Küresel Kültüre Bağlanırken
Türkiye içinde bulunduğu konjonktürde tarihin en önemli değişimlerinden biriyle karşı karşıya. Toplum olarak bu durumu yaşadığımız için süreç boyunca değişimin mahiyetine vâkıf olmakta geç kalmaktayız, ileriki yıllarda, Türk milletinin tarihsel bağlamından nasıl koparıldığı daha net fark edilecek.
Görünüşte tarihi fonksiyonunu icra ediyormuş gibi olsa da Türk milleti ontolojik bir inkârın içindedir. Türkiye’de kültür son yıllarda iyiden iyiye neoliberal kültüre eklemlendi; küresel kültürün bir şubesi halini aldı.
Türk milletinin kültürü onu yaşatırdı. Yaşamasına, canlı kalmasına, kendine özgü refleksler geliştirmesine neden olurdu.
Terry Eagleton, Kültür Yorumlan kitabında küresel/post- modern kültürün önce çözüm olarak görülürken ardından sorun olmaya başladığına dikkat çeker. Kültüre ehemmiyet verdikçe millet bağı tehdit altına girdi. Tanzimat’tan beri geliştirilmeye çalışılan “merkezsizleştirme” çabası, ortak duygu ve düşünceleri tedavülden kaldırma, millet olmanın getirdiği davranış kodlarını değiştirme gayretleri sonuçlarını göstermektedir.
Modernité insanların birbirleriyle ilişkilerine olduğu kadar insanın kişisel yaşamına müdahale eder. Her bireyin “başka”larından habersiz hayat yaşama, iş yapma ihtimali ortadan kalktı. Kimse kimseye söylemez ama herkes birbirinin belirli saatlerde nelerle meşgul olduğunu bilir. Bu yalnızca “aynı”laştırma değil; standart bir ömürdür. Katiyen “ortak” hayat alanı da değildir.
Bugünkü kültürün çok etkin olması bireylerin gündelik yaşamlarını ele geçirmesindendir.
Güç, Mahremiyet ve Görüntü
Kamuoyuna sunmak…
Yerleşik kültür olan bitenin toplum tarafından müzakere edilmesi esasını getirir. Toplum buna teşnedir. Onayı alınsın ya da alınmasın mevzuların kendisi tarafından tartışılmasını bekler. Artık bu durum alışkanlık halini almıştır. Yoksa benliğin bir parçası değildir.
Hâlihazır kültür benliği bile ortadan kaldırdığı için iradi sonuçlarla karşılaşmak mümkün olmamaktadır. Milletin benliğini, iletişim sektörü uhdesine almıştır. Meşruiyet kaynağı da buradan zuhur eder. Gündelik yaşamı iletişim teknolojileri kontrol eder.
Görünmeyen hiçbir şeyin ciddiyeti yoktur…
Herkesin mahremi içine taşmayan hiçbir konunun toplumla bağlantısı kurulamaz. İstisnasız tüm bireyler görmeden mevzuların ‘derinliği” ve esası olamaz.
İçinde bulunduğumuz kültür değersizleştirme ve sıradanlaştırma fonksiyonlarını icra ederek etkinliğini genişletir. Kahvaltı masası ile akşam yemeği arasında sıkışmış gündem maddeleri kadardır bugün Türkiye. Sadece kahvaltılar, yemekler, eğlenceler değil, bireyselliklerin, bohemin, inzivanın da buna eklendiğini söylemek gerekir: özellikle sosyal medyanın “storyleri ayıp olduğunu bildiği halde “paylaşmaktan vazgeçilemeyen” durumları mahremiyet sınırlarını aşırarak ortaya serer… Ayağını uzatmış kitap okuyan, yazı yazan, denize bakan kadınların, çay içen, bıyık buran, arabasını ifşa eden erkeklerin, başörtülü arkadaşlarıyla ‘okey partisi” düzenleyip bunu “göstermeden edemeyen” kızların görüntüsü mahremiyet sınırlarını açıklar
Yemek süresince ciddiyet vardır. Haberler millet benliğinin ortaya konulması için hazırlanmaktan, izlenmekten çok “vakit geçirme” “eğlence” ve “sosyal sorumluluk” rollerini yerine getirmeye matuftur.
Wallerstein’a göre kültür güçlülerin silahıdır. Belli bir aşamadan sonra kültür toplumsal ilişkiler içinde alt sınıflardan üst sınıflara kadar eylemlerin meşrulaştırılması için kullanılır. Çünkü kültür organize eder, kontrolcüdür, emreder, uyarır, engeller, yönlendirir, uzlaştırır, benzeştirir, aynılaştırır. Herkes kültürün içinde bazı gerekçelerle kendi menfaatleri icabınca işlerle ilgilenebilir. Güçlülerin, sistemi idare edenlerin işlerini kültüre dayandırarak yürütmeleri başlarını daha az ağrıtır.
Modernite: Yaşatarak Öldürmek
İçinde bulunduğumuz dönemde kültür “aşırılıkların arasında” çöktü. Çünkü toplum gerçekliğin, bilginin ve anlamın altında kaldı: Kusursuz Cinayet müellifi Jean Baudrilardın deyimiyle “Anlam kültürümüz, anlamın aşırılığı altında çöker, gerçekliğin kültürü gerçekliğin aşırılığı altında çöker, bilgi kültürü, bilginin aşırılığı altında çöker.”
Modernitenin oluşturduğu kültür örtük unsurlar içerdiği gibi bir o kadar da alenidir. Modernite Batı kültürünün yaygınlaşması için bir araçtır esasında. Çünkü modernin ürettiği öğeler, her ne kadar insanların temel ihtiyaçlarını karşılıyor gibi gözükse bile Batı dışı toplumlar için Batının gereksinimlerini gidermeye özgüdür.
Eagleton’ın da vurguladığı üzere modern kültür büyük ölçüde, milliyetçiliğe, sömürgeciliğe ve emperyalist güce bağlı- dır. Modern kültürü içselleştirmese dahi Türkler modern kültürle kurdukları “derin” bağlantılarla kendilerini inkâr etmeye başlamıştır.
Siyasa ile kültürün ilişkisi bu bakımdan son derece keskindir. Siyasal durum, fiili yapı kendi kültürünü belirler. Türk milleti siyasallığıyla kültürünü örtüştürmüştür. Siyasala olan yatkınlık Türk milletinin kültürünü geri dönülmemecesine dönüştürür. Teknik imkânlardan ibaret gördükleri moderniteye eklemlenmekle Türk milleti yaşam tarzının Batılı gibi olmasını kabul etmişti. Bu önceleri siyaseten yapılmış bir tercihti. Ancak teknik ve siyaset kendi kültürünü Türk milletine yerleştirdi. İçinde bulunduğumuz kültür sadece Batılı yaşama biçimini değil,Batılı zihni ve vicdani örgüyü de bünyeye eklediğimizi gösterir.
1970’li yıllardan sonra dünyada görülen kriz sonucunda kapitalizmin evrilmesiyle Türkiye’de de değişimler başladı.
Finans kapitalizm etkinliğini artırdı. Finans kapitalizm için dünyanın “bir örnekliğine” ihtiyaç vardı. Üretim ile tüketim birbirinden ayrılamaz derecede örtüşmeliydi. Dünyanın hiçbir yerinde sistemi “sahiplenmemiş” kimse kalmamalıydı.
1980’deki darbe ile Türk milleti yeni sisteme uyumlu hale getirildi. Böylece “herkes” sistemin bir kulpundan tutmuş oldu. Turgut özal’ın liberalizmi dünyada eşine ender rastlanacak radikallik içeriyordu. İletişim devrimiyle Türkiye’de ulaşılmadık kimse kalmadı. Köyde izole olmuş unsurlar bile etki alanına girmişti.
Piyasa böylece Türkiye’nin etkin kültürü haline geldi. Her konuda piyasa gözetilerek iş yapılır oldu. Piyasasına göre işler yürümeye başladı. Kaliteli ya da niteliksiz olması hiç önemli değildi, gidiyorsa üretilebilirdi. Dolayısıyla herkes önceliği üretime verdi. İçinde bulunduğumuz dönemde piyasadan müşteki olmak zihinlerden çıktı. Piyasa herkesi o kadar içine aldı ki kültürün tek referansı/kutsalı piyasa oldu. Siyasetten, ekonomiye, sosyal yaşamdan özel hayatın kılcallarına kadar piyasanın nüfuzu genişledi.
Postmodemizmle her sektörün kendi piyasası kuruldu. Bu kendi içinde özerklik demekti. Tüm sektörler kendi iç işleyişlerini belirledi. Dolayısıyla çoğulculuk birçok merkez oluşturdu.
Her merkezin bir efendisi, kendine has kültürü şekillendi. Artık merkezler “makro” planda dünya sistemiyle uyumlu, mikro düzeyde birbiriyle yarış ve savaş halinde örgütlendi. Türk milletinin kültürünü piyasanın işlerliği belirlemeye başladı. Bu kültürde hesap verilecek tek hakikat dünya sistemi oldu.
Yoksunluk Kültürü ve “Ortamdakilerin Egemenliği
Sistem böyle çalışıyor…
Bugün kendini hâlihazır düzenin dışında tutmak isteyenler dahi bu cümleyi kullanmaktan vazgeçmiyor. Çünkü kültür endüstrisince biçimlenen bugünkü kültür ve sistem, direnişin imkânsız olduğu imajını verir. Bu sadece imaj da değildir aslında. Sistemin nüfuz ettiği alan o kadar yaygın ve etkin, ulaştığı insan sayısı o derece çoktur ki kimse bir an bile gözünü başka bir yöne kaydıramaz. Zira sistem var olmak, ayakta kalmak için insanların yeniye malik olma arzularını tetikler.
İnsanlar bu bakımdan Türkiye’de özdeştir. İdeolojik, dini veya kültürel farklılık görülmez. Asgari ücret alan bir emekçi ile zengin işveren yeni çıkan televizyonu alma derdindedir. Çünkü yoksunluk kültürü içinde yaşıyoruz.
Teknolojinin dışında her tür yeniliğe sahip olma güdüsü yoksunluk kültüyle beraber kişinin köleliğini artırır. Burada doyum krizi devreye girer. Hemen yeni olanı edinememek doyumun gecikmesine neden olur. Tutku halini alır, malik olma aşkı. Tutku aklı ve diğer insani yetileri devreden çıkarır. Tek hedef elde etmek olduğunda bugünün insanı için hakikat ve kutsal zihinlerde siner. Çıkmaz ama bir başka seküler meta ile yer değiştirir.
Mutluluk hakikatle kurulan irtibatta değildir artık. Mutluluk dünyada yaygınlaşan kültüre, teknolojiye, üretim aracına vakıf ve sahip olup olmamaktadır. Bu düzende kimse mutlu olmaz zira Adorno’nun yıllar önce altını çizdiği gibi “sistem vaat ettiğini aslında vermeyecektir.”
Türkiye’de bir şekilde varım diyenler bile bu vaatlerle yapmaktan imtina etmeyecektir. Türkiye’de İslâm düşüncesi ve Müslümanlar bugünün kültüründe üretim araçlarında,pazarlama ve yeni teknolojileri kullanmada gösterdikleri hızla övünür. Çünkü sistem 1970’lerdeki krizi kendine alternatif geliştirme potansiyeli bulunanlara vazife yükleyerek aştı.
Kültürel hayatımız “orta” olana değer verir. Dolayısıyla toplumun ortasının genişlemesine ön ayak olur. Ortadakiler ekonomik bağlamda temel ihtiyaçlarını karşıladığı gibi sistemin ürettiği değer ve ürünleri sorgusuzca kullanır. Klasik ekonomi kategorisi içerisinde gelir – gider düzeyine dayanmaz Türkiye’deki orta sınıf. Orta kısım genişletildikçe, sistemin dengesi daha oturaklı olur. ,
Ortadakiler dindardır.
Dindarlığa yatkındır, en azından muhafazakârlıktan imtina m etmez. Halk İslâmının sınırlarını genişletir orta sınıf. Ritüel- lere dayak, belli günlere sıkıştırılmış İslâmî inancını, siyasal, ekonomik ve kültürel olarak genişletir. Halk İslâmının sınırlan ve çevresini de bünyesine katarak iyice büyür.
Modernité toplumlara esenlik sağlamadı.
Eşitlik ve adalet getirmedi.
İmtiyazlı devletler ve ayrıcalıklı sınıflar üretti, yönetimi onlara devretti. 1950 öncesindeki yönetim kültürümüzde İslâm,devletin bileşenleri içinde düşünülmüyordu. ABD’nin dünya sisteminin başına geçmesiyle birlikte İslâm’ın milletin bağı olduğu dolayısıyla hesaba katılması gerektiği düşüncesi yerleşti. İçinde bulunduğumuz kültürde dindar orta sınıf üretim ve tüketim işlerini devralmak istiyor. Sistem bunda bir sakınca görmüyor.
Geleneksel kültürel nosyonlarla sürdürülebilir bir modernlik bugünkü dünya düzeninin tercih ettiği bir yaklaşım. Dindar orta sınıfın talepleri de zaten bundan bir adım öteye geçmiyor.
Yürüyen işlerin dindar kişilerce yapılması kâfi görülüyor.
Ortadakiler dindarlıklarını bağladıkları dinin dünya algısını gözlerden uzaklaştırarak genişletiyor. Spesifik hayat teklifleri yok. Türkiye’nin tarihsel misyonunu milletin ufkuna getirmek bir tarafa oradan sakınmak ön planda.
Ortadakilerin yeni bir zekâ, akıl ve tefekkürle piyasaya çıktıkları vaki değil.
Popüler Kültürün Kurduğu Ortaklık
Türkiye’de sınıfsal ayrımı, yüksek kültür/alt kültür ikiliğini, seküler dindar farklılaşmasını, milliyetçiliklerdeki çatışmayı, kuşaklar arasındaki anlayış farkını yıkarak bunları ortaklaştıran, kolektif bütünlüğünü sağlamayı başaran en belirgin öğeler kazanma ve tüketmedir. Bu yalnız kapitalist zengin sınıfın vasfı değildir, artık.
İçinde bulunduğumuz kültürde yoksullar gelir adaletsizliğini tesis eden düzeni değiştirmek değil, daha fazla kazanmak ve tüketmek amacındadır.
Bir kere “herkes” dünya düzeninin kalıcılığı hususunda anlaşmıştır.
Ortaklık burada başlar. Sonrasında düzenden pay kapma yarışına girişilir. Schopenhauer, buna dikkat kesilir: “İnsan, zevkini yükseltmek için aslında tatmini hayvanlarınkinden ancak biraz güç olan ihtiyaçlarını bilerek artırır: bütün bu lüksün, lezzetli yiyeceklerin, tütün, afyon ve alkollü içeceklerin, zarif ve gösterişli elbiselerin ve daha bunlar gibi insanın hayatı için zaruri olduğunu düşündüğü binlerce şeyin sebebi budur.”
İçinde bulunduğumuz kültürel platformda hayat alınıp satılan bir meta halini aldı. Değerler ise ne kadar tecime elverişliyse kıymet kazandı.
1950 yılına kadar Türkiye’de tüketim ekonomisi yalnızca üst sınıfların tekelindeydi. İkinci Dünya Savaşı dünya sisteminin başını da bu gidişatı da değiştirdi. Çünkü Amerika’nın tarzı sonuca bakmakla ilgilidir. Sonuç getireceğini, kendi sistemine eklemleneceğini, sorun çıkarmayacağını bildiği her elemanın işleyişte katkısı olmasını ister Amerikan tarzı.
Bu yüzden dini değerlerin, ritüellerin ve simgelerin 1950 sonrasında kullanılması Türkiye’nin dünya sistemi içine girme çabalarını engellemiş değil bilakis desteklemiştir. Çünkü Amerikan tarzı Avrupa’dan farklılaşarak dikey geçişkenliği öngörür.
Tüketim, üretim, kültür, siyasette ayrıcalıklı sınıflar mutlaka olacaktır ama halkta yerini alacaktır. Halkın katılımı o derece yüksek olmalıdır ki bir süre sonra sistemin yükünü halk üstüne almalıdır. Nitekim dünyada 1970 krizi, Türkiye’de de 1980’den sonra kitlelerin aynılaşması üretimde ve tüketimde ortaklık kurmaları bu kapsamdadır.
1950 sonrasında tüketim ve lüks bu anlamda tabana yayılmaya başladı.
Türklerin geleneksel üretim ve tüketim anlayışı, ekonomik sistemi, temel ihtiyaçlara dayanır. Her ne kadar temel ihtiyaçlar konusunda Turkler Avrupalılardan ayrılarak çıtayı yukarı çıkarmışlarsa bile Osmanlı’daki ekonomik düzen tüketimi değil tüketiciyi öncelemesiyle farklılaşır. Ancak Tanzimat’tan sonra lüks tüketim mallarının İmparatorluğa girişiyle birlikte kültür de değişmeye, buna göre evrilmeye başlamıştır. Lüks imparatorluğu teslim aldı. Yüksek kültürü etkiledi, onları yönetmeye girişti. Zira lüks Sombart’ın da tanımladığı gibi temel ihtiyacı aşacak biçimde yapılan her türlü harcamadır. Lüks, harcamaların artmasının ötesine geçerek toplumu yönlendiren ve örnek olan yüksek kültürün, Batılı karaktere bürünmesine neden oldu.
Kitleselleştirmek kültürün işini çok kolaylaştırır. Tek tek bireylere ulaşmak zorunluluğu ortadan kalkar. Kitle iletişim araçlarını; kitlelerin “kolay kışkırtılmak, kızgınlık, muhakeme yetersizliği, hüküm verme, eleştiri yeteneklerinin olmaması, duygulardaki mübalağa” gibi özelliklerini kullanarak küresel kültür etkinliğini süreklileştirir. Dahası Türk milleti gibi tarihte dominant rol almış toplumları da kontrol edebilir.
Sıradanlık modernitenin ürettiği kültürün en bariz niteliklerindendir. Sıradanlık ile olağanlık birbirinden keskin hatlarla ayrılır. Çünkü sıradanlık aynı zamanda bir düzeyi belirtir. Olağanlık ise normal olanı gösterir. Popüler kültür ürünlerinin sıradanlaştırıcı etkisi bugün için bir eleştiri konusu değildir.
Harcamak İçin Kazanmak
Popüler kültür iyi yetişmiş bireyi dahi alt düzeydekiyle eşitleyebilir.
Bu, popüler kültürün yaygınlık kazanmadığı dönemlerdeki yergilerden biriydi. Ama şimdilerde popülerlik yaygınlaştığı için sıradan davranışları “herkes”ten görebilmekteyiz. Akıl ve vicdan herkesleşmenin panzehiridir.
Dini birikimle birlikte tarihsel potansiyeli doğru okumuş kimseler sahih ve sahici bağlantısını kurabilirler. İçinde bulunduğumuz kültürün sahicilik içermediği konusunda bilgi sahibidirler. Ne var ki uygulamada alt sınıflardan ayrılmazlar. Çünkü kültür, işin yapılmasında o işe inanıp inanmamayı dikkate almaz. Yapılmış olması kâfidir. Bu açıdan sahicilik bilgisine sahip olsalar bile sahici davranmayan kişilerle de çok sık karşılaşırız.
Kültür insanlara mutluluk verir mi? Trend laflardan biriyle söylersek “kişinin kendini iyi hissetmesini sağlar” belki. Bugünkü kültürde kişi ne ile kendini iyi hisseder? Parayla, şöhretle, kariyerle, sağlıkla, geziyle, eğlenceyle, rahat bir eğitimle, rahat bir işle mutluluğu bir tutar. Tasa, kaygı, korku, ölüm, ıstırap hep bağlamından kopmuştur. Arzular yalnızca bireye endekslenmiştir. “Toplum için” başlığı altındaki eylemlerin de kişi ikbalinden başka amacı yoktur.
Hedonizmin bile anlamı, kapsamı, estetiği bayağılaşmıştır.
Zaten bugünkü kültür içinde hedonizm sıradandır ama yapılanlar bayağılaşmıştır. Herkes her şeyden zevk almaya başlamıştır. Çünkü günde on iki saat çalışanlar bile alın terlerini “başka”larının önünde harcamak pahasına çekmektedirler. Bu, acı ile yoğrulan keyif halini almıştır. Kazandığını harcama “başka”larının bakışlarına feda ederek tüketim ürünlerine vakfetme, bireysel özgürlük ve yetkinlik ifadesi olarak sunulmaktadır.
Bilhassa kadınlar “kendi parasını harcamak” için çalışma hayatına atılmaktadır.
Böylece “harcamak için kazanmak” bireyin kendi kendini gerçekleştirmesi şeklinde lanse edilmektedir. Doğal olarak bugünkü kültürde “ideal insan” tarifi de değişmiştir. Başkalarına muhtaç olmadan hayatını idame ettirenlerden ziyade başkalarının gözünde üretilen şeylere bir an önce sahip olan kişiler idealize edilmektedir. Bu haz çok çeşitli uyarıcılarla devamlı diri tutulur.
Yeni kültürde kişilerin başka yollara sapmaları kendiliğinden sistemin iç dinamikleri sayesinde engellenmiş olur. Böylece bir döngüye ulaşılır. İnsanların isteyip istememeleri mühim değildir yerleşik kültürün sapasağlam ayakta durması için.
İnsanoğlu dünyada bulunuşunu bir şekilde anlamlandırma peşine düşer.
Bunu dile getirerek göstermek yerine yaşadıklarıyla izah eder. İnsan sadece dünyada yaşama peşinde değildir, iyi yaşamak ister. Dünyada bulunmak iyidir belki ama dünyada iyi ve hoş şekilde yer almak da insan ihtiyaçlarındandır.
Yerleşik kültürel hayat insanlara doyumsuzluğu verirken aynı zamanda aşırılığa da alıştırmaktadır. İnsanlığın bu aşırılığı göğüsleyip göğüsleyemeyeceği şimdilik belli değil ancak doyumsuzluk konusunda insanoğlundan bir tepki de gelmemektedir.
Kazanç kendi kültürünü üretmiştir. Buna Batılı bireysellik denebilir belki ama kişilerin kazanç sağlamak için başkalarını, hatta birincil ilişki kuracakları kişileri bile yok saymaları, onlar rın sırtına tırmanmaları yeni kültürün net görüntülerindendir.
Kimsenin kimseye borç vermemesi finans kapitalin bir sonucu mudur, yoksa finans kapital bunu icbar mı etmiştir? Bunu göz Önüne almaktansa sonuca eğilmek gerekir. Çünkü Türk milletinin belirgin vasıflarından olan itimat yeni kültürde yer bulamamaktadır.
Batı kültürü kendi kimliğini, kültür yapısını küreselleştirirken iki amaç güder.
Birincisi kültürünün yaygınlık kazanmasını sağlamak ikincisi muhalifleri, alternatif dünya görüşü geliştirenleri kafalarını kaldırmadan ezmek, meşgul etmek.
Bugünkü yeni kültürde Türk milletinin asgari millet olma şartlarını geliştirmek bir tarafa tarihsel rollerini unuttukları görülmektedir. Çünkü Türkler Batıyı Kıta Avrupa’sına sıkıştırmış tüm ticaret yollarını tutarak kıstırmış bir anlayışı yaygınlaştırmıştı. Yeni kültür bu tarihselliği gözlerden uzak tutar. Bunu bir yandan diyalog, öteki, kimliklere saygı kavramlarıyla siyasette işlerlik kazandırarak yaparken diğer yandan gündelik hayatlarını “aşırı meşgul” ederek yapar.
Geçim sıkıntısı başlığı altındaki kazanç sağlama çabası Türk milletinin gözünü kör etmiştir.
Yeni kültür bireyleri toplumdan göreli bağımsızlaştırırken benliğinin parçalanmasına da neden olmaktadır. Evde başka, işte başka, arkadaş ortamında başka kimliklerle var olmak bir tarafa yeni kültürün argümanları ve enstrümanları da çeşitlenmektedir.
Böylece birey tekrara düşmeden, yeni ortamlara girebilmektedir. Kafe kültürü ile okul kültürü, ev-akrabalık kültürüyle futbol kültürü birbirinden farklı birey özellikleri geliştirir. Dolayısıyla tatmin edilecek mekân ve atmosfer çeşitlenmiş olur.
Televizyon kültürü, bilgisayar-internet kültürü, cep telefonu kültürü, dizi kültürü, yemek kültürü, zevk kültürü, eğlence kültürü, müzik kültürü, sinema kültürü, kitap kültürü, müze kültürü, lokanta kültürü, siyaset kültürü, oHs kültürü gibi daha onlarca örnekle gündelik yaşamımızın doldurulduğunu, kontrol edildiğini ve en önemlisi ayrıştırıldığını söyleyebiliriz.
Bunlar arasındaki irtibatsızlık her alanın kendi bağımsızlığını açıklamasıyla ilgilidir. Yeni kültürde birey her sahada at koşturarak kendini gerçekleştirdiğini varsayar.
Hâlbuki bu otonom kültürler aynı zamanda hakikat alanları oluşturarak bireyi hapseder. Yeni kültür hakikatin çoğulluyla da Türk milletini tarihinden koparmıştır.
Öfke kültürü, şiddet kültürü, para kültürü, cinsellik kültürü, milliyetçi kültür, lümpen kültür, çatışmacı kültür… yeni kültürün bireyleri doğrudan zedeleyen unsurlardandır.
…
Ercan Yıldırım – Türkiyenin Yeni Kültürü,syf.75,86