Temel Sorular: Nereden Geldik? Nereye Gidiyoruz? Bizden ne bekleniyor?
Parçası bulunduğumuz modern medeniyetin önemli sorunlarından birisi, istiğna fikri etrafında teşekkül eden düzen ve bu düzenin ortaya çıkardığı sorunlardır. Biz bu fikri, Kant’ın eserlerinde dile gelmiş olmakla birlikte, Kant’a ait bir düşünce olmadığını; Kant’ın, zaten yaygın olan bu düşünceyi, sistematik bir şekilde dile getirdiğini ifade etmiştir. Aynı durumda olan başka temel fikirler de bulunmaktadır. Bunları teşhis etmeden, niçin modern dünyada yaşamakla birlikte tam anlamı ile “modern” olmadığımızı, niçin Batı medeniyetini üstlenmekle birlikte “batılı” olmadığımızın ne farkına varabiliriz ne de bunlar ve ortaya çıkardıkları meselelerin halli hususunda anlamlı bir gayret gösterebiliriz.
Benzer bir şekilde Kant’ın eserinde dile gelen başka temel bir varsayım, yaygın kabul görmüş bir iddia, bir inanç da, insanın doğmadan önceki hali ile öldükten sonraki halini bilemeyeceğimiz ile alakalıdır. Kant, kabaca, benim aklım, insanın doğmadan önceki hali ile öldükten sonraki hali hakkında bana bir şey söylemez; bu konulara aklım ermez; o halde bu konular beni ilgilendirmez demektedir. İnsanın nerden geldiği ve nereye gittiği sorusunun cevabı, modern medeniyet içinde, “belirli bir belirsizlik” taşır. Belirsizlik, insanın nereden geldiği sorusu açısından bakıldığında, bireysel manada verilmiş bir cevabın olmaması ile alakalıdır. Herhangi bir insanın, şahıs olarak “ben” nereden geliyorum? Sorusuna modern batı medeniyetinin vereceği bir cevap yoktur. Verilen cevap, “tür” ile alakalıdır. Yani ben nerden geliyorum? Sorusunun cevabı, insan türü nereden geliyor? Haline getirilmiş ve bu haliyle de meşhur “evrim teorisi” ile cevaplanmıştır.
Aslında sorunun cevabının üstü örtülmüştür demek daha doğru olur. Evrim teorisinde bir kimlik sahibi olan, ferdiyeti olan, hakkında çok konuşulan “birey” yoktur. Tür olarak, insan türünün nereden geldiği sorusuna bir cevap olarak, kabaca geçirdiği çeşitli mutasyonlar yoluyla maddeden geldiği söylenir. İnsan, sadece canlılardan bir canlıdır; geçmişi de geleceği de, diğer canlılardan farklı değildir. Bireyin geçmişi de geleceği de türün geçmişi ve geleceğinin içinde düşünülebilir. Kendi başına birey olmadığı için, bireyin öldükten sonra bir geleceğinden bahsetmekte anlamlı değildir. Birey parçası bulunduğu topluma katkısı kadar vardır ve öldükten sonra da, yaptıklarının hatırlandığı kadar ve şekilde varolacaktır. Bunun teferruatı üzerinde fazlaca durmadan şu kadarını söyleyebiliriz: evrim teorisi insanı, bir tür olarak kavrarken, aynı zamanda, bu yaklaşımı sosyal alana uygulayarak, insanların geçmişini, insanlığın geçmişine, insanlığın geçmişini de insan topluluklarının geçmişine hapsederek, hakiki varlık olarak bireyi, ferdi tamamen ihmal ediyor. Bu perspektiften dikkate alınabilecek en hakiki topluluk ise, “nation”/“ulus”tur.
Bireyin geleceği en iyi ihtimalle, ulusun hatırlamasında ve hatıralarında olabilir. Modern dünyada bireyin ve bireyciliğîn çok konuşulması, varlığının tanınması ve önemli olmasından değil, ironik bir şekilde, hakikatte anlamsız ve önemsiz olmasındandır; modern batı ve modern medeniyet insanı fert olarak değil, sadece tür olarak kavrayabildiği için, fert ve ferdiyet, kural olmaktan çok istisnadır. Kural, insanların hep kollektif/korporatif bir yapının bir unsuru olarak kavranmasıdır. Günümüzde ilimlerin ya tabii ya da sosyal ilimler olarak kabul edilmesinin de esasını bu kavrayış eksikliği teşkil etmektedir.
Şimdi buna baktığınızda insanın nereden geldiği sorusu, doğmadan önce nerede idi? Var mı idi? Soruları, türe atıfta bulunularak, evrim teorisi içinde anlamsızlaştırılmıştır. Evrim teorisi, aynı zamanda, bir sömürge ideolojisi olarak kullanılmıştır: Irkçılığa en güçlü zemini, evrim teorisi sağlamaktadır. Burada sadece şu kadarlık bir işaretle iktifa edelim: evrimde en gelişmiş olanlar, henüz “0 kadar” gelişmemiş olanlara, hükmetme, tahakküm etme ve onları “üst amaçlar için” kullanma hakkına sahiptirler. Bu hakkı onlara “tabiat” verir. Evrim teorisinin hem sebeplerinden hem de neticelerinden birisinin emperyalizm ve sömürgecilik olduğunu ifade edecek olursak, Müslümanların tam anlamı ile modernleşemeyeceğinin sebeplerinden birisini daha keşfetmiş oluruz: Müslümanlar sömürge olmayı da, sömürge etmeyi de kabul etmezler. Zalim de mazlum da olmak Müslümana yakışmaz.
İnsanların, birer fert olarak, bir türün unsuru, bir dinin mensubu, bir ulusun parçası, bir devletin vatandaşı, bir şirketin görevlisi olmadan önce, kendisi olarak bir varlığı, bir “kimliği” mevcut mu idi sorusuna, en açık cevabı K. Kerim’de buluyoruz (Araf Suresi, ayet 172): ruhların daha ana rahimlerine düşmeden önce, “elest bezmi” dediğimiz, tamamen farklı bir alemde, Rableri ile olan ahitleri, herbir insanın, kendi kimliği ile Allah’ı Rabb olarak bildiği ve tanıdığını beyan eden ayetler, insanın kökenini nerede aramak gerektiği hususunu ayan beyan ortaya koyarlar. Kant şu konuda haklıdır: insan aklı bunu kendi başına idrak ve icat edemez. Bunun için ilahi bir hidayet gerekir. Bu hidayetin en açık yolu ise Peygamber ve peygamberlerdir. Ve peygamberler ile bildirilen vahiydir. İnsanların Peygamber tarafından kendisine hatırlatılan, Rabb’lerinin ve Yaratıcılarının olduğu ve bu Yaratıcılarının Yüce Allah olduğu bilgisini kolayca anlayarak kabul etmeleri, bunu hatırlamaları anlamına gelmektedir.
İnsanın geleceği söz konusu olduğunda da durum daha farklı değil; Peygamber’in tebliği ile irtibatı kopuk olarak, sırf akli bir arayış olarak tabii din, tabii teoloji, tabii hukuk ve tabiat felsefesi, nihai olarak insana fert olarak değil, tür olarak bir gelecek düşünebilmektedir. Tür olarak insanların ve insanlığın geleceği de, 19. Ve 20. yy.’da gördüğümüz gibi, toplumsal ilerleme, sosyal darvinizm, sosyalizm ve komünizm gibi ideolojiler çerçevesinde düşünülebilmiştir. Yine benzer bir şekilde fertlerin geleceği, sadece yakın hayatı, “dünya hayatı” (el-hayatü’d-dünya) çerçevesinde düşünülebilmiş; herbir ferdin öldükten sonra bir hayatı, (öteki hayat, el-hayâtü’l-âhire) olabileceğini düşünemedigi gibi, bu husustaki fikirler de sınırlı bazı filozofların şahsi tahayyül gücünün ötesine geçememiştir.
Ahiret inancını makul alanın dışına iterek, anlamsızlaştırmak ve netice itibariyle insanların inanç ufkundan çıkartmak, modern medeniyetin ayırıcı hususiyetlerinin önde gelenlerinden biri olmuştur. Klasik islam düşüncesi aklı, modern batı medeniyetinin kullandığı manayı da ihtiva eden, daha geniş bir manada kullanarak, bu söz konusu bağlamda akl-ı me’âş’ı akl-ı me’âd’dan ayırmıştır. Buna göre kabaca insanın yakın hayatının düzeni ve buradaki mesalih söz konusu olduğunda ortaya çıkan meseleleri makul bir şekilde, yani Allah’ın insana verdiği akıl ve vahiy’e bağlı bir şekilde halletme faaliyetini yürütme kabiliyetine, “akl-ı me’âş” adı verilirken; fert olarak, yalnız başına dünyaya gelen insanın, dünya hayatını, fert olarak yalnız başına öldükten sonra (çünkü ölüm de doğum da bireyseldir, her insan onu tek başına, yapayalnız idrak eder) yaşayacağı öteki hayat (el-hayatü’l-âhire) ile irtibatlı olarak, ahiret hayatı ufkunda, ve dünya hayatının meselelerini müzakere etme kabiliyetine ise, “akl-ı me’âd” denilmektedir. Modern dünyada bütün gelecek hesapları akl-ı me’âşa dayalı olarak yapılıyor.
Aklı me’âş ise sadece yakın hayatımızla ilgilidir.
“Dünya” kelimesi ile alakalı olarak kısa bir açıklama da, bu hususun anlaşılmasına katkıda bulunabilir: Arapça bir kelime olan “dünya”, bir sıfattır; “isim değildir. Biraz önce de geçtiği gibi, özellikle Kur’an-ı Kerim’de bu şekilde kullanılır: el-hayatu’d~dünya ve el-hayatü’l-ahire. Bu iki tabirde geçen “dünya” ve “ahiret” kelimeleri, “hayat” isminin sıfatlarıdır. Bunun manası
kısaca bizim, bize verilmiş bir tane hayatımız var; bu hayatın bir “yakın” olam var bir de “uzak” veya “bundan daha başka” veya farklı bir kullanım olarak “el-hayatü’l-ukbâ” var, yani yakın hayatın neticesi olarak “gelecek olan” hayat. Batı dillerinde de kullanılan “dünya” ile karşılanabilecek farklı kelimeler, tam da bu mana kökeninden gelirler; ancak genellikle insanlar bunun farkında olmadan kullanırlar. Bunun en meşhur misalini Heidegger teşkil eder; Heidegger “dünya” kelimesini tam da islam medeniyetinde kullanıldığı manada kullanmakla birlikte, kökeni konusunda bilgi sahibi olmamasından dolayı, hemen her yazısında bu terimi açıklama hususunda sıkıntılar yaşar.
Modern medeniyet hayatı, sadece yakın hayat olarak düşünebildiği için, hayatımızı yerküre üzerinde geçirdiğimiz, alıp verdiğimiz nefeslerin toplamından ibaret olarak kabul edip, bütün kariyer planlarını buna göre yaptırır. Ne olacaksın sorusunun cevabı genellikle dünya içi bir kariyer planlaması olarak karşımıza çıkar. Tabii ki bunda yanlış olan bir şey yoktur; insanlar yakın hayatlarında kariyer de yapacaktır; bir dünya inşa etmek ve bunu sürdürmek demek, yakın hayatı farklı farklı alanlarda ve farklı farklı mertebelerde tertib ve tanzim etmek demektir. Bu cevapta yanlış olan bir şey olmamakla birlikte, eksik olan bir boyut vardır ve bu boyut, eksik olan bir ufuktan kaynaklanır: o da hayatın yakın hayattan “dünya hayatından” ibaret olmadığı; her bir insanın, her bir ferdin, her bir nefsin ölümü tadacağı ve sonra Rabbleri’ne döndürüleceğî ufkunun eksikliğidir. İslam medeniyetinde insanlar tabii ki mevkiler de inşa etmişler, makamlar da teşkil etmişler, büyük hadiseler yaşamışlar, alim olmuşlar, sultan olmuşlar, halife olmuşlar, komutan olmuşlar, vs. vs. Ama hiçbir zaman bunları hayatlarının gayesi ve manası olarak düşünmemişlerdir. Bunlar insanların yaşarken zorunlu olarak uğrayacakları duraklar/mevkıfler olarak önemli ve anlamlıdır; ancak sadece ugmk ve durak olarak. Osmanlı Padişahı Ill. Murad’ın ilahi olarak bestelenmiş şiirinde açıkça ifade edildiği gibi, bir Cihan Padişahı’nın da geleceği ve gelecekteki umudu, “Rasül’ün sancağı dibinde haşr olabilmek”tir. Yani İslam inancında, Müslümanın dünyasında, İslam’ın medeniyet ufkundan tek tek, fert olarak Müslüman’ın gelecegi cennettir.
İslam Medeniyeti’ni modern medeniyet ile hem buluşturan hem de ayıran nokta tam da burada zuhur etmektedir: Dünya hayatı her iki medeniyette önemlidir; vazgeçilemezdir. Bir Müslüman, modern bir insanın yaşadığı, yaşayabileceği bütün nimetlerden ve bütün hazlardan istifade edebilir. Bunda yanlış olan bir şey yoktur. Ancak, işte tam da burada fark ortaya çıkmaktadır, bir Müslümanın bütün hazlarında, nimetleri istifades’inde ve imkanları kullanımında ölçüsüzlüge yer yoktur. Herşeyi bir “kader” ile yaratan Rabbi’nin “takdiri”ne uygun bir şekilde yaşamak ve hep o takdiri aramak, Müslümanın hayat ölçüsüdür. Yani Müslümanların ufku, modern insanların ufkunu zaten içinde taşıyor; ama ahiret hayan ve ilahi kader inancı önüne öyle bir ufuk açıyor ki, bu ufuk modern insanın sadece matematik ve fizik alanında, zihni ve maddi olarak düşünmeye uğraştığı sonsuzluk ve sınırsızlık ile onu irtibatlandırıyor. Yani birden bakıyorsunuz ufuk öyle genişliyor ki siz Müslüman olmakla bu dünyadaki hiç bir şeyi ihmal etmeden, ölçülü bir şekilde, yaşama imkanına sahip olurken, bunun daha ötesi ile alakalı bir ufka da sahip oluyorsunuz.
Modern medeniyet insanların ufkundan “ebedi mutluluk” umudunu da almıştır. İnsanlar için mutluluk, dar anlamı ile, dünyevi ihtiyaçları rahatça karşılamak ve bu çerçevede istediğine nail olmak gibi bir manada kullanılır hale gelmiştir. Halbuki saadet, ebedi saadet, bu dünyadaki ihtiyaçları belirli bir düzen içerisinde, ölçülü bir şekilde karşılarken de, elde edilebilecek ve bu dünyada belli ölçüde, ama esas ahirette ebedi olarak ulaşılabilecek bir haldir. Hayır, hazdan vazgeçmek demek olmadığı gibi, fayda fikrinden büsbütün vazgeçmek anlamına da gelmez. İyi bir hayat, hazzı, faydayı ve hayrı telif edebilen bir hayattır ve mutluluk ta bu çerçevede hem dünyada hem de ahiretten ulaşılması mümkün olan bir gayedir. Mutlu insan hiç bir bazdan vaz geçmeyen; ancak o hazları yaşarken etrafındaki kişilere de faydalı olan, diğer tarafından onun hayatını bu şekilde yaşamasından diğer insanların memnun olduğu, onun hayat tarzının diğer insanların hoşuna gittiği insandır. Burada dikkat edilmesi gereken bir incelik bulunmaktadır: amaç insanların hoşuna gittiği gibi yaşamak değil, yaşama tarzının kendisi, mahiyeti icabı, insanların hoşuna gider, onları cezbedir. Şimdi öyle bir hayat yaşayacaksınız ki hiçbir bazdan vaz geçmeyeceksiniz. İnsan tabiatı neyi gerektiriyorsa onu, ölçülü bir şekilde yaşayacaksınız. Yaptığınız işlerde başkalarının faydasını gözeteceksiniz; ama aynı zamanda bütün bunları hayır ufkunda ve diğer insanların keyif alacağı şekilde gerçekleştireceksiniz.
İşte tam da burada Hıristiyanlıkla Müslümanlık arasındaki fark zuhur ettiği gibi modern dünya ile Müslümanlık arasındaki açık ta zuhur etmektedir: Hıristiyanlık ruhbanlıktır; ruhbanlık demek evlilikten vaz geçmek, cinselliği tabu ve kötü olarak kabul edeceksiniz. Buna ek olarak özel mülkiyeti yine kötü olarak kabul edeceksiniz. Dünyevi olarak kabul edilen bütün fiilleri kötü olarak kabul edeceksiniz. Bütün bunları zaruret ölçüsünde ve kilise için yapacaksınız. Hıristiyanlar ahlakın bile dünyevi bir şey olması hasebiyle Hıristiyanlığa yakışmadığını söylerler. Çünkü Hıristiyanlık ruhbanlık, ruhbanlık da, dünyadan kaçmak, dünyayı terk etmek, ondan uzak durmak demek olduğu için, dünyayı terk etmek demek oldugu için, dünya ile müspet irtibat kurmak, yerküreyi imar etmek gibi “dünyevi” idealler, Hıristiyanlığa uymaz. Bu gibi fikirlerin bır kısım hıristiyanlar tarafından kabullenilmesi, ancak 16. y.y.’dan sonra, Katolikliği terk eden protestanlar tarafından yapılan “reform” sonrası mümkün olabilmişti. Bunun arkaplanı hakkında bazı hususlara yukarıda işaret edilmişti. Modern dünyada bunun tam tersi ön plana çıkmıştır: fayda bütün eylemlerin ve
kararların üst referans noktasıdır. Dünya dışında bir hayat artık anlamlı değildir. Herşey bu dünya içinde ve bu dünya ile irtibatı kadar anlamlı ve önemlidir. İnsanın hürriyeti, nihai olarak, cinsellik alanında kendisini izhar eder; cinsellik ve cinsel alanda ölçüsüzlük modern dünyanın putu haline gelmiştir. Halbuki Müslümanlık söz konusu olduğunda, yeryüzünü imar etmek, burada bir “umran” oluşturmak, insanın buradaki varlığının gayesi ve bunu gerçekleştirirken ölçülü olmak, takdir ve kadere riayet etmek, bu çerçevede ilahi hidayete bağlı olmak, Müslümanlığın en genel ifadelerle ifadesi demektedir. Evlilik, siyaset, ticaret hepsi, ölçülere riayet edildiğinde, ubudiyeti gerçekleştirmenin muhtelif ve birbirine denk yolları olarak tanınmış ve tanıtılmıştır. Bunları itidal içinde yapabilmek, insanın yeryüzündeki varoluşunun gayesini ifade eder. Bütün bunları dikkate aldığınız vakit açıkça şu ortaya çıkıyor: dünya hayatını gereği gibi yaşamadıktan sonra, yani dünyayı imar etmedikten sonra, Müslüman olamıyorsunuz. Fakat bu dünya imarı faaliyetini, yani aklı maaş dediğimiz şeyi, öyle bir ufukla gerçekleştirmeniz lazım ki son ucunda cennet olsun.
Müslümanın hayatında aklı me’âd da etkin bir şekilde o hayatın mütemmim cüz’ü. Modern insanlar olarak bizim aklımız, aklı maaş olarak çalışıyor. Batı medeniyetinin oluşurken istifade ettiği İslam medeniyetinden üstlenmediğî bir boyut olarak akl-ı maad, her ne kadar Müslümanların hayatında da, nispeten geri plana düşmüş gibi gözükse de, Müslümanlar hala akl-ı me’âd ile irtibatlarını mutlak manada koparmış değiller. Bu sebeple Müslümanların, akl-ı meâd ile olan irtibatlarını takviye ederek, önce kendilerinin bunu bilfiil hatırlamaları, sonra da, bütün insanlığa bu boyutu yeniden hatırlatmaları gerekiyor.
Şimdi demek ki bizim bu dünyada yaşayan “modern” Müslümanlar olarak, şu anda sahip olduğumuz imkânların hiçbirisinden kategorik olarak vaz geçmemizi gerektirercek bir durum yoktur. Hıristiyanlar dünyayı ve dünyevileşmeyi kötü görüyor diye bizim de kötü görmemizin bir anlamı yok; aynı şekilde modernite dünyayı mutlaklaştırıyor diye de, bizim, insanlığın geleceğinde yer alabilmek için, dünyayı mutlaklaştırmaya ihtiyacımız yok. Dünyayı, dünya hayatını, gerekli ve zorunlu ama nihai olmayan bir vasıta ve vasat olarak kavradığımızda, yeryüzünde ahlaki bir düzenin kurulmasının bizim asli vazifemiz olduğunun farkında olarak bu hayatı yaşamaya yöneldiğimizde, hıristiyanlığın idealleri ile modernitenin imkanlarını, daha üst bir varoluş şeklinde aşmış olacağız. Ve bu ilk defa da olmayacak: geçmişte Müslümanlar bu vazifeyi defalarca ve asırlar boyu ifa ettiler; bu gün de bunu ifa etmenin imkansız olduğunu gösteren hiçbir karine olmadığı gibi, bunun bütün insanlık için bir zorunluluk olduğu her geçen gün daha da bariz hale geliyor. Kısaca hayatımızda bilgisayar da, internette, teknik ve teknolojik ne kadar imkan varsa, yapay zekadan, nükleer enerjiye, varıncaya kadar hepsi bulunacağı gibi bunların yanında gayet tabi ticaretle, siyasetle, hukukla da meşgul olacağız; bütün bunlar bizim işimiz olacak. Fakat bunu öyle bir ufukta yapacağız ki, bütün bu yaptığımız şeylerin son ucu cennet olacak.
Önümüzdeki vazifenin yeniden itidali sağlamak olduğunu söyleyebiliriz. Bu aynı zamanda, birbiri ile irtibatlı olması gerekirken ayrılmış olanı, yeniden irtibatlandırarak birleştirmeyi de gerektirmektedir. Bu cihetten karşımızdaki önemli meselelerden birinin, belki birincisinin, modern medeniyet içerisinde, yaygın ifadesi ile “etik ile estetik ve bilimin” birbirinden ayrılmasıdır. Bunu biz daha farklı bir şekilde şöyle de ifade edebiliriz: iyi, güzel ve doğru birbirinden ayrılmış; birbiri ile irtibatsızlaştırilmıştır. Modern dünyada sanatın ahlakı olmadığı gibi, ahlakın da estetik bir kaygı taşımasına gerek yoktur. Hele hele bilimin ne ahlaka ne de estetiğe ihtiyacı vardır. Her birisi kendi işini, diğerleri ile irtibatsız bir şekilde, diğerlerini dikkate almadan, yapar, yapmalıdır.
Tahsin Görgün – Medeniyet Meselesi,syf.97,105