(…) Eğer sen “Şimdi herşeyin bir zorunluluk (cebr) altında bulunduğu belli olmuştur. Öyleyse Allah’ın sevap vermesi, azap etmesi, öfkelenmesi ve hoşnut olmasının manası nedir? Kendi yaptığından dolayı Allah nasıl öfkelenebilir?!” dersen;
Bilmelisin ki, biz bunun ne anlama geldiğine “Şükür Kitabı”nda işaret etmiştik. Burada onu tekrarlayıp sözü uzatacak değiliz. Tevekkül halini doğuran şeyin, tevhid ile ilgili olduğu kadarına işaret etmekle yetindik. Tevekkül ise ancak rahmet ve hikmete imanla tamam olur. Çünkü tevhid, sebepler sebebini düşünmeye, rahmete ve rahmetin genişliğine imana götürür. Bu da sebepler sebebine güvenmeyi sağlar. Aşağıda geleceği gibi tevekkül hali, ancak vekile güvenmek ve kefilin iyi niyetine kalbin tam olarak bağlanmasıyla gerçekleşir. İşte böyle bir iman, iman türlerinin en büyüklerindendir. Bu konuda keşif erbâbının uyguladığı yolu anlatmak uzun sürer. Tevekkül makamına ulaşmak isteyenin sarsılmaz bir inançla bağlanması için onun özetini anlatacağız.
Şöyle ki, o kimse sarsılmaz bir iman ve kesin bir bilgi ile şuna inanıp bağlanmalıdır. Şanı yüce olan Allah, bütün varlığı en akıllılarının aklı düzeyinde, en bilgililerinin bilgisi seviyesinde yaratacak olsa ve zihinlerinin kaldırabileceği bilgiyle donatıp onların üzerine sınırsız hikmetini yağdıracak olsa, sonra hepsinin sayısı kadar bilgi, hikmet ve aklı da katacak olsa, daha sonra olayların sonucunu onlara açıp, melekütunun sırlarından onları haberdar etse ve onlara lütfunun inceliklerini, azabının gizliliklerini bildirecek olsa, böylece onlar hayır ve şer, yararlı ve zararlının ne olduğunu bilseler, ardından onlara verilen ilim ve hikmet uyarınca mülk ve meleküt (fizik ve metafizik) âlemlerini yönetmelerini emretse, hepsinin birleşip yardımlaşarak yönetmeleri, şânı yüce olan Allah’ın dünya ve âhirette bütün yaratıkları üzerindeki yönetimine sivrisineğin kanadı kadar bir şey katamadığı gibi ondan sivrisineğin kanadı kadar bir şey de eksiltemez. Ayrıca onun yönetimini zerre kadar ne yükseltebilir ne de alçaltabilir.
Başına bir hastalık, kusur, eksiklik, fakirlik ve felâket gelen kimseden bunları bertaraf edemediği gibi, Allah’ın bahşetmiş olduğu sağlık, kemâl, zenginlik ve yararlı herhangi bir şeyi de ortadan kaldırmaya gücü yetmez. Aksine yüce Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı her şeye dönüp baksalar, uzun uzadıya inceleseler, onlarda bir farklılık ve düzensizlik göremezler. Yüce Allah’ın kulları arasında paylaştırdığı rızık, ömür, sevinç, üzüntü, âcizlik, güç, iman, küfür ve isyan adına ne varsa hepsi sırf adâlettir, onda zulüm yoktur; hepsi haktır, asla haksızlık yoktur. Bilakis bu taksim gerektiği şekilde, gerektiği gibi, gerektiği kadar gerçek ve zorunlu bir düzene göre yapılmıştır. Olandan daha güzeli (ahsen), daha eksiksiz (etemm) ve mükemmel olanı (ekmel) asla mümkün değildir. Eğer mümkün olup da gücü yetmesine rağmen lütfedip ortaya çıkarmasaydı bu durum cömertliğe ters düşen bir cimrilik, adâlete aykırı bir zulüm olurdu.
Şayet daha güzeline gücü yetmemiş olsaydı, bu da uluhiyete aykırı düşen bir âcizlik sayılırdı. Aksine dünyadaki her çeşit fakirlik ve felâket dünyaya göre eksiklik sayılsa da âhirete nisbetle bir artı değerdir. Ahirette kişiye göre her türlü eksiklik, başkasına nisbetle nimet sayılır. Çünkü gece olmasaydı gündüz bilinemezdi. Hastalık olmasaydı sağlığı yerinde olanlar sağlığın bir nimet olduğunu bilemezlerdi ve cehennem olmasaydı, cennetlikler o nimetin değerini takdir edemezlerdi. Mesela, hayvan ruhlarının insan ruhlarının emrine verilmesi ve insanlarm onları kesmeleri zulüm değil, yetkin olanın eksik olanın önüne geçirilmesidir ki, bu da adâletin ta kendisidir. Aynı şekilde cennetliklerin nimetleri artırılırken cehennemliklerin cezalarının çoğaltılması ve [259] müminlerin âhirette nankör kimselerin cennetteki yerlerine geçmeleri de adâletin ta kendisidir. Eksik yaratılmadıkça yetkin bilinemezdi. Hayvanlar yaratılmasaydı, insanın değeri ortaya çıkmazdı.
Yetkinlik ve eksiklik izâfi olarak anlaşılır. O halde ilâhî cömertlik ve hikmetin gereği olarak yetkin olan ile eksik olan birlikte yaratılnnştır. Yine hayatın devamı için kangren olan elin kesilmesi adalettir, çünkü bu durum bütünü kurtarmak için parçayı feda etmek demektir. Dünya ve âhirette insanlar arasındaki taksimdeki farklılık da böyle anlaşılmalıdır. Demek oluyor ki, bunların hepsi zulüm değil adâlet. şaka değil gerçektir.
İmdi, bu mesele gayet derin, son derece engin, dalgalı. neredeyse tevhid denizi kadar geniş bir başka denizdir. Anlayışı kıtlardan çoğu bu denizde boğulmuş ve bunun ancak âlimlerin kavrayabileceği derin bir megele oldugunu bilememişlerdir. Bu derin denizin ötesinde çoklarının şaşakaldığı ve keşif ehlinin, gizliliklerinî açıklamaları yasaklanan kader sırrı vardır.
Hülasa, hayır ve şer ilâhî takdirde belirlenmiştir; Takdir edilenin ilâhî ifadeden sonra gerçekleşmesi zorunludur ve O’nun hükmüne karşı koyacak , O’nun takdirini ve emrini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Aksine küçük büyük ne varsa hepsi yazılmıştır ve belirlendiği şekliyle meydana gelmesi beklenmektedir. “Başına gelen gelmemezlik edemez; gelmeyen de zaten başına gelecek değildir.”
II.**
“Alemin bu şeklinden daha mükemmeli, düzen olarak daha güzeli, yapı bakımından daha kusursuzu mümkün değildir” sözünün anlamı:
Eğer bu mümkün olsaydı ve [Allah] gücü yettiği halde daha mükemmel olanı yaratmayıp onu kendi nezdinde bırakmış olsaydı, bu durum ilâhî cömertlikle bağdaşmayan bir cimrilik sayılırdı. Şayet daha mükemmeline gücü yetmemiş olsaydı, bu durum ilâhî kudrete aykın olup âcizlik anlamına gelirdi. Oysa kendi özgür iradesiyle henüz yaratmadığı bir durumda O’nun âciz olmasını gerektiren ne olabilir?! Halbuki âlemi yaratmadan önce O’na böyle bir âcizlik isnad edilemez. Denebilir ki: “Alemin yokluktan varlık alanına çıkmasını kendi nezdinde bırakarak ertelemesi de anlattığımız manada âcizlik sayılır. Peki, bu iki erteleme arasındaki fark nedir?”
Evet, bu böyledir, çünkü âlemi yokluktan varlığa çıkarıp yaratmayarak onu ertelemesi zorunluluğu gerektirmeyen (mümkin) seçme özgürlüğü altında değerlendirilebilecek bir hâdisedir. Zira seçme özgürlüğüne sahip olan fâilin, bir fiil gerçekleştirmeye yetkisi vardır; gerçekleştirdiği zaman ise onu, ancak bizim hikmet olarak bildiğimiz hikmetin bütün gerekleriyle yapması bir zorunluluktur (leysetî’l-imkân).
Fakat 0, hikmetin ne olduğunu bize, ancak kendi fiillerinin (ilâhî kanunların) nasıl gerçekleştiğini ve onların kaynaklarını (sebeplerini), yaratıkları hakkında bilgisi, iradesi ve kudretiyle verdiği ve vereceği her hükmün son derece hikmetli, fevkalâde sağlam ve harika bir yapıda olduğunu kesins likle bilip anlayalım diye bildirmiştir. Yarattıklarını mükemmel düzeyde yaratmasının sebebi ise bu durumun, ululugunu gösteren yücelik sıradarındaki kendi kemaline kesin bir delil olması içindir.
Eğer 0,yarattığını [olabilecek daha mükemmel) bir başka varlığa nisbetle eksik (kusurlu) yaratmış olsaydı, yaratmaya gücü yetmezdi. Şayet yaratmamış olsaydı, yaratılan bu varlık hakkında iddia edilen eksiklik işte o zaman sözkonusu olurdu. [36] Nitekim bu varlığı başka bir şekilde yaratmış olsaydı, o zaman da bu iddia yine ortaya atılırdı. Bu durumda her iki yaklaşım da O’nun varlığına delil sayılırdı, yani noksan olarak yarattığı kesin delil, daha mükemmelini yaratmaya gücünün yettiği iddiası ise zannî delil durumunda olurdu. Çünkü O, insanlar için akıl ve anlayış yaratmış ve gizli, saklı ve kapalı olan şeyleri keşfetmeyi onlara bildirmiştir. O zaman kemâlini bildirdiği şeyler O’nun eksikliğine delâlet ediyor, kudretini bildirdikleri ise aczini gösteriyor anlamına gelirdi. âlemlerin rabbi olan Allah bu anlayıştan ne kadar yücedir. O apaçık gerçek hükümrandır.
Bu konuda ancak, Allah’ın yaratıklarını tanımayan ve ilmî bir temelden kalkarak benzeri ifadeler arasından doğru olanı dile getiremeyen veya elinde başkasını ona kıyas edebileceğimiz bir metin ve kendince bir anlamı bulunmayan kimse itiraz edip günaha girer. Varlığın esrarını bilen kimsenin onu açıklaması, açıklayan açısından ilmin geçersiz olmasını gerektirir. Çünkü o, ehil olmayana ilmi yaymış ve lâyık olmayana onu sunmuştur. Nitekim rivâyet edilir ki Hz. İsa (a.s.) “Domuzların boynuna incileri takmayın” demiştir. Şüphesiz o, bu sözüyle ehli olmayana ilmin verilmemesini kastetmişti.
Şöyle bir rivâyet de vardır: “Ehil olanlardan hikmeti esirgemeyin, aksi halde onlara zulmetmiş olursunuz. Onu ehil olmayanlara da vermeyiniz, aksi halde hikmete zulmetmiş olursunuz.” Açıklanması ahkâmı (dinî hükümleri) geçersiz kılacak olan bilgiyi saklamak konusuna gelince, şayet Allah tarafından o bilgi, kaldıramayacak kimselere açıklanacak olursa, onlar hakkında ahkâm geçersiz hale gelir. Özellikle varlığın geleceğine yönelik bilgi edinme, yaratıkların sonunun neye varacağını bilme, ibadetlerin sırrına vâkıf olma ve ilâhî takdir kapsamındaki birtakım tahminleri açığa vurma gibi hususların sırrını bilen için bu böyledir. Mesela bir insan kendisinin cennetlik olduğunu bilirse, namaz kılmaz, oruç tutmaz ve hayır işlerinde kendisini yormaz. Aynı şekilde kendisinin cehennemlik olduğu ona açıklanacak olsa, tamamen yanlış yola sapar, fazladan yorulmaya ihtiyaç duymaz, hiçbir güçlüğe göğüs germez.
Herkes âkıbetini ve sonunun ne olacağını bilse, onlara uygu[anacak hükümler geçersiz olur. Eğer ilâhî hikmetler maneviyâtı zayıf olam rahatlatmak için açıklanacak olsa, dinlediği şey karşısında atâlete düşer. düzeni bozulur, kapıp koyuverir. Bu anlatılanlardan sonra, gelişigüzel bir ifade, olduğu şekliyle değil, olması gereken en uygun şekliyle yorumlanır. Nitekim bir şeyin imkânsızlığından, başka bir şeyin imkânsızlığını gösteren şart edatı olan “eğer (lev)”in kullanılması böyledir. Mesela insanın iki kanadı olsaydı uçardı, göğe merdiven kumlsaydı oraya çıkılırdı.İnsan melek olsaydı şehvet duygusu bulunmazdı. İşte bunun gibi gelişigüzel sözler ilmin dışında kalır.
Gazzâlî, Ihyâu ulümi’d-dîn, el-Mektebetü’t-ticâriyyetü’l-kübrâ, Mısır ts., IV, 258-259.
Aldığım Yer:Mahmut Kaya – İslam Filozoflarından Felsefe Metinleri,syf.403,407
**Gazzâlî, Kitâbü’l-lmlâ fî işkâlâti’l-Ihyâ (Ihyâu ulümi’dadîn içinde), el-Mektebetü’t_ ticâriyyetü’l-kübrâ, Mısır ts., V, 35-36.
0 Yorumlar