İmam Buhari – Muhaddislerin Efendisi
1. Yaratan Rabbinin adıyla oku!
2. O, insanı pıhtılaşmış kandan yarattı.
3-5. Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin en büyük kerem sahibidir. (Alak Suresi)
7. yüzyılda Allah’ın, son resul aracılığıyla insanlara gönderdiği ilk vahiy budur: Yaratan Rabbinin adıyla Oku!
Bütün İslam kültür ve medeniyeti bu İlahî emrin kılavuzluğunda oluştu.
Allah’ın kelamı, onun elçisi aracılığıyla Mekke ve Medine’den dalga dalga yayıldı.
Evrenin henüz kandillerle aydınlandığı dönemlerde kurulan bütün görkemli kütüphaneler, medreseler, rasathaneler, şifahaneler ve ulu camiiler hep bu ilk sözü, ilk vahyi tekrar ettiler.
Dünya; her kültürün, her coğrafyanın, her milletin bu sözü tekrarlayışıyla yenilendi.
Bu “vahiy” üzerinde yeni şehirler yükseldi. Ve çok eski kentler de “düne ait ne varsa dünde bırakıp” yeni sözler söylediler bugüne dair.
Yüzyıllarca Budizme, ardından Mecusiliğe beşik olmuşken, İslam’la birlikte kendini yenileyen Buhara da öyle.
Bağrından “Üstatların üstadı, muhaddislerin efendisi ve hadis illetlerinin tabibi” diye anılan Buhârî’yi çıkardı. Onun 16 yılını vererek kaleme aldığı el-Câmiu’s-Sahîh, yaygın adıyla Sahîh-i Buhârî, İslam alemince Kur’an’dan sonra en sahih kitap olarak tarihe yazıldı.Ama önce İmam Buhârî’nin gelişimini hazırlayan ortama ve Buhara’nın bir İslami eğitim merkezine dönüşme sürecine değinelim.
“Buhara’nın Hikâyesi”
Buhara’nın ormanlık alanlar ve ıssız meralardan ibaret olduğu çok eski zamanlarda, ilk sakinleri Türk boylarıydı.
Çin belgelerinde Maveraünnehir ahalisinin büyük çoğunluğunun Budist olduğu kaydedilir. Tüccarlar Şehri olarak da adlandırılan Buhara’ya Budizm, Hint misyonerleri ve Hint tüccarları aracılığala girmişti. Ticari ve siyasi hâkimiyet İranlılara geçince, Budizmin yerini Mecusilik aldı. Ve put alışverişinin yapıldığı Mâh-ı Ruz Çarşısı bu kez de Mecusiler tarafından Ateşgede hâline getirildi. Buhara’nın ormanlarından getirilen kokulu ağaçlarla beslenen “ateş”in etrafı duvarlarla çevrildi ve Mecusi mabetleri kuruldu.
Fetih hareketleri sırasında Buhara’da en kuvvetli din Mecusilik olduğu için, İslamiyet de en büyük mücadeleyi bu dine karşı verdi.Tıpkı diğer dinler gibi İslam dininin de Buhara’ya girişi ilk başta tüccarlar yoluyla olmuştu. Yedinci yüzyılda Buhara, birbirine bağlanan üç ana ticaret yolunun üzerindedir. Bu yollardan biri Çin’i Bizans’a; İkincisi Çin’i Hindistan’a, üçüncü İpek Yolu ise Tamı Dağları’nı aşıp Semerkant üzerinden Buhara’ya, buradan Sa- sani İmparatorluğu topraklarına uzanıyordu.
Buhara’nın çarşılarında en nadide halılar, saf ipekten dokumalar satılır. Zarif kadehler ve porselenler… Paha biçilmez mücevherler… Hanlara mahsus yaygılar ve büyük bakır kaplar… Kehribar ve bal… Miğfer ve kılıç… Ok ve yay…
Özbekler’e göre evrendeki iki büyük yoldan biri; gökyüzünde- ki Samanyolu, diğeri ise İpek Yolu’dur. Bu yolun 7. yüzyılda taşıdığı en paha biçilmez hazine, “Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed onun elçisidir” mesajıdır.
Maveraünnehir’in kutsal bilinen ateşlerini söndürecek İlahî bir nefestir bu.
Kuteybe b. Müslim 706 yılında Beykent’i(1) ele geçirdiğinde İslam adına ilk yaptığı şey, halkın kafasındaki putları devirmek olmuştu. Fetihten üç yıl sonra, ilk cami yükseldi Buhara’da… Bu cami, şehir kalesinin içinde, insanların uğrak yeri olan Mâh-ı Ruz Çarşısı’nda yer alıyordu.
