsel kültürün etken olduğunu düşününüyorum. Toplumların değer dünyalarını ve insanların zihinlerini içerik olarak değiştiriyorlar.(s.56)
Yemek meselesi hakkında bir İngiliz kadın bana; Amerikalılar gelmeden önce, 60’lara kadar Londra’da sokakta bir şey yenilmediğini söylemişti. Çünkü toplumların geleneklerinde bu tarz şeyler var. Babalarımızın büyükçe bir mendili vardı ve her sabah annelerimiz o mendili babamıza verirdi. Eğer ekmek alacaksa ona satsın ki kimse görmesin. Çünkü başkalarının da canı çekerdi, zira biz Müslümanız. Bu, şeriata aykırı mı? Hayır. Ama bu detaydır, mahiyettir. İnsanımızın mahiyeti kırılgan hale geldi. Şimdi biz bu mahiyeti yeniden inşa edeceğiz ki, onun amelleri başkalarına da örnek olsun ve toplumu böyle kuralım. Bu malzemenin içi boşaldı, fakirleşti?(s.60)
Her özgürlük telakkisi nihayetinde onu inşa edip benimseyenlerin inançlarından, dünya görüşlerinden, ideolojilerinden bağımsız ve tarafsız bir şekilde var olmaz. Yani tarafsız olma gibi bir hususiyet taşımaz. Bugün bizim de içinde gıdalandığımız ve fikirler serdettiğimiz modern özgürlük telakkisi için bu fazlasıyla geçerlidir. Eğer, Hıristiyanlığın yasakladıkları, sekülerleştirilip günah olmaktan çıkartılmasaydı kanaatime göre bugünkü modern özgürlük telakkisini’ bu haliyle oluşturmak mümkün olmazdı.
Ortaçağın karanlık ve baskıcı, yeniçağın da özgürlük çağı olarak vasıflandırılması bir tesadüf değildir. Zaten yeniçağ bu meseleyi çok tartışmıştır, ama bu tartışmayı yaparken bile ortaçağın kopyası olmaktan bir türlü kurtulamamıştır. Korkarım ki bizim tesettürlü ya da tesettürsüz Arşimetlerimiz de bu kopyanın kopyası olduklarının farkında değiller.
Bilinmeyen bir şey değil, en anlaşılır halini de Auguste Comte zaten demişti, modern zihniyete göre din insanın ve onun zihninin yani aklın özgürleşmesine manidir. Çünkü bu zihniyet hakikati bulmak için bir tabula rasa insan zihnî olduğuna yakın zamana kadar insanlığı aptal yerine koyarak inandırdı. Ve dine ait her şeyi insan zihninin gelişmesine bir mani olarak gördü. Bereket postmodernizm bu aptallığa son verdi de kurtulduk. İslâm saf bir aklın/ zihnin mümkün olamayacağını bize hatırlatır.
Hele bu mevzuda Allah ondan razı olsun İmam Gazzâlî’nin söyledikleri neredeyse Grek ve modern akla bir cevaptır; hatta Kant’ı da buna katmamız gerekir. Bu yüzden biz Müslümanlar insanı ve onun aklını sadece dinin özgürleştireceğine inanırız. Bunu kabul etmeyenler en başta kendi nefislerinin tutsağı olmaktan kurtulamazlar.!(s.94)
‘Emri bilmarufun Müslümanda ve Müslümanların yaşadığı bir toplumdaki tezahürü şu olmakta: İslâm’ın haram kıldıklarının imandan ve toplumdan yani hayattan uzaklaştırılması ve helal kıldıklarının da insanı ve toplumsal hayata yakınlaştırılması.
İslâm’a göre helal ve haram tevhid ve şirk ya da zulüm ve adalet bir arada, yanyana bulunamaz. Bunu Müslüman güzel bir şekilde düzeltemiyorsa: Müslümanı dinamik kılan bir güç olarak tam da bu noktada “tahammül” devreye girer; bu da Müslümanın akidesini tehlikeye düşmekten korur. Postmodernist kültür ve siyaset haram ve helallerin duyarlılığı üzerine kurulmuş Müslüman muhayyileden bunlarla ilgili bir melezleşme ve umursamazlık göstermesini istiyor.
Doğrusu bu kültürü içselleştirdikçe akıllar uyuştuğundan bu gerçekleşmekte; Müslüman muhayyile haram karşısında duyarsızlaşmakta
ve iman en zayıf hali içinde hareket etmektedir.(s.98)
’Hakikat üzerinde şüphe belirdiğinde ya da hakikat ortadan kalktığında doğru ve yanlış, iyi ile kötü veya helal ve haram telakkisi üzerinde şüphe oluşmaya başlar. Bunlar önce şüphe ile karşılanır, sonra da hayat tanzim edici bu değerler yavaş yavaş dönüşmeye başlar. Dünya ölçeğinde benimsenen veya geçerlilik kazanan yaşamakta olduğumuz “hayat tam” artık Müslüman için “ortak iyi”si olan, helal ve haramın ya da iyi ve kötünün hudut koyduğu bir hayat tarzı olmaktan çıkıyor. Düzenleyici ve anlam verici değerlerin ortadan kaybolmasından çok daha önemli olan, onların aslî anlamlarını kaybetmesi ve kurucu işlevlerinin omadan kalkmasıdır. O zaman da sözgelimi bugün işaretlerini gördüğümüz gibi, biz ve öteki arasındaki tefrik edici farklılık, farklılık olmaktan çıkar ve sıradanlaşır.
Çelişkili olacak gibi ama bugün herkesin kendi farklılığına vurgu yaptığı bir dünyada aslında farklılık ortadan kalkmıştır.Bu bir sıradanlaşmadır: insanın içine düştüğü derin bir kuyu. Böyle bir durumda kanaatime göre sorun artık insan değildir; onun anlamlarının dönüştürerek boşalttığı değerlerin kendisidir. Yapılması gereken “anlamın” yeniden eski yerine iade edilmesi ve amellere rehber olabilmesi için iman ve amel tutarlılığının yeniden inşasıdır.(s.103)
Kavramların anlam dünyasının dönüştürülerek yeniden inşa edilmesi, evvela zihin dünyasını/düşünme tarzını dönüştürür, sonra da sosyal ilişki ve yaşam tarzımıza uzanan bir değişime kapı açar. Yaşamak ve inanmak arasında koparılması mümkün olmayan bir ilişki olduğu gibi, konuşmakla inanmak arasında da bir ilişki vardır. Bunlar daima karşılıklı etkileşim içinde bulunurlar.
Bugün insanların zihinlerini düzenleyen bir ideolojinin dilini kullanmak, bir zaruret gibi görünse de, esas önemlisi hak etmediğiniz halde sizin bir düşünce adamı olmanıza, bir düşünce adamı olarak kolayca kabul edilmenize yetiyor ve artıyor bile. Zaten bu da fazla bir maharet gerektirmiyor. Hele bizim gibi kendi ilim ve düşünce geleneğinden kopmuş olanların taşıdığı aşağılık kompleksi, bu taklit sürecini daha çok meşrulaştırıyor, maalesef.(s.114)
Başkalarına ait yöntemlerle İslâmî bir bilgi asla üretilemez; bunu kesin bir dille ifade etmemizde fayda var. Müslümanların meselelerini, karşı karşıya kalmış oldukları, bir cihetten dolaylı olarak dayatılan düşünce, tahlil, tartışma ve çözüm bulma tarzlarıyla değil, bunları kendi İslâmî usulleri içinde düşünmeleri, ele almaları, tahlil etmeleri gerekiyor. İslâm “isim koyucu/teşhis edici’ olmalıdır.
Başkalarının isim koyup anlamlandırdıklarına, indirgemeci bir zihinle, İslâm’da bir karşılık aramaktan vazgeçmeliyiz. Çünkü o zaman da çok farkında olmadan, İslâm’dakini, karşılık aradığımızın anlam dünyasına indirgemekteyiz. Bu yüzden bugün “yorgun bir İslâm’ ile karşı karşıyayız. Yanlış bir düşünme yoludur bu ve sağlıklı düşünmemize başından beri imkân vermemektir.
Uzun bir tarihsel dönem sonrasında artık bunu anlamamız lazım. Bu bize klasik ilim geleneğimizin sadece dilini değil, meseleleri hangi mantık örgüsü içinden, nasıl düşündüğünü de öğrenmemiz gerektiğine işaret ediyor. Yani ‘düşünmeyi’ nasıl düşüneceğimizle ilgilidir bu. Buna ‘O düşünce, çağımızın meselelerine cevap veremez’ gibi içi boş ve modası geçmiş bir slogana dayanarak sakın cevap verilmesin; çünkü bu asla meşru bir cevap sayılamaz.
Bununla o günün dile getirilmiş düşüncesini söz konusu etmiyorum, söz konusu etmeye çalıştığım o günün Müslüman muhayyilesinin neyi düşündüğüyle değil, ‘nasıl düşündüğüyle’ ilgilidir. Kaldı ki insanoğlunun sorunlarının, iyi bakıldığında, fazla değişmiş olduğunu söylemek zordur. Değişen, insandan çok onun içinde yaşadığı ve etkilendiği eşya dünyamızda.(s.117)
Kabul edelim ki birçok meselede olduğu gibi kadın meselesinde de Batı karşısında duyduğumuz aşağılık kompleksiyle düşünüyoruz; Batıdaki eşitlikçi ideolojinin siyasî/dinî arka planından olduğu kadar, kadın meselesinin tarihsel köklerinden, Hıristiyanlık ve modern zamanların “beden’ algısından, ‘mahremiyet’ telakkisinden haberdar değiliz. Müslüman entelektüellerin başarısızlığını gösteren önemli meselelerden biri de budur. Üstelik Müslümanların erkekleri de kadınları da, bugün kadın meselesine bir oryantalist gibi bakmaktalar.
Bunu oryantalistlerin başarı hanelerine yazmamız gerekiyor. Oryantalistler, Müslüman kadının eve hapsedildiğini, dört duvar arasında yaşamaya mahkum edildiğini, okutulmadığını söylediler ve halen söylemekteler. Kendi Batılı tecrübesinden hareket ederek dünyaya kendisi gibi olması için nizam veren Batılı düşünce ve oryantalistlerin resmettiği kadın ideali, açıktır ki Batılı kadındı.
Bu idealin evvela Afrika’nın siyah kadının intihara sürüklediğini hatırlamak gerekir. Çinliyi, Hintliyi bir kenara bırakarak Müslüman kadınla ilgili olan kısmına baktığınızda, bizim bu oryantalist eleştiriyi doğru bir teşhis olarak kabul ettiğimizi ve şimdi de bunu tedavi etmek üzere ne yapmak gerekirse onu yaptığımızı söyleyebiliriz.
Şüphesiz bu kabul, Müslüman kadının yeniden tanımlanmasını beraberinde getirdi. Bu tanımda Müslüman kadının oryantalist söylemdeki Batılı kadından tek farkı başının örtülü olmasıydı. Böyle bir kadın ve ona bağlı ‘beden’ anlayışında, elbette ki ‘hicap’, bugün olduğu gibi, bedene artık yabancı kalacaktı.(s.120)
Bir toplumun neyi yiyip neyi içmediği, her zaman onun inanma biçimiyle ayrılmaz bir ilişki içindedir. Kadın-erkek ilişkisi de aynı şekilde buna benzer; Eğer bir toplumun dünya görüşünü değiştirmek istiyorsanız, işe kadın erkek ilişkisini değiştirmekle başlayabilirsiniz. Gerisi akan süreçler tarafından belirlenmeye başlar. Aslında bu değişimi evvela Müslüman kesim başlattı.
Siyasî, sosyal bir başarı ve bunun kanıtı olarak kamusal alanda yer almak ve bütün bunları “parti, dernek, yardımlaşma” adı altında, İslâm’a hizmet etmek adına yaptık. Bunların hepsini İslâm’la meşrulaştırdık. Bu İslâm ve dindarlık adına birçok şeyin değişmesi demekti. Zaten sekülerleşme de dinden kopmak değil, yapılan her şeye dinî bir meşruiyet kılıfı bulmaktır. Tesettürlü olmayan muhafazakâr kesimin bu kadar fisebilillah ve kural tanımaksızın kendi kadınlarını bu şekilde kamusal alana ‘boca’etmediklerini de burada kaydetmeliyiz.
Müslüman kesim bu meşrulaştırmayı kolayca yapabildiğinden dolayı evlerini, gönüllü olarak terk ettiler. Batıda yaşanan tecrübeden de biliyoruz ki böyle durumlarda eve bir daha dönüş olmuyor. Bu süreçlerde boşanma sayısı artıyor,çocuk sayısı azalıyor, evlenme sorun oluyor, akraba ilişkileri bitiyor. Yani annelik ‘fakirleşiyor’.(s.121)
Modernizm üç şeye ciddî mesafe koymuştur. Üzerinde çok düşünmediğimiz üç unsur. Mesela devletle birey arasında bireyin özgürlüğü anlamında, özgürlüğünü güvence altına almak için modernizm, sivil toplum ve siyasal toplum diye bir ayrım yapar. Bunu yaparken bireyle devlet arasına bir mesafe koyar. Bireyi sivil toplumun içine koyar ve siyasal toplum dediğimiz devleti de ondan ayırır, araya bir mesafe koyar. Sonra bu sivil toplumun içinde özel alan ve kamusal alan diye bir ayrım yapar. Burada da yine toplumla birey arasına bir mesafe koyar. Çünkü toplumun bireyin özgürlüğünü kısıtladığını düşünür; siyasal iktidarın bireyin özgürlük alanını kısıtladığı düşünülür bir de kilisenin bireyin özgürlüğünü kısıtladığını düşünür. Laikliği de bunun için ikame eder.
Laiklikle kilise ile birey arasında, siyasal ve sivil toplum ayrımıyla bireyle devlet arasına, özel alan ve kamusal alanla ise bireyle toplum arasına bir mesafe koyar. Bu mesafe daraldığında batılı insan feryat eder: “Özgürlüğüm elimden gidiyor! ” Bu yüzden batılı insanın bütün mücadelesi bu mesafenin genişletilmesine yöneliktir. Bu mesafeyi genişlettikçe kendini özgür hisseder. Dikkat ederseniz burada ortaya çıkan manzaranın böyle okunabileceğini görürsünüz.(s.156)
Yani benim kanaatime göre modern toplum tekasür yani çoklukla övünen bir toplumdur. René Guenon’un ifade ettiği “niceliğin egemenliği” noktasındayız. Modern dönem bir bakıma budur.Niceliğin egemenliği. Fakat postmodernizmle beraber bu değişiyor. Bence modernizmin yarattığı toplum Kur’an’ın dediği tekasür toplumudur. Ne kadar lüks ev sahibiysek, ne kadar çok arabanın sahibiysek bunlarla övünüyoruz.
Peki, bunların hangisi sahici ihtiyaçtır,hangisi değildir bunu ayırt edemiyoruz. İnsanın ihtiyaçları vardır tamam. İnsan ihtiyaçları olan bir varlıktır. Fakat modernizm o kadar çok suni ihtiyaç oluşturdu bunların miktarını o kadar çoğalttı ki artık sahici ihtiyacımız nedir bunu çözemiyoruz.(s.162)
Sonuç olarak, ulus devlet Batının kendi tarihsel tecrübesi içinde ve sadece kendine has bir tecrübe olarak Roma Katolik kilisesine bir alternatif olarak doğdu. Elbette doğup gelişmesi sırasında kendisine kaynaklık eden, kendisine ait bir geçmişi var. Örneğin; Helenistik dönemin şehir devletinden ilham almıştır. Şu söyleyeceğimi unutmayın! Modernlik, bir ümmetin parçalanmasıdır aynı zamanda. Aydınlanma ise, parçalanmış bir ümmeti, başka bir temelde yeniden bir araya getirme projesidir.
Eğer bunları bilmiyorsak Avrupa Birliği’ni anlayamayız. Avrupa Birliği’nin bir arketipi vardır Batıda. Çünkü Batıda, hukukî ve kültürel bir parçalanma değil, sadece siyasal bir parçalanma görülmüştür. Yani Katolikliğin hüküm sürdüğü o büyük topraklarda, siyasî olarak her imparatorluk, her prens ya da sonrasında her ulus devlet kendisine ait özerk alanlar oluşturmuştur. Parçalandı, doğrudur.
Fakat Aydınlanma, akılcı bir temelde Batının o büyük parçalanmasının önüne geçecek, yeniden birleşmeyi sağlayacak bir proje olarak ortaya çıkmıştır. Avrupa Birliği’ne baktığımızda, yine o projenin, o talebin halen devam etmekte olduğunu görürüz. Çünkü Avrupa Birliği düşüncesi, bize söylenenin tersine, Batının tarihine yabancı bir düşünce değildir.(s.169)
Ulus devlet, öyle göründüğü gibi masum bir şey değildir. Bence insanoğlunun tarihinde karşılaştığı en büyük felaketlerden biridir ulus devlet. Çünkü insanoğlunun tarihinde hiçbir zaman tatmadığı acılar ve sorunlar doğurmuştur: Dil sorunu, din sorunu, kaynakların bölüşümü sorunu, bölünme sorunu, toprak sorunu…
Bütün bunların hepsi, ulus devletle birlikte ortaya çıktı. Çünkü ulus devlete kadar hiç kimse, hiçbir topluluk, hiçbir uygarlık, toprağın belli bir çizgiler çizilip “Burası bana ait, orası sana ait” diye bir egemenlik kavramı tatmamıştı. Ulus devletle birlikte gelen toprak anlayışı, toprağın üstünde yaşayan insanlarla kendi egemenliğini özdeşleştirmiştir. Oysa bu, ulus devlet öncesinde hiçbir devlet modelinde görmediğimiz bir şeydir.
Kanaatime göre insanlar -ki en gaddarı Roma İmparatorluğu- ulus devlete nazaran, imparatorluklar döneminde çok daha rahattılar. Ulus devletteki kadar özgürlükleri tehdit altına girmemişti. Bize tam tersi öğretilmiştir. Evet, kılıçtan geçirilme vardı, öldürülme vardı ama ulus devletteki gibi denetim altında tutulmamışlardı. Dolayısıyla insanlar imparatorluklar döneminde daha özgürdüler.(s.171)
Ulus devletler, kuruluş süreçlerinde kendilerine bir meşruıyet alam bulmak için, başta Batı olmak üzere, yaşadıkları dinden önceki döneme dönüş yaparlar. Mesela Batı, Hıristiyanlık öncesi Helenistik döneme döner ve bu dönemi kendi beslenme kaynağı olarak görür. Batı dışı toplumlarda da bunun bir benzerini görürüz.
Mesela, Cezayirlilerin uluslaşma sürecine bakın, İslâm tarihini atlar, Kartacalıları; Mısırlılar İslâm dönemini atlar, Firavun dönemini, Iraklılar İslâm’ı atlar Babilleri kendi geçmişleri olarak görürler. Türklere bakarsanız Orta Asya’yı, Orhun Abideleri’ni görürler, Kürtler Medleri görürler. Ama hepsi yaşamış bir dinin tarihini atlayarak, seküler olan dunyada kendilerine bir tarih ararlar. Çünkü dediğim gibi, ulus devlet sentetik bir yapıdadır. Vatandaşı nasıl inşa ediyorsa, uyduruk bir tarih inşa etmelidir ki meşruiyet elde edebilsin. Aksi halde kendinç ne ile meşrulaştıracak?(s.178)
Batının hegemonyacı gücüne karşı ulus devlet bir‘kalkan olarak düşünüldü. Deyim yerindeyse milliyetçiliğe ve ulus devlete, antiemperyalist bir görev yüklendi. Ama aradan zaman geçtikçe, bunun yanıltıcı olduğunu gördük. Bizi emperyalizme teslim eden, bizzat ulus devletin kendisi oldu. Uzun bir tecrübeden sonra bunu anlayabildik.
Toplumlar, ulus devlet eliyle dönüştürüldü ve aslında batılı tarihin parçası haline getirildiler. Herkes kendi tarihi ile övünür. Ancak bu tarih, Batının inşa ettiği tarih tezine bir yamanmadır. Bu anlamda her ulusun, kendine ait bir tarihi varmış gibi görünür ama nihayetinde bu tarih, evrensel tarihin içinde bir noktadır. Nihayetinde bu tarih tezinin temelini batı icat etmiştir.
Batı dışı toplumlar, ulus devlet kurarak, belki kendimizi koruruz diye düşündüler, ama aynı zamanda ulus devlet,bu insanları modernleştirmek gibi bir görev üstlendi. Elit tabaka çıktı ortaya ve insanları eğitim yolu ile modernleştirdiler. Peki, batı dışı toplumların, modernleşme süreci umulduğu gıbi mi oldu? Hayır, umduklarına ulaşamadılar. Zaten kendisi bozuk bir projeydi.(s.180)
Çok kültürlü yaşam ulus devletin tek tipleştirici yapısına bir anti tez olarak mı gelişmiştir?
Burada bir yanlışlık var diye düşünüyorum. Tek tip kültür, modern projenin kendisidir. Ulus devletler buna ivme katmış olabilirler. Şiddet araçları kullanarak onun uygulamasını katı hale getirmiş olabilirler ama modern projenin kendisinde tek tipleştirme vardır. Bunun en basit örneği, eşitlik ideolojisidir. Eğer siz her şeyi eşit hale getiriyorsanız, bu aynı zamanda tek tipleştirme demektir, bu bir.
İkincisi, ulus devlet pozitivizm üzerine kuruludur. Bana göre, bizim gibi ulusların, sizin gibi gençleri tarafından bunun incelenmesi gerekir. Bu çok aldatıcı bir şeydir. Farklılık diyorlar. Pozitivist, tek hakikat üzerine kurulu dünyada, farklılığı nasıl tanımlayacağız? Sizin farklı giyinmeniz, benim farklı giyinmem farklılığımız değildir. Görünüşte bir farklılıktır. Onu da zaten kapitalizmin modası giydiriyor. Sorunlara bakış biçimimiz tek bir ideoloji, pozitivist temel üzerinden kuruluyor. Benim bunun dışında bir tercihte bulunma hakkım var mı? Yok.(s.183)
Modernliğin Kemalist uygulamasından gelen problemleri, Kemalizmin kabahatiymiş gibi düşünüyoruz. Öyle değil. Kemalizm, onun şiddetini arttırmıştır. Örneğin Kemalizm, başörtüsü ile üniversite okunmasın diyor ama modernlik bunu demiyor. Modern düşünce tarzına göre başörtülü de okuyabilir. Çünkü öyle okuduğu zaman onun zihni de modernliğin inşa etmek istediği zihin olacaktır. Dolayısıyla onun davranışları, hayata bakışı, o zihnin içinden cereyan edecektir.
Modernlik açısından başörtüsü bir aksesuardır. En azından modernliğin söylemi budur ama onu bütünüyle yasaklayan Kemalist bir uygulamadır. Bir başörtüsü taktığınızda, modernliğe karşı çıkmıyorsunuz aslında. Bu bir itiraz değil. Biz bu kadar tecrübeden sonra gördük ki bunun sahici bir itiraz tarafı yok. Daha sahici itirazlar koymak lazım ortaya. Modernliğin hakikat anlayışına karşı itirazda bulunmak, ötesinde hayat tarzına karşı itirazda bulunmamız lazım.(s.184)
Medeniyet perspektifi ile tarihe bakmanın çok yaygın olduğunu söyleyebilir miyiz?
Günümüzde benim gözlemlediğim kadarıyla yeni kuşak “medeniyet” kavramından hareket ederek yani Batı’nın tarihe bakış usulüyle tarihine bakıyor. Yani sürekli olarak tarihin ve zamanın daha iyiye gittiğini kabul eden ilerlemeci ve tekamülcü bir medeniyet perspektifiyle bakıyor, tarihi daha kötüden daha iyiye giden bir süreç olarak algılıyor. Biz tarihin böyle bir süreç işlediğini kabul edemeyiz bir Müslüman olarak. En azından ben böyle düşünüyorum.
Tarihte çürüme de vardır neşvünema bulma da vardır. Eğer neşvünema bulma dönemini söz konusu edersek bu peygamberlerin geliş dönemlerine denk gelir. Eğer insan medeniyet algısında olduğu gibi tarihi süreç içinde kemal noktasına doğru gidiyor olsaydı o zaman peygamberlere gerek kalmazdı. Bu da hayal kırıklığına yol açabilir. Bu şekilde tarihe bakmak çok cazip geliyor gence… Bir de tarihe bakma hususunda bir kolaycılık getiriyor. Belki de bunun için bu kadar revaçta…(s.190)
-Eleştiri dediniz. Biz eleştiri-tenkitten ne anlamalıyız, nasıl olmalıdır?
Bir kere Müslümanlar, Batıda yürürlükte olan ve bize de yutturmaya çalışılan bu eleştiri dedikleri yapay kavramı iyi anlamalılar. Herhangi bir doğruya, ya da herhangi bir hakikate inanmayan bir aklın eleştirisı Müslümanlar açısından kıymetli değildir. Batılı akıl böyle bir eleştirinin sembolüdür. Bundan dolayı da Batıdaki her şeyi eleştirmek hastalığı o aklın imanı haline gelmiştir.Oysa bizim aklımızın eleştiremeyeceği şeyler vardır. Haddini bilmesi gereken seviyeler vardır. Yani o akıl kendini bir yere, sonra bir neden-sonuç ilişkisine bağlamalıdır.
Şimdi Müslümanlar, kendini hiçbir zemine, ideolojiye bağlamayan bir akılla, “biz eleştiri yapamıyoruz-edemiyoruz” deme safsatasına bürünüyorlar.Hayır, bence biz hâlâ meselenin tam olarak ne olduğunu anlamadığımızı gösteriyoruz.
-Aslında eleştiriyi yapamıyor olmamızın çözüm üretemiyor oluşumuzdan mı kaynaklanıyor? Bizde alışılagelmiş eleştiri hep “yıkıcılık” üzerine gerçekleşmiş. Yıktığının yerine koyabilecek bir önerisi olmamakla devam eden bir anlayış var.
Eleştiri yaparken bence eleştiri yapan o aklın, hareket ettiği sabit bir noktası yok. Zaten fikrî bir dayanak olmadan yapılan şeyin adı eleştiri olmaz. Onun adı Batıdaki anlamda bir eleştiri olur. Eski Greklerin eleştiri anlayışından farksız bir görüntü sahibi olur.(s.207)
İnancın Yaşam Alanı
İmanla yaşam biçiminin nihaî anlamda ve pratikte biıbirlerinden kolayca ayrıştırılamayacağına, ayrıştırıldığında ise bunun istemediği halde insanı ikiyüzlülüğe mecbur bırakacağına inandığımdan, her “inancın” kendine ait bir “yaşam alanı” olması gerektiğini düşünüyorum. Bunun da gizlilikten kurtulmasının, kendini ifade etmesinin sadece çoğulculukla halledilemeyeceğine, halledilebilmesi için onun yaşam biçimini tutarlı bir şekilde yerine getirebilmesini sağlayacak kendine has bir ontolojik zeminin olması gerektiğine; bunun da ancak adalet/ahlak ilkeleriyle sağlanabileceğine inanıyorum.
“Onun” benimle, benim de onunla din konusunda “savaşmadığı” süıece ateist/inanmayan, yani bana göre başka dinden olanla aramızda ciddî bir Sorun olacağını düşünmüyorum.
Kabul edelim ki bazı insanî tercihler vardır ki karşılıklı anlaşma veya müzakereyle çözülemez, aslında çözülmesi de gerekmiyor. Çözerek benzeş hale getirmeye çalışan bazı “arındırıcı” zihniyet, kanaatime göre esasında sorun çözmüyor, beşerî olan her şeyi aslî olandan uzaklaştırıyor.(s.228)
Bilginin aktarılmasında bundan çok daha önemli diğer bir yer ise ailedir. Ama okula tanınan bu öncelik, esas olması gereken aile içi eğitimi önemsizleştirmekte ve hor görülmesine sebep olmaktadır.
Ne var ki ev hem eğitimi hem de eğitimin esas mekânını temsil eder ve “ücretsizdir” de. Evde her gün farkında olarak veya olmayarak, bilgi çocuğa yaşanarak aktarılır. Yani bilgi sözel olarak değil, amelî düzeyde bir yaşama tarzı, bir tavır olarak çocuğa aktarılır. Bu mekânda “eğitim ve öğretim” birbirlerine içkin olarak aktarılır. Bu sosyalleşmenin diğer adıdır. Çocuk iyiyi ve kötüyü, ahlakî olanı ve olmayanı, helâli ve haram ama belki de en önemlisi hayâ ve mahremiyeti evde öğrenir.
İnsanın sosyal dünyasının, ilk oluştuğu yerin aile olduğunu unutulmamalı. Kur’an’ın çocuğun dinini ailenin nasıl belirlediğine dair hatırlatması önemlidir. Müslümanların ailelerinin aynı zamanda bir cemaat olduğunu ve esas eğitimin burada gerçekleştirileceğini unutmamaları gerekiyor. Bireyci Müslüman tipinin kreşlerden başlayan bir eğitimle ortaya çıktığı yine hatırda tutulmak diye düşünüyorum.
İslâm’ın öngördüğü eğitimin esas amacı insanı mümin ve muttaki yani iyi bir kul yapmaktır. Bu yüzden İslâm eğitimde ahlak ve edebe önem verir;yani İslami bilgi bunlara içkin özellik taşır.Unutmamamak gerekir ki, modern zihniyet ahlak ile bilgiyi birbirlerinden ayrıştırmıştır. Bu yüzden modern bilginin amacında insanı daha ahlaklı kılmak yoktur. İslâm insan zihnini öncelikle Kur’an’la tanıştırmak ister, eğitim söz konusu olduğunda. İster ki başka dünya görüşleri bu zihnî kendine göre şekillendirip kirletmesin.(s.235)
Felsefî anlamı içinde dünyevîleşme dinin reddi değildir;dinin varlığı veya yok oluşu gibi iki kaışıtlığın birbirlerini inkâr ve kabul etmesi meselesi de sayılmaz. Dünyevîleşmenin itikat üzerinde meydana getirdiği en önemli tesir, şüphe uyandırmasıdır. Dünyevîleşme dinin dünyevî idealler için kalpleri rahatlatıcı ve meşrulaştırıcı bir kaynak haline; dinin hakikat telakkisinin anlam ve işlev olarak mevcut hayatı tanzim eden dinamiklere bilhassa sosyal ilişkileri düzenleyen iktisadî dinamiklere uyum gösterecek hale getirilmesidir.
Bu süreçlerde “Tanrı, hakikat, ahiret, fanilik, ortadan kaybolmuyor ama içerik anlamlarından boşalıyorlar. Dünyevîleşme, dindarlığı Hıristiyanlığın manastır tecrübesindeki gibi ya aşırı “bâtında”, ya da bugün açık bir şekilde görüldüğü gibi aşırı “zahirî’de aranması olarak, bu iki kutup arasındaki ilişkinin koparılması veya birinin diğeri aleyhine cereyan etmesidir.
Bu bağlamı içinde dünyevîleşmeyi aslında bir cihetten de dini hayata sürekli uydurmaya çalışan kendine has bir dindarlık/dîndarlaşma hali olarak da nitelendirebiliıiz. Ancak hayatın burada hiçbir doğruya/hakikate bağlı kalmaksızın değişim içinde olması bu dindarlığın hayatı düzenleyici bir güç kazanmasına imkân tanımaz.
Değişmez herhangi bir sabite kabul etmeyen bir hayat telakkisine göre inandığı hükümleri sürekli uyumlu hale getirmeye çalışan, dolayısıyla popüler/kültürel düzeyde ilahî söyleyerek/ dinleyerek,mehter marşı çalarak ya da itikadi düzeyde ihtiyaç duyduğu fetva için modern müçtehitlerimizden iştigal ettiği meslek için sürekli “din yorumu” talebinde bulunarak -elbette ki bu tefsir yapılmasın,içtihadda bulunulmasın anlamına gelmiyor-dönüşen zihniyet dünyasının algıladığı dindarlık tarzını teminat altına aldığını varsayan bir dindarlaşmadır.
Bu süreçlerin getirdiği değişimi mevcut durum içinde değil, ancak işin başına dönülmesi durumunda ne tür ve yaşanan değişimin ne maksatla olduğu hakkında mukayese ederek bir netice çıkarmak mümkün olabilir.(s.265)
Modernizm her şeyi değişime açmaktadır. İslam’a baktığımızda, İslam hem değişime açıktır hem de değişmez bir tarafı vardır. Ben muhkem ayetlerimizin böyle olduğunu düşünüyorum. Bir de muhkeme bağlı kalarak müteşabih ayetlerin yoruma açık olması vardır. Bugün ilahiyat fakültelerimizdeki sıkıntı müteşabih ayetlerin muhkem ayetlerden bağımsız bir şekilde yorumlanmasıdır. Değişik ve süreklilik toplumda ve tabiatta varlık aleminde istikrar böyle sağlanır. İslam toplumu da böylece kimliğini muhafaza eder. Hem değişime açıktır hem de değişmeyen tarafları da vardır.
Post modernizm ile birlikte ortak değerlerin değişime açıldığını görüyoruz. Dikkat ederseniz bütün yeryüzünde ciddi bir istikrarsızlık var. Bunun nedenini rahmanî değerlerin reforme edilerek hayattan kovulması olarak görüyorum. Çünkü post modernizm hiçbir doğru değer kabul etmiyor. Herkesin kendine göre bir doğrusu vardır diyor, böyle bir durumda kim kiminle nasıl anlaşır?
Biz Kur’an’ın değerleri üzerine ilişkilerimizi kurarız. Hayattaki her şeyi bu değerlere göre değerlendiririz. Değerler aynı zamanda kıymet biçmek içindir. Biz çevremizde olan eşyaya, olaylara değerlerimizle bir kıymet biçeriz. Bu kıymet ölçüsü değerlerimizin değişmemesi için çaba sarf etmeliyiz. Post modern dünya bunları deforme etmeye çalışmaktadır, çünkü post modern anlayış fiziki görünüşe müdahale etmiyor, mahiyete müdahale ediyor, kavramlara, fıtrata.
Dikkat edin bakın bütün varlıkların fıtratı değişiyor. GDO’lar bir ölçüde fıtratın değişmesidir. Bundan dolayı benim kanaatime göre insan hakları klasik insan hakları değildir artık. Fıtratın savunulması gibi bir durum vardır. İnsan hakları dernekleri bence fıtratı savunmalıdırlar. Varlığın fıtratı sadece insanın fıtratı değil yani.(s.303)