“Özel hayat” deyimi Batıya özgü bir ifade olsa gerek. Bu deyimle kişinin, kamuya dönük hayatı ile kendine ait sayılan hayatı arasında bir ayrım yapmak amaçlanıyor. Kabaca bir bakışla, kişinin söz gelimi ev içi hayatı ile sokaktaki hayatı arasında bir farklılığın var olduğu kabul ediliyor. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak, elbet, kişinin ev içinde başka, sokakta bir başka adam olması; ev içinde belli bir ahlâka, sokakta bir başka ahlâka göre tavırlarını, davranışlarını ayarlaması olağan sayılıyor. Batıcı anlayışın her alana yayılmış bölmeli kafasının tipik görünüşüdür bu.
Denecek ki, peki ama “kanunlar” evimizin içine kadar girecek mi? Eğer kanunları, hayatın dışında oluşan bir takım kurallardan ibaret sayıyorsanız, bu kuralların evinizin içine kadar girmesine gönlünüz razı olmayacaktır. Din kuralları ile kanunlar, din kuralları ile “bilimsel zihniyet” dediğiniz anlayış arasında farklar gözetirseniz, evinizin içiyle dışı arasında da, bu farklılığı ifade edecek bir ayrımı gözetmek zorunda kalacaksınız demektir. Kilisede dindar, laboratuvarda bilgin, evinde “aile babası” olan kimse, toplumun kendisine tanıdığı bu statüler sayısınca kimliklere bölünecektir.Bir insanın, yurttaş olarak yalnız bir yüzü değil, birçok yüzleri ortaya çıkacaktır. Sonra o tasnif maharetinizle bu çok yüzleri ikiye indireceksiniz ve birine “kamu” ötekine “özel” hayat yaftasını yapıştırarak rahatlayacaksınız. Kanunları evinizin içine sokmayacaksınız.
Tanrının denetimi, sizin uzağınızda, kilisenin dört duvarı arasında kalmıştır. Size erişemez. Rahatsınız. Ahlâksa… ahlâk zaten kişilerin birbiriyle olan ilişkilerinin belli bir düzene bağlanması demekse, evimin içinde, kendi odamda, benim ne yaptığıma kim karışabilir? Russell’ın banyoda örtünen rahibeye akıl erdiremeyişini burada bir kez daha anmak gerekiyor.
Batılı insan, özel hayatı ile kamuya dönük hayatı arasında böyle bir ayrım yaptığı için “ahlâk”sızdır, diyorum. O, gerçekte, ahlâksızlığını kural haline getirmiştir ya da daha doğrusu ahlâksızlığını kurallara bağlamıştır. Ahlâksızlık, bir kez kural haline gelince, yani herkesin kabullendiği objektif bir kimliğe kavuşunca, tavırlardaki, davranışlardaki sakatlıklar meşrulaşacak demektir. Kim kimi suçlayabilir bu yüzden? Çünkü bir yerde, ahlaksızlığa uymak da bir “ahlâk” haline gelmiştir. Bu noktada, devlet de toplum içinde yaşayan bu kurallardan kanunlar çıkartacaktır.
M. Duverger’e göre Batı demokrasileri, yönetenlerin, kendilerini özel hayat konusunda sınırlamasından doğmuştur. Yani yönetenler, özel hayatın geniş bir kesimini devlet denetiminin dışında tuttukları, bu bakımdan kendilerini sınırlandırdıkları için, demokratik hayat başlamıştır. Bu görüşün sahibine sorulabilir: Devlet veya yönetenler böyle bir sınırlamaya gitmeyip de ne yapacaktı? Özel hayata müdahale etmek isteseydi bunu başarabilecek miydi? Sistem, aslında kendi kendini doğurmuştur.
Özel hayata müdahale eden sistemlere, Batı terminolojisinde “totaliter rejimler” deniliyor. Acaba, totaliter veya diktatörlük olmadan, bir siyasi rejimin, özel hayata, tam gerektiği ölçüde müdahalesi söz konusu olabilir mi’? Bu soruyu İslâmî düzen içinde düşünmekte yarar var.
Rasim Özdenören – Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı,syf.60,62
Aldığım yer:Ali Can – Medeniyetimizin Öncülerinden 365 Fikir,syf.452,453
0 Yorumlar