Sadece şehir merkezine değil, Buhara’nın banliyölerine de camiler, mescitler ve namazgâhlar yaptıran Kuteybe, bu ibadet yerlerinin dolması ve halkın İslam’la tanışması için ilginç bir yola da başvurmuştu. Cuma namazı için camiye gelen Buharalılara her gelişlerinde iki dirhem veriliyordu. Yeni Müslüman olanları sıkıntıya sokmamak için de sureleri Farsça okumalarına müsaade edilmişti.
Buharalılara Müslüman ordusu içinde yer verilmişti. Güdülen kaynaştırma siyaseti ile Mevali adı verilen yerli
Müslümanlar aynı statüye kavuştular. Savaşlara katılan yerli Müslümanlaıa ganimetten pay verilmesi ve hiçbirinden haraç alınmaması sağlandı.
Kuteybe b. Müslim’in Maveraünnehir’deki uğraşları elbette hemen sonuç vermemişti. Onun zamanında Buharalılar İslam dinini üç kez kabul ettiklerini söylemişler, ancak Müslüman askerler Bu- hara’dan vilayet merkezi olan Merv’e gittiklerinde tekrar eski inançlarına dönmüşlerdi. Ancak İslam kardeşliğini tesis etme yolunda gösterilen çabalar zamanla sonuç verecek ve İslam dinini kabul edenlerin sayısı her geçen gün artacaktı.Yine Müslüman olanların gayrimüslimlerden alınan ‘cizye’yi ödemekten kurtulmaları da ihtida etmek için güçlü bir neden oluşturuyordu.
Gelirlerin azalması yüzünden, bu artıştan rahatsız olan Horasan Valisi Cerrâh b. Abdullah, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz’e Müslüman olan yerli halka sünnet olma şartını getirmelerini öneriyordu.Halife, bu teklif karşısında Vali’yi azarlayarak “Allah Hz. Muhammedi sünnetçi değil, davetçi olarak gönderdi,” diyordu.
Müslümanların kurduğu düzen fethedilen bölgelerdeki halkın hayatında büyük alt-üst oluşlara sebep olmadı. Çünkü imparatorluk topraklarına katılan ülkelerdeki yerel yöneticileri yerlerinde bıraktılar. Buhara’da da böyle oldu. Kuteybe b. Müslim, Buhar-Hudât ailesinden Tuğşade’yi şehrin yöneticisi olarak atayarak Merv’e döndü.
Emevi hâkimiyetinin sonlarına doğru Buhara bir İslam şehri hüviyetine bürünmeye başladı. Hicri 2. asırda ise İslam âlimleri yetiştirecek bir birikime ve ortama kavuştu. Mekke, Medine, Bağdat gibi İslami ilim merkezlerinin arasında artık Buhara da vardır.Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail b. İbrahim b. Mugire el- Cu’fi el-Buhârî, 810 yılında doğduğunda, Buhara neredeyse her sokâğına bir İslam âlimi düşen ve ribatlarında dinî eğitimin yapıldığı bir şehirdir. Ve bu şehrin camilerinden halkı namaza davet eden müezzinlerin birçoğu, aynı zamanda birer âlimdir.
Buhârî’nin künyesindeki el-Cu’fi isminin hikâyesi, Buhara’nın da tarihini özetler aslında. Dedesinin dedesi bir Mecusiydi. Onun oğlu Mugire, Buhara Valisi Cu’feli Yemân vasıtasıyla Müslüman olmuştur. O devirlerde Müslüman olanlar, buna vesile olan insanların ismini bir “nişan” olarak taşırlar künyelerinde. Buhâri de taşımıştır.Buharı daha çocuk yaştayken babasını kaybetti. Babası ne yazık ki Mâlik b. Enes, Abdullah b. Mübarek gibi hadis âlimlerinden öğrendiği değerli bilgiyi çocuklarına aktaracak kadar uzun yaşamadı. Ondan, çocuklarına hayatlarım rahatça sürdürebilecek bir servet, onurlu bir isim ve başucundan hiç ayırmadığı Kur’an ve hadis kitapları kaldı.
Anne ise eşinden kalan bütün mal varlığını iki çocuğunun eğitimine harcadı.
Dönemin geleneklerine göre Buhâri ilköğrenimine Kur’an-ı Kerim’i ezberlemekle başladı. On yaşına geldiğinde ise adına Küttâb denilen okuma-yazma öğretilen eğitim kurumundadır. Bunu evlerde ve mescitlerde tertip edilen ders halkaları izledi. Bulduğu her kitabı okuyan, aldığı her bilgiyi bir daha asla unutmamak üzere zihnine yerleştiren Buhârî’nin hafızası ve kavrayış gücü, insanları hayranlığa ve şaşkınlığa sürüklemektedir.
Sağlam bilgisi, parlak zekâsı ve hafıza gücü ile adı birçok ilim merkezinde duyulmaya başlamıştır.
O kadar küçüktür ki ders verilen yerlere girdiği zaman selam vermekten bile utanmaktadır. Ama söz konusu olan bir yanlışın düzeltilmesiyse, doğru bildiğini söylemekten çekinmez. Hocası el- Dâhili’nin hatasını düzelttiğinde 11 yaşındadır.
Henüz Küttab’da iken içine hadis ezberleme arzusunun doğduğunu söyleyen Buhâri, on beş yaşına geldiğinde belleğinde tam 70 bin hadis vardır.
Öyle ki onun “Belâzur” adında bir karışım kullanarak bütün bu keskin kavrayışı ve hafızayı edindiğine dair dedikodular dolaşmaktadır şehirde.
(Yaşlı bir Buharalı, Buharı’nin kulağına eğilerek fısıltıyla sorar bütün şehrin merak ettiği bu konuyu. Buhârî de yaşlı adama doğru eğilerek tıpkı onun gibi sessizce:
Öyle içince insanın daha iyi öğrenebileceği bir ilaç mı var?
Bilmiyorum, diye yanıtlar ihtiyar: “Ama bir şeyi öğrenebilmek için kişinin azminden ve devamlı olarak öğreneceği şeyle meşgul olmasından daha yararlı bir ilaç bilmiyorum.“)
Buhârî daha çocuk denecek yaştan itibaren çok çalıştı, çok okudu ama az yedi, az uyudu ve az konuştu. Bütün kandillerin sönük olduğu gecelerde onun kandili kâh yanar, kâh söner. Aklına bir şey takıldığında kalkıp ona bakmadan uyku tutmadığı aktarılır. Beraber uzun yolculuklara çıktığı arkadaşlarım da sıcak yaz gecelerinde yaktığı ışıkla uyandıran Buhârî’den başkası değildir: “Bakardım da bir gecede on beş, yirmi kere kalkar; çakmağını çakarak önce ateş yakar; kandili ateşlerdi. Sonra da birkaç tane hadis çıkarır, onları öğrenirdi.”
Tarihçiler onun orta boylu, zayıf ve ince bir yapıya sahip olduğunu söylerler. Çok iyi ata bindiğini ve ok atmakta usta olduğunu… Kâtibi Ebû Ca’fer sadece iki kez hedefini ıskaladığını söyler. Ata sporu güreşe merakı ise sadece gençlik yıllarına özgüdür.
“Seyahat ya Resulullah”
Ünlü seyyah Evliya Çelebi, düşünde Resulullah’ı gördüğünü, ona “,Şefaat ya Resulullah” diyecek yerde şaşırarak “Seyahat ya Resulullah” dediğini söyler.
Buhârî de “Seyahat ya Resulullah” diyerek yollara düşmüş, Mısır’dan Maveraünnehir’e bütün ilim merkezlerini dolaşmıştır. Ama onun yolculuğu uzak beldelere, masal diyarlara değil, “söz”e doğrudur. Kur’an’a, İslam Peygamberi’ne ve “Oku” emrine doğru…
Ona göre hadis öğrenmek, Allah’ın son elçisi Hz. Muhammed ile birlikte olmaktır.
Bu yüzden gittiği kentlerin çarşılarından, sokaklarından çok, hadis âlimlerinin meclislerinde geçirdi zamanını.
O zamanlar hadis âlimleri, Peygamber’in hayatının izinde ve onun iki dudağının arasından çıkan sözün peşinde uzun yıllar süren seyahatlere çıkıyorlardı. Bu yolculuklar öncelikle Allah’ın elçisinin söz ve davranışlarını en doğru biçimde öğrenmeyi amaçlıyordu. Ama aynı zamanda sözlü ya da yazılı bir hadisi kaydetmek ve öğretmek için onu nakleden bilginlerin izin vermesi de gerekiyordu.
Yüzlerce âlim İslam dünyasını enine boyuna dolaşıyor ve bu seyahatler tarihe, rihle yani “hadis arama” adıyla geçiyordu. Daha 9.yüzyılın ortalarında Hadis ilmi kesin biçimini almış, bütün muhteva ayrıntılarıyla ortaya konmuştu. Bu yolculuklara çıkanlardan altı kişinin kitabı o zamandan bu yana Sihâh es-Sitte adı altında muteber kitaplar olarak kabul edilir. Bunlardan en başta geleni ise Buhârî’nin Sahîh’idir.
İlk seyahatlerinden birini 825 yılında annesi ve kardeşiyle beraber “yeryüzünün yanağındaki siyah ben”t, yani Kâbe’ye yaptı. Ama önce Bağdat’a uğrayıp Abbasilerin başkentinde büyük âlim Ahmed b. Hanbel ile görüştü. Uzun ve zorlu bir yolculuktan sonra Mekke’ye vardılar.
Fuzûlî’nin:
“Ey küçük büyük her cins insanın yöneldiği, tavanı yüksek ve değeri yüce mihrap!
Ey izzet ve ikbal sahiplerinin kıblesi ve ey yeryüzünün yanağındaki siyah ben!”, diye seslendiği Kâbe’ye…
On altı yaşında bir “hacı”, on yedi yaşma geldiğinde ise bir yandan kendini yetiştirmeyi sürdürürken, öte yandan başkalarını da yetiştirmeye talip bir hocadır. Bu kutlu beldeye 16 yıl süren manevi bir yolculuk yapacak ve Sahîh-i Buhârî gibi bir eseri sunacaktır İslam âlemine.
Buhârî, annesi ve kardeşini Buhara’ya uğurlayıp, yaklaşık iki yılını Mekke ve Medine’de geçirdi. Dönemin ünlü âlimlerinden hadis tahsil etti.
Bundan sonra hayatı uzun yıllar Belh, Bağdat, Nişabur, Rey, Basra, Hicaz, Küfe, Şam, Mısır, Askalan, Hıms’a giderek âlimlerden ders dinlemekle ve eserler kaleme almakla geçti.
“Hz. Peygamber’in kabri başında, mehtaplı gecelerde” yazdığı et-Târîhu’l-Kebîr, bir ilk eser…
İsimlerin alfabetik sıralamasının “M” harfiyle başladığı bu eser, âlimlerin rüyalarını süsledi. Öyle ki dünyadaki tek arzuları bu kitabı görmek olan birçok âlimin olduğunu söyler tarihçiler
Bunu binlerce ravinin hayatlarını anlattığı eserler takip etti.
Binden fazla hocadan ders alan Buhâri, hadis öğrenmek için hangi alimin yanına gittiyse, onlardan faydalandığından çok, o âlimle Buhâri’den yararlandı. 11 yaşında bir çocukken hocasının hatasın düzelten Buhârî’nin hayatı doğruyu yanlıştan arındırmakla ve yan,, lanların yanılgısını gidermekle geçti. Her zaman aldığından daha fazlasını verdi. Öyle ki Buhara’da iken derslerine katıldığı Muhammed b. Selâm şöyle diyordu: “Bu çocuk ne zaman dersime gelse içime bir ürperti kaplıyor. Şaşırıyor, hadisleri birbirine karıştırıyorum. O dersten gidinceye kadar korkum bir türlü gitmiyor.”
Buhârî’nin ise ömrü boyunca içini ürperten kendisininki gibi bir zekâya sahip öğrencisi olmadı.
Gittiği her şehirde, girdiği her mecliste muhaddislerin efendisiydi o. Bir kültür kenti olan Nişabur’da, iki yüz bin kitaplık kütüphanesi ile meşhur Merv’de, Basra ve Küfe’de, yüzyıllar sonra Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin doğacağı Belh şehrinde, Selçuklulara başkentlik yapan Rey’de Buhârî’nin ayak izleri vardır.
İslam âleminin kalbinin attığı 9. yüzyıl Bağdat’ını en az sekiz kez ziyaret etti. Her seferinde Ahmed b. Hanbel ile görüşerek onun görüşlerinden faydalandı. Ve bu hikmet beşiğine kendi darb-ı meselini bıraktı: Hafızası ile efsaneleşen Buhârî’yi Bağdat’ın âlimleri denemek istemişler. Sened ve metinleri birbirine karıştırılmış yüz hadisi önüne koymuşlar. Buhârî, bunların hepsini dikkatle ve mütebessim bir ifadeyle dinledikten sonra bu yüz hadisin doğru biçimlerini söyleyerek, ardında asırlarca anlatılacak bir hikâye bırakmıştır Bağdatlılara.
Konakladığı yerlerde bile ders vermeyi ve eserler yazmayı sürdüren Buhârî, asıl büyük hazırlığım el-Câmiu s-Sahîh için yapıyordu. Bu eser yolculukları esnasında olgunlaşacak ve 847 yılında, 37 yaşına geldiğinde tamamlanacaktır. Başta Ahmed b. Hanbel olmak üzere dönemin bütün İslam âlimlerine eserini okutup görüşlerini aldı. Bütün âlimler yazmış olduğu eserdeki hadislerin sahih olduğuna şahitlik edeceklerini söylediler. Ve el-Câmi’u’s-Sahih İslam bilginlerinin tamamına yakını tarafından Kur’an’dan sonra en sahih kitap olarak kabul edildi
Senedleri meydana getiren şahısların hem aynı zamanda yaşama hem de birbiriyle uzun müddet görüşme şartını uygulama hususunda hiçbir muhaddisin onunla boy ölçüşemediği kabul edilir. Hadislerin doğruluğunu ve ravilerin ahvalini araştırmada gösterdiği sabır, azim ve tavizsiz tutumda da bu böyledir.
“Büyük bir hadis imamı” olarak şöhret yapan Buhârî, aynı zamanda bir fıkıh âlimiydi de. Hayatı ve şahsiyetinden bahseden tabakat kitaplarında sadece muhaddislerin değil, fakihlerin de efendisi olduğu yazılır. Ondan bize büyük bir fıkıh mirası da kalmıştır, el-Câmiu s-Sahîh sadece hadis değil, bir fıkıh ve fetva hâzinesi olarak değerlendirilir ve iki ilme de vâkıf olması nedeniyle dört mezhebin âlimleri tarafından sahiplenilir.
“Ya Rabbi! Artık dünya bana dar gelmeye başladı.”
Buhârî’nin, öğrencisi İbrahim el-Hemedânî’ye tavsiyeleri, bir anlamda onun hayatının da özeti gibidir:
“İlim yolcusu ilmini tamamladıktan sonra artık evlenmek, çoluk çocuk sahibi olmak, helalinden ihtiyacına yetecek kadar mal-mülk edinmek, bir yere yerleşip orayı vatan bilmek için zaman gelmiş demektir.
Şu var ki bunları yaptığında düşmanlıklarla, dostların acı sitemleriyle, cahil ayak takımının dil uzatmasıyla ve dahası bilginlerin hasediyle karşılaşır.
Bütün bu sıkıntılara göğüs geremezsen sana İslam hukukunu öğrenmeni tavsiye ederim. O ilmi evinde de öğrenmek imkânın var. Ayrıca İslam hukuku öğrenmek için uzak yerlere yolculuk yapmak, ülkeler dolaşmak, denizleri aşmak ihtiyacı da duymazsın. O ilim de hadis ilminin bir meyvesidir. ”
863 yılında, ilk kez 14 yaşındayken geldiği Nişabur’da görürüz büyük âlimi. Görülmemiş bir kalabalık tarafından ve şehre üç günlük mesafede karşılandığı Nişabur’da beş yıl boyunca ders verir. Hocası el-Zehrî ile arası açılınca Nişabur’u terk ederek önce sonra memleketi Buhara’ya geçti.Buharalıların büyük sevgi gösterileriyle karşılanan, geçtiği yollara para ve şeker saçılan Buhârî, bir ribat yaptırarak, yeni öğrenciler yetiştirmeye başladı.
Eğer Buhara Valisi’nin isteklerini kabul etmiş olsaydı, belki de kalan ömrünü doğduğu şehirde tamamlayacaktı.
Vali, saraya gelerek kendisine özel ders vermesini talep etmektedir. Buhârî ise yaşamı boyunca bütün âlimlerin ayağına gitmiş biri olarak, bir valinin ayağına gitmeyi elbette kendine yediremezdi. Yıllar önce de ona olan yüklü miktardaki borcu ödemeyen bir şahıs için araya yöneticileri sokmasını tavsiye edenlere Buhârî şöyle yanıt vermişti:
“Ben onlardan yardım istersem, onlar da benden işlerine geldiği gibi fetva vermemi isterler; dünya için dinimi satamam.”
Kendi sorununu çözmek için bile olsa yöneticilerden yardım istemeyen ve devlet adamlarından her zaman uzak duran Buhârî, valiye şu mesajı gönderdi:
“ilmi aşağılayamam. Kimsenin ayağına götüremem. Valinin ilme ihtiyacı varsa, halka açık derslere katılmak üzere mescide gelsin veya evime şeref versin.”
Buhârî’nin bu cevabı, vali ile aralarının açılmasına sebep oldu. Ancak Ebû Heysem belki de Buhârî’yi yıldırmak için bu kez de saraya gelmeden, mescitte kendi çocuklarına özel ders vermesini istedi.
İlme büyük saygısı olan Buhârî, kendisini valinin çocuklarının özel öğretmeni durumuna düşürmek istemediği için bu teklifi de kabul etmedi.
Alimlerin kıskançlığına uğrayan Buhârî şimdi de cahillerin sataşmalarına maruz kalmaktadır. Buhara’dan Semerkant’a doğru yola çıktı. Onun Semerkant’a gideceğini öğrenen Buhara Valisi ise haberciler göndererek Semerkant’a alınmaması emrini vermişti.
Haberi duyduğunda yol üzerinde akrabalarının yaşadığı Har kent Kasabası’ndaydı.
Üstelik hastaydı…
Son yıllarda yaşadıkları kendisini hayli yormuş ve yıpratmıştı. Bir gece ellerini gökyüzüne kaldırdı ve “Ya Rabbi! Yeryüzü bu genişlikle bana dar oldu. Ruhumu yanına al.” diye dua etti. Ramazan ayının son gecesinde, 60 yaşında iken, bu âleme gözlerini kapattı. Cenazesi, Bayramın birinci günü, 1 Eylül 870 yılında Harkent’te toprağa verildi.
Kabri, defnedilmesinin ertesi gününden başlayarak halkın öneriverdiği ve ziyaret ettiği yerlerden birisi haline geldi.
Ölümünün üzerinden çok geçmeden yayılan bir söylenti de Buhârî’nin mezarına gökten bir ışık huzmesinin indiği ve toprağından çok güzel bir kokunun yayılmaya başladığı yolundaydı.
Bunun üzerine kabri halkın akınına uğradı ve ziyaretçilerin kabirden avuç avuç götürdüğü toprak yüzünden üzerini örten toprağın neredeyse tükeneceğinden korkuldu.
Bunun üzerine Buhârî’nin akrabaları önce mezara bir bekçi tuttular ve bununla da toprak götürmenin önünü alamayınca, kabri yüksekçe bir tahta perde ile kapattılar.Buhârî’nin adına, eserine olan ilgi yüzyıllar içinde katlanarak büyüdü ve Sahîh-i Buhârî’nin birçok şerhi yapıldı.
* * *
Buhârî yıllar süren titiz araştırmalar sonucunda edindiği her hadisi şerifi kitaba koymadan önce iki rekât namaz kılıp istihareye(2) yattığını söyler. İşte Kur’an-ı Kerim’den sonra bütün İslam âlemince en sahih kitap olma şerefine erişen Sahîh-i Buhârî’nin her satırında binlerce secde izi ve sahih rüya gizlidir.
Belki aramakla bulunmaz ama, bulanlar ancak arayanlardır.
Halime Toros – Asyanın Kandilleri,syf:30-40
NOTLAR
(1) 673’ten 707 yılına kadar İslam ordularının Buhara’ya düzenledikleri seferlerin sonuçsuz kalmasının sebebi, ok ve yay kullanmakta mahir Buharalı askerlerdir. Bir de şehri, köyleriyle beraber çepeçevre kuşatan surları ve ri- batları. Bu surlar 12. yüzyılda harabe hâline geldiği için “Kempir Duvar yani “İhtiyar Kadın” denmeye başlıyor. Bu “İhtiyar Kadın”dan geriye sadece kimi yerlerdeki yıkıntıları ve hatıraları kalmış.Önce sadece savunma amacıyla kurulan ama daha sonraki yıllarda bir eğitim kurumu hâline gelecek ribatlar ise Beykerıt ve Nûr’da yoğunlaşıyordu. Nûr, bir bozkır sınırı, Beykent ise çölün kıyısında olması nedeniyle steplerden ve dağlardan gelecek olan baskınlara açık yerlerdi. Nur Köyü’nde Buhara’ya gelen ilk Müslümanların kabirleri hâlâ mevcut. Bu köyü ziyaret edenlerin hac sevabı alacağı inancı yüzyıllarca varlığını korumuş ve buraya halