Fıkhı “Dünyevîleştirmek”

IMG_20190227_180006-660x330-300x150 Fıkhı “Dünyevîleştirmek”

2-2 Fıkhı “Dünyevîleştirmek”

Reşid Rıza’nın Ahkâm Tasnifi Çerçevesinde Bir İnceleme-

Dr. Özgür KAVAK
Öğretmen

İslâm dünyasında modernleşme sürecinin başlangıcından itibaren şekillenen İslâm düşüncesi üzerinde, hangi sıfatlarla tanımlanırsa tanımlansın Cemâleddin Afganî – Muhammed Abduh – Reşid Rıza çizgisinin derin etkileri olmuştur. Özellikle Menâr Dergisi’ndeki yazıları vasıtasıyla din bilgini, düşünür, gazeteci ve siyasetçi kimlikleriyle çağdaş İslâm düşüncesinin önde gelen figürlerinden biri olan Reşid Rıza’nın (1865-1935) fikirleri, İslâm ilimlerinin gerek kaynak ve usûl, gerekse tartışma noktalarında bu çizgi içindeki en kapsamlı ve etkili tezler olarak, Türkiye dahil, tüm İslâm dünyasında kalıcı bir şekilde varlığını sürdürmektedir.

Çağdaş İslâm hukuku söyleminde sıklıkla yer bulan “ıslah”, “ictihad”, “taklid”, “mezheb” ve “maslahat” gibi kavramları eksen alarak kapsamlı bir fıkıh anlayışı oluşturan bu düşünceler, klasik dünyanın hâkim telakkilerinden farklılık arz etmektedir.

Dönemin hâkim kanaati olan “Batı’nın terakkî ettiği, Müslümanların geri kaldığı” iddiasına kendisi de katılan Reşid Rıza, Müslüman coğrafyada yanlış gittiğini düşündüğü birtakım hususların düzeltilmesinde yegâne dayanak noktası olarak ıslah kavramını benimsemiştir.

Vefatına kadar Mısır’da sürdürdüğü faaliyetlerinin ana eksenini tayin eden bu kavram onun bakış açısından, bir yönüyle devlet bünyesindeki ıslahatları, diğer yönüyle Müslümanların yaşam ve düşüncelerindeki yanlışlıkların giderilmesini ve özellikle dinî ilimler sahasında yenilenme düşüncesi ekseninde şekillenen yeni bir yaklaşımın yerleştirilmesi faaliyetlerini içerisine almaktadır.1

Bu yazıda, mezkur anlayışın fıkıh ilmine nasıl yansıdığı, müellifin dinî ahkâm-dünyevî ahkâm ayrımı esas alınarak belirlenmeye çalışılacaktır.

Yaşanan siyasî ve hukukî dönüşümler muvacehesinde klasik İslâmî ilim ve metodolojilerin geçerliliğinin ve toplumsal karşılığının ciddi biçimde sorgulandığı ve klasik birikimin geçmiştekinden farklı algılanmaya başladığı veya bütünüyle terkedildiği bir devrede Reşid Rıza bu birikimi, kendi hedefleri ışığında kısmen tadil etmekte ve çoğunlukla yeni bir ‘kurgu’ çerçevesinde yönlendirmektedir. Bu çabaları, en somut haliyle, asırlardır sahih fıkhî bilgi üretmenin en önemli kriteri olarak kabul gören fıkıh usûlü alanında tezahür etmiştir. Reşid Rıza fıkıh usûlüne karşı çift yönlü bir yaklaşım geliştirmiştir.

Önce ‘kaynaklara dönüş’, ‘delile tâbi olma’ ve ‘taklidi terk’ gibi ifadelerle fıkıh usûlünün geçerliliğini ortadan kaldırmaya çalışmış, ardından dinî ve daha özelde fıkhî sahada söz söylemenin yeni kriterleri olacak bir metodolojik yaklaşım geliştirmiştir. Bu yeni yaklaşımda klasik İslâm ilimleri ve fıkıh usûlüne ait bazı kavramlar ya bütünüyle terkedilmiş yahut önemli ölçüde tadilata uğramış ve bazıları -parlamento kararıyla eşitlenen icma örneğinde olduğu gibi- bütünüyle farklı bir içeriğe kavuşturulmuştur. Reşid Rıza’nın metinlerinde bu faaliyetlerin tam karşılığı ‘ıslah’ olarak belirmektedir.2

Müellifin fıkıh usûlü eleştirisinin vardığı nokta şu şekilde ifade edilmektedir:
“Açıkça anlaşılmaktadır ki, [fıkıh usûlü] kaidelerinin çoğu imamların kavillerinin doğruluğunu ispat etmek, her grubun muhaliflerini reddetmek, Kitap ve Sünnet ile amelin terk edilmesi karşısında mazeret ileri sürmek için vazedilmiştir. Şu halde fıkıh usûlünün bütün kaidelerini kabul etmek doğru olur mu?” 3

Klasik usûl-i fıkhın önemli bir kısmının geçerli olmadığı ifadesinin ardından “Kitap, Sünnet ve sahabe tatbikatından” hareketle elde edildiği ileri sürülen tümel ilkeleri esas alan yeni bir metodolojik yaklaşım belirlenir. Fıkıh sahasında geçerli bir ‘söz söyleyebilmek’ bu tümel ilkelerin kabulüne bağlı görülmektedir. Bu ilkelerin merkezinde ise ahkâm tasnifi yer almaktadır. Reşid Rıza’nın ahkâm tasnifi, onun fıkha dair görüşlerini belirleyen en önemli unsurdur.

Modern Fıkıh Düşüncesinin İlkeleri

Reşid Rıza, modern fıkıh düşüncesini oluştururken Kur’an tefsirine özel bir önem atfetmekte, bazı âyetleri yorumlarken özelde naslara, genelde fıkhî konulara nasıl yaklaşılması gerektiğini gösteren “asıllara (usûl)” ulaşmaktadır.4

“Bu ilkeler bir yandan dinî ahkâma ilişkin genel bir çerçeve çizerken, öte yandan ahkâmı dinî ve dünyevî olarak ikiye ayırarak, her iki ahkâm kümesinin elde edilişi için metodolojik bazı göndermelerde bulunmaktadır. Bu maddelerde özetle dinin tamamlanmış oluşuna ve dinde esas prensibin kolaylık olduğuna dikkat çekildikten sonra, fıkıh ilminin deliller, hüküm bahisleri, taklid ve mezhep gibi kavramları yeni bir yaklaşımla değerlendirilmektedir.

Buna göre “dinin aslını Kitap oluşturmaktadır. Bir kolaylık dini olan İslâm’ın hükümlerinde Hz. Peygamber’in rolü ve esas bağlayıcılığı dinî sahada sözkonusu olmaktadır. O diğer sahalarda meşveretle memurdur. Dolayısıyla dinin getirdiği ahkâm ana çerçevesi itibariyle “sırf dinî olan ve böyle olmayan ahkâm” olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Sırf dinî saha, akaid, ibadet ve bir kısım helâl-haram mevzularından müteşekkildir ve bu saha, zaman-mekân farklılaşmasına göre değişiklik göstermez.

Sırf dinî olmayan ahkâm sahası zaman ve mekân farklılığı gibi faktörler nedeniyle değişime açıktır ve bu sahada mizan esas alınarak hükme varılacaktır. Mizan ise siyasî ve medenî işlerde maslahatı, kazaî işlerde adalet ve müsavâtı hükme varmanın temel kriteri olarak kabul etmektir. Mizanın bu şekilde bir işlevsellik kazanabilmesini sağlamak ulü’l-emre ait olacaktır. Bu kimseler başta şûrâ ilkesi olmak üzere esasını maslahatın teşkil ettiği birtakım küllî kaideleri esas alarak bu sahalarda son sözü söyleyecek ve Müslümanları
tefrikadan kurtaracaklardır.” 5

Hükümlerin Tasnifi ya da Dünyevîleşen Ahkâm

Reşid Rıza’nın modern fıkıh düşüncesini oluşturan ilkelerin merkezinde “ahkâm tasnifi” yer alır. Bu tasnifin ana çatısı, hükümlerin önce dinî ve dünyevî ahkâm, ardından inanç esasları, ibadetler, ahlâk kuralları ve muamelât şeklinde iki temel unsurdan oluşur. Bu tasnife göre “İslâm’ın getirdiği hükümler” çeşitli kısımlara ayrılır:

1. Akaid ve imanın asıllarıyla ilgili olanlar. Bunlar iki kısımdır:

a. Kur’ân-ı Kerîm’in aklî deliller istediği ve yakînî bilgiyi şart koştuğu kısım.

Allah’ın vahdaniyeti, ilmi, kudreti,
iradesi, mahlukat âlemine koyduğu nizamdaki hikmet ve bu nizamı çekip çevirmesi, elçiler göndermesi gibi iman konuları

b. Akıl bakımından muhal olmamak şartıyla; yalnızca kabul edilmesini emrettiği kısım. Melekler, öldükten sonra dirilme ve ahiret gibi gayb âlemine ilişkin iman konuları bu kısımda yer alır.

2. İbadetler. Bunlar ruh ve iradeyi terbiye eden zikir, fikir ve amellerdir; namaz, zekât, oruç vb.

3. Ahlakî özellikler, âdâb, nefis tezkiyesi, zararlı ve kötü fiilleri yani haramları terk etmek, güç yettiğince hayırlı amel işlemek, helâller ve haramlar bu kısma dahildir.

4. Dünyevî muameleler. Bunlar ümmeti oluşturan kişiler arasında ya da İslâm ümmeti ile diğer milletler arasında söz konusu olan muamelelerdir. Siyasî, medenî, kazaî ve idarî işler tüm çeşitleriyle birlikte muamelât kısmını oluşturur.6

Delilleri ve bağlayıcılık vasıfları açısından bu dört gruba giren ahkâm şu şekilde ele alınmaktadır:

Birinci kısma [itikad sahası] giren hükümlerin bir bölümü kat’î delillerden elde edilmişken, diğer bölümü Kitap ve mütevatir kat’î Sünnet’te yer alanları kabul etmekle elde edilir. Bu sahada senedi sahih dahî olsa âhâd hadisler makbul değildir. Zira bu kabil hadisler sadece zannî bilgi ifade edebilir. İtikad sahasında kat’î bilgiye gereksinim duyulur ve bu saha ictihad ve taklide açık değildir.

İkinci kısımda [ibadet sahası] Kitab ve Sünnet’te yer alanları aynıyla kabul etmek her Müslümana farzdır. Müctehidlerin ibadetleri arttırma veya eksiltme yetkileri yoktur; Allah bu kısmı tamamlamıştır. Bu saha zamanın ve örfün farklılaşmasına göre değişmez. Bu sahada taklid de geçerli değildir. Ancak âlimlerin bu ibadetleri öğrenmek isteyenlere tebliğ vazifeleri bulunmaktadır.

Üçüncü gruba girenler ise hakkında helal yahut haram olduğuna dair nas bulunan hükümlerdir. Bunları hiçbir müctehidin değiştirme yetkisi bulunmamaktadır. Ancak bu sahada vaz edilen kimi genel ilkelerin tatbiki müctehidlere ve insanın fıtratına bırakılmıştır. Özetle bu sahayı da kendi içinde iki kısma ayırmak mümkündür.

a) Zarurât-ı diniyye denilen kısım. Yani doğruluk, iffet ve emanet[e riâyet]in hayır olduğu; zina, sarhoşluk ve kumarın şer olduğu gibi konuları bütün Müslümanların bilmesi gerekmektedir.

İnceleyin:  Tarihselcilik

b) Bütün Müslümanlarca bilinemeyen ve ancak ilimle meşgul olanların bildiği saha. Adalet önünde kadının erkeğe, kölenin hür bir kimseye, kâfirin Müslümana eşit olması gibi. Bu hükümlerin ilk kısmında herhangi bir şekilde ictihad ve taklid söz konusu değildir. İkinci kısma dahil olanların ise genel delillerinin bilinmesi gerekmektedir. Ayrıca varsa hususî delilleri de bilinmelidir.

Hiç kimse delile dayanmadan, “bu İslâm dinine göre helâldir” veya “haramdır” hükmüne varma yetkisine sahip değildir. Bu iki gruba giren hususların tamamı sırf dinî meselelerdir.7

Dine dahil olan, daha doğru bir ifadeyle dinin aslını oluşturan bu sahalarda naslarda yer alanlara aynıyla tâbi olmak gerekmektedir. Tek başına akıl bu hükümlerin ne usûlünü ne de fürûunu bilebilir. Bu saha sırf ruhânî bir sahadır.

Akıl, kişinin Allah’a yaklaşmasını sağlayan bu ahkâmın sadece faydasını ve dünyevî menfaatini anlayabilir. Ahirete dönük menfaatini ise Allah bilir. Gayba iman, ibadetlerin miktar ve vakitleri gibi konular8 bütünüyle Şâri’den öğrenilir ve akıl bunlarda hiçbir surette tasarrufta bulunamaz.9

Kıyas veya Hanefîlerin istihsan adını verdikleri re’y, iman ve ibâdet sahasında geçerli olamaz.10 Çünkü bunlar zamana göre değişmez. Bu sahalar arttırma ve eksiltmeye açık değillerdir. Bu iki konuda arttırma veya eksiltme yapmak gibi bir yola meyleden kimse, İslâm dinini bir başka dinle değiştirmiş olmaktadır.11

“Sırf dinî meselelerin” dışında kalan konulardan oluşan muamelât sahası ise yukarıdakilerden farklı bir mahiyet arz etmektedir. Müellife göre “yukarıda anılan sahalar dışında kalan hükümler muamelat sahasını oluşturmaktadır. Bu sahayı diğer sahalardan farklı kılan iki temel husus vardır.

Öncelikle muamelâta dahil olan hükümlerin sayısı oldukça fazladır. İkinci olarak ise hem zaman ve mekân hem de örf ve ahvâl, güç ve zaaf gibi etkenler nedeniyle bu sahanın cüz’iyyatını, teferruatını genel ve her zaman geçerli kurallarla sınırlamak mümkün değildir. Bütün mükelleflerin bu hükümleri tamamen kuşatmaları da imkân dahilinde değildir, zaten buna gerek de yoktur.12 Şâri bu sahada temel bazı ilkeleri vaz etmiş ve bunların tatbikini insanlara bırakmıştır. Ahkâmda adâletin, haklarda müsâvatın gerekliliği, zulüm, düşmanlık ve haddi aşmanın haram oluşu,13 zararı önlemek, menfaati celbetmek, iki zarar çatıştığında ve birini zorunlu olarak tercih etmek gerektiğinde zararı daha hafif olanı seçmek gibi özellikleri olan bu saha muamelât kısmını oluşturur.14 Ulü’l-emr denilen âlim ve yöneticilerin ictihad faaliyetlerine açık olan saha burasıdır.

Zirâ Allah şûrâ prensibini vazettikten sonra bu sahadaki ahkâmın cüz’iyyâtını ulü’l-emre tevdi etmiştir.15 İnsanlara düşen bu sahada ulü’l-emre tâbi olmaktır.”16

Buraya kadar yer verilen düşüncelerin akabinde ictihada açık olan sahada nasıl bir faaliyet yürütüleceği üzerinde duran Reşid Rıza, yukarıda işaret edildiği üzere, klasik fıkıh usûlünün katiyet arzetmediğini belirterek ictihadda farklı bir usûl takibini gerekli görmektedir. Burada ortaya konulacak usûl, mezkûr sahanın mahiyeti ile doğrudan irtibatlı olacaktır. Muamelât sahasındaki hükümler, aklın teemmül, düşünce, inceleme ve mukayese yoluyla faydasını anlayabileceği hükümlerdir. Ancak akıl, birtakım zaaflarla malul olduğundan ve bazen hevâya uyduğundan, hataya ve sapkınlığa meyyâl olabilmektedir. Bu sebeple şeriat, bu kısım için cüz’î ahkâmın temelini oluşturacak ve gerektiğinde müracaat edilebilecek genel kaideler vaz etmiştir. Bu genel ilkeler akla yol gösterici olacaktır.17

“Şeriat açısından ilim ve adâlet ehli olmaları gereken ulü’l-emr müşâvere yoluyla ümmet için en uygun ve zamanın şartlarına muvâfık hükümleri vaz edeceklerdir. Nitekim Hz. Peygamber’in ashâbı bu konuda örneklik ederek bu sahada re’y ve ictihadın kullanılması gerektiğini ortaya koymuşlardır. Muaz b. Cebel’in hakkında nas bulunmayan konularda kendi re’y ve ictihadıyla hükmedeceğini söylemesi üzerine Hz. Peygamber tarafından tasdik edilmesi bu yargıyı doğrulamaktadır.” 18

Reşid Rıza müteakip yıllarda kaleme aldığı bazı makalelerinde bu tasnifin kimi kavramlarını bütünüyle dinî ve dünyevî kelimeleriyle ifade eder. Tasnifin ilk kısmında yer alan inanç, ibadet ve ahlâk hükümlerini dinî hükümler, muamelâta ilişkin hükümleri ise dünyevî hükümler olarak belirlemeye devam etmekle birlikte, muamelât hükümlerinin sahası helâl ve haramların bir kısmını da içine alacak şekilde genişlemiştir. Ayrıca Reşid Rıza burada, daha önce kapalı kalan bazı hususlara da açıklık getirmektedir. Buna göre bir kısım helâl-haram konuları, siyaset, kaza ve âdâbdan müteşekkil olan “dünyevî hükümler” elde edildikleri delillere nazaran beş kısma ayrılırlar:

a. Birinci kısımda hakkında sarîh nas bulunan ve genel şer‘î bir yükümlülüğün söz konusu olduğu konular yer alır. Burada, mevcut nassa muarız daha özel bir nas yahut konusu itibariyle genel bir nas olmadıkça mevcut nasla amel etmek gereklidir. Bu durumda nas terk edilerek bu genel kural veya özel nas tatbik edilir. Nitekim Hz. Ömer’in bazı ictihadlarında bu durum söz konusudur.

b. İkinci kısımda sahih bir nassın umumuyla yahut ta‘lil neticesinde veya mefhumu itibariyle açık bir şekilde delâlet ettiği, ilk nesil Müslümanların üzerinde görüş birliğine vardıkları ve amele esas kabul ettikleri hükümler yer alır. Bu kısımda da ilk kısımdaki durumun aynısı söz konusudur.

c. Gayr-i sarîh bir teklifî nassın yahut gayr-i sahîh bir hadisin vârid olması durumunda ne yapılacağı konusunda hem ashâb-ı kirâm hem de fakihler ihtilaf halindedir. Taharet ve necâsete ilişkin bazı hükümler böyledir. Burada “her mükellef kendince ictihad etmeli ve fakat kendisine muhâlif olanları ayıplamamalı” diyebilir miyiz? Bu sahadaki hükümlerin farklı bir yönü bulunmaktadır.

Eğer mesele Kur’an ve Sünnet istinbatından elde edilmiş ve imamlar da bu yönde ictihadda bulunmuşlarsa kişi bu hükmün dinden olduğuna kanaat getirir, Kitap ve Sünnet’ten de kendisine bir delil bulursa bununla amel edebilir.

Ancak kazaî, siyâsî işler gibi amme işlerine müteallik bir konu söz konusuysa ulü’l-emr olanların müşâvere yoluyla naklî bilgiyi tashih etmeleri ve neyin hükme delâlet ettiğini tespit etmeleri gereklidir. Böylelikle mesele eğer yukarıda zikredilen iki mesele içerisine dahil edilebilirse edilir; bu mümkün olmaz ise mesele hakkında hüküm verilmemiş gibi kabul edilir.

d. Kitap yahut Sünnet nassında varit olan şeylerin bir teklife yönelik olmayıp birtakım âdetlere işâret etmesi durumu. Mesela yeme içme, tıp vb. konularla ilgili hadisler böyledir. Müslümanlar için en uygunu bir mani olmadıkça ve bu durum bir maslahat veya genel bir menfaatle çelişmedikçe bunlarla amel etmektir. Bu durum Müslümanlar arası kardeşlik ve birliğin güçlenmesine de katkıda bulunabilir.

e. Şâri’in, fiilî ve kavlî olarak hiçbir şey irâd etmediği konularda Allah’ın kulları mutlak mânada muhayyerdirler ve hiç kimsenin hiç kimseyi, onun izni olmaksızın bir şeyi yapmaya ya da terketmeye zorlaması doğru değildir. 19

Buraya kadar yer verilen ifadelerde kısmen kapalı bırakılan bir konu bulunmaktadır. Dinin asılını oluşturan Kur’an ve Sünnet’te yer alan ve Reşid Rıza’nın bu tasnifte dünyevî olarak ifade ettiği hükümler karşısında nasıl bir tavır takınılacaktır? Yukarıda sıralanan beş maddenin ilkiyle belirlenen bu konu son derece muğlak kalmaktadır. Zira müellif bir yandan “dini sadece ibadetlerden ibaret sayan ve Kitap ve Sünnet’te yer alan şer‘î, siyasî, içtimâî ve medenî ahkâmın bağlayıcı olmadığını savunan görüşü” mülhitlik olarak değerlendirmekte ve kendi yaklaşımının bundan ayrı tutulmasına vurgu yapmakta;20 öte yandan da nasların bazı “özel” yahut “genel naslar” sebebiyle terkedilebileceğini söylemektedir. Ancak konuyla ilgili birçok yazısında mesele kısmen göz ardı edilmekte, özellikle “genel nas” ifadesinin ne anlama geldiği hususu kapalı bırakılmaktadır. Müellifin buradaki kastını anlamak için, ilgili konulardaki diğer değerlendirmelerine bakmak gerekmektedir.

Reşid Rıza, söz konusu yazılarında kendi görüşünü destekleyen örnekleri Sahâbe uygulamasından seçmektedir. Buna göre Sahâbe, Hz. Peygamber’in Sünnetine aykırı olma pahasına,21 muâmelât sahasında maslahatın icâb ettirdiği ile hükmeder, ashab bu uygulamasıyla adeta asıl olanın cüz’iyyât ve fürûat değil maslahat olduğunu gösterirlerdi.2

İnceleyin:  İbrahim Kalın - Açık Ufuk -Notlarım

“Ukûbât, hadler, medenî muameleler ve kazaî konuları içine alan” bu sahada,23 İmam Mâlik ve diğer birçok fukaha da benzer bir yolu benimsemişlerdir. Dahası Hanefilerin istihsan adını verdikleri uygulama da benzer düşüncelerin usûle yansımış halini oluşturmaktadır.24 Buna göre esas itibariyle dünyevî hükümlerin tayin ve tespiti ile zamana göre tatbik hakkı ulü’l-emr adı verilen ulemâ ve yöneticiler zümresine ait olacaktır. Ancak ulü’l-emr mutlak yetkilerle donatılmış değildir ve onlara itaat mutlak bir itaat değildir. Hz. Peygamber’in de ifade ettiği gibi masiyet olan bir hususta kula itaat edilmez.25

Muamelât sahası dinî sahaya dahildir ve dinin bu sahada hükme varacak insanlardan istediği husus, hakka tâbi olmak ve adaleti gerçekleştirmektir. Eğer yönetici bu sahada hak ve adaleti bulursa Allah’ın hükmünü de bulmuş demektir. Bu sahada tayin edici ifade “adalet nerede bulunursa Allah’ın hükmü oradadır” cümlesidir.26 Allah’ın insanlara adaletle hükmetmeyi emretmesi ve onlara bir ölçüt olarak mizanı vermesi de bunu göstermektedir.

Allah’ın mizanı yukarıda da değinilen genel kaidelerdir. Adalet, hakkı koruyan ve ona ulaştıran yoldur. Bizzat amaçlanan adalettir, adalete götüren yollar zamana, mekâna ve duruma göre değişebilir. Ama adalet bâkîdir.27

Reşid Rıza muamelât sahasının dine dahil olduğunu düşünmekle birlikte bu sahanın dünyevî olaylara bakan bir yönünün olması mezkûr sahadaki kriterleri etkilemektedir.

Ona göre İslâm dini bu sahada küllî bazı kaideler vaz etmiştir. Bu kaidelerin en esaslısı insanlar arası ilişkilerde adaletin gerçekleştirilmesi gereğidir. Bir diğer kaide, dinin insanların maslahatlarını gözetiyor olmasıdır. Yani Reşid Rıza’ya göre fıkhın en geniş alanı olan muamelât sahasını belirleyen kriterler, oldukça üst bir çerçevede yer alan ve “genel nas” tabiriyle ifade edilen soyut kavramlardan oluşmaktadır.

Bunun doğal sonucu, mezkur sahanın bütünüyle insanî bir faaliyete açılmasıdır. Öyle ki, bu sahada varid olan naslar dahi adaleti temin etmenin olmazsa olmaz ölçütleri olarak görülmemekte; bu sahanın yegâne hâkimi olarak ulü’l-emr takdim edilmektedir. Neyin nasıl tatbik edileceğini karara bağlayacak olan onlardır.

Daha sonraki değerlendirmelerinde “ileri gelen ulema, ordu komutanları, yargı mensupları, büyük tüccar ve çiftçiler, kamu yararına çalışan kimseler, cemiyet ve şirket müdürleri, parti liderleri, gazete müdürleri ve gazetelerin önde gelen yazarları, doktorlar, avukatlar, savcılar ve her belde ahalisinin kendilerine itimat ve hürmet ettiği kişiler”28 olarak belirlenen ve parlamenter sistemde faaliyet gösteren ulü’l-emrin meclis çatısı altında verdiği karar dinî bir karar olarak değerlendirileceğine göre insanların bu kişilere uyması gerekli olacaktır.29

Böylesi bir din tasavvurunun vardığı nokta açısından bizzat Reşid Rıza’nın kendisiyle ilgili aktardığı bir anektod ilgi çekicidir:

Din düşmanı olduğu herkesçe bilinen bu adam [Dr. Abdullah Cevdet], Âsitane’de bulunduğum dönemde Davet ve İrşad projem için bana yardımcı olmak istiyordu. Bir gün bana şöyle dedi: “Bu konuda başarılı olur da İslâmî bir okul ve külliye kurarsanız ben orada ücretsiz ders verebilirim. Üstelik, tıp ve diğer ilimlere dair derslerimi sizin dînî ıslah konusundaki yönteminize uygun bir şekilde yaparım.”

Kendisine “Sen dinle savaşan birisin, bunu nasıl yapacaksın?” diye sordum. Şu cevabı verdi: “Benim savaşım Fatih ve Süleymaniye [medreseleri] hocalarının diniyle. Onların fikirlerine uymaya kalkarsak terakkî etmemize imkân yok. Fakat Reşid Rıza Efendi’nin ve Şeyh Muhammed Abduh’un anladığı haliyle İslâm dini terakkî etmemize yardım eder ve devlet de bundan faydalanır. Bu yüzden ben sizin yol göstericiliğinizde hizmet etmeyi ümit edenlerin başında yer alıyorum.” 30

Dipnotlar

1- Reşid Rıza’nın ıslah anlayışı için bk. Özgür Kavak, Reşid Rıza’nın Fı-
kıh Düşüncesi Çerçevesindeki Görüşleri, (Yayımlanmamış doktora tezi), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2009, s. 81-99.
2- Reşid Rıza’nın “ıslah” projesinde esaslı bir öneme sahip olan “kaynaklara dönüş” konusuyla ilgili olarak bk. Reşid Rıza, el-Vahdetü’l-İslâmiyye ve’l-uhuvvetü’d-dîniyye, (3. Bs.), Dârü’l-Menâr, Kahire 1367, s. 56-57.
3- A.g.e, s. 57.
4- Reşid Rıza buradakilere benzer kaidelere Menâr’ın muhtelif sayılarında ve özellikle tefsire dair bölümünde yer vermektedir. Bu kaidelerle yukarıda zikredilenler arasında nüanslar dışında önemli bir farklılık bulunmamaktadır. Mesela bk. Reşid Rıza, “Fetâvâ’l-Menâr, (Es’ile min Cidde-Hicâz)”, Mecelletü’l-Menâr, XXVII/7 (30 R. Evvel 1345/7 October 1926), s. 497–499. Mecelletü’l-Menâr bundan sonraki atıflarda MM şeklinde gösterilecektir.
5- el-Vahdetü’l-İslâmiyye, s. 42-49; 51-54.
6- A.g.e., s. 126-127.
7- A.g.e., s. 126-129.
8- Dine dahil olan bu konular içerisine kimi yazılarda şeâ‘ir olarak nitelenen konuları da almıştır. Bk. Reşid Rıza, “Tefsîrü’l-Kur’âni’l-Hakîm”, MM, VII/7 (Gurretü R. Âhir 1323/10 June 1904), s. 243.
9- el-Vahdetü’l-İslâmiyye, s. 111.
10- Tefsîrü’l-Kur’ani’l-Hakîm, (Tefsîrü’l-Menâr), (2. bs), Dârü’l-Menâr, Kahire 1947, VII, 198; el-Vahdetü’l-İslâmiyye, s. 48.
11- Tefsîr, VII, 198; el-Vahdetü’l-İslâmiyye, s. 53.
12- el-Vahdetü’l-İslâmiyye, s. 128-129.
13- A.g.e., s. 53.
14- A.g.e., s. 111-112. Bir başka yerde müellif bu sahada varid olan âyetlerin ahkâm âyetlerinin onda birlik kısmına tekabül ettiğini ileri sürmektedir, bk. a.g.e., s. 211.
15- A.g.e., s. 53; 112.
16- A.g.e., s. 129. Burada Reşid Rıza’nın taklid meselesine bakışını ortaya koyan önemli bir husus bulunmaktadır. Sürekli olarak taklid karşıtlığını dillendiren, üstelik taklidin her türlüsüne karşı çıkan Reşid Rıza’nın bu ifadesiyle taklidin sahasını sınırladığı anlaşılmaktadır. Burada ulü’l-emri taklid etmenin gerekliliği, onların vardığı hükmün “icma” değerinde olmasıyla izah edilmektedir.
17- A.g.e., s. 111.
18- A.g.e., s. 53.
19- Tefsîr, VII, 198-201.
20- “Ta‘lîku’l-Menâr”, MM, XXX/9 (30 Zilkade 1348/29 April 1930), s. 689.
21- el-Vahdetü’l-İslâmiyye, s. 114.
22- A.g.e., s. 53-54. Reşid Rıza özellikle Hz. Ömer’in bazı ictihadlarının bunu ortaya koyduğunu düşünmektedir. O bu çerçevede bir mecliste üç defa boşama konusunu ayrıntılı bir şekilde ele alarak kendi kanaatini destekleme cihetine gitmektedir. Aynı şekilde müt‘a
nikâhının hükmünün değiştirilmesi, hadlerin uygulanmasının yürürlükten kaldırılması, ribânın belli durumlarda cevâzı, dârü’l-harbde fâsid akitlerin tamamının caiz olması yönündeki ashab ve fukaha kavillerini de bu çerçevede zikretmektedir. bk. “Fetâvâ’l-Menâr, (el-Hükm bi’l-kavânîni’l-İnkiliziyyeti fi’l-Hind)”, MM, VII/15 (Gurretü Şaban 1322/10 October 1904), s. 579-580; a.mlf., el-Vahdetü’l-İslâmiyye, s. 114.
23- Reşid Rıza, yukarıda yer verdiğimiz fetvasında “dünyaya taalluk eden hükümler” başlığı altında bu üç konuya yer vermektedir. bk. “Fetâvâ’l-Menâr, (el-Hükm bi’l-kavânîn)”, s. 579.
24- el-Vahdetü’l-İslâmiyye, s. 54. O, istihsanı, “kıyasa aykırı olarak üm-
metin maslahatının icap ettirdiği hükme varmak” şeklinde tarif etmektedir.
25- Tefsîr, VII, 201. Hadis için bk. Buharî, “Ahkâm”, 4; “Meğâzi”, 59; Müslim, “İmâret”, 39; Ebu Davud, “Cihad”, 87; Nesâî, “Bey‘at”, 34; İbn Mâce, “Cihad”, 40; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 129, 131.
26- Reşid Rıza fukahanın kazâî hüküm-diyânî hüküm ayrımının ve Hz. Peygamber’in kendisine getirilen davalara deliline göre hüküm vermesi ve hiç kimsenin, delillerde hile yaparak Müslüman kardeşinin hakkını yememesine yönelik ifadesinin esas itibariyle muamelât sahasında adaletin gerçekleştirilmesini ortaya koyduğu kanaatindedir. el-Vahdetü’l-İslâmiyye, s. 117.
27- el-Vahdetü’l-İslâmiyye, s. 117-118.
28- Tefsîr, V, 188, 198–199.
29- Ulü’l-emrin bu sahadaki faaliyetleri ile müellifin ahkâm tasnifinin verdiği fetvalar üzerinden incelenmesi için bk. Kavak, Reşid Rıza’nın Fıkıh Düşüncesi, s. 264-336.
30- Reşid Rıza, “et-Tecdîd ve’t-teceddüd ve’l-müceddidûn, [III]”, MM, XXXII/3 (Zilkade 1350/Mâris 1932), s. 228–229.

Din ve Hayat Dergisi

Kastamonur.com

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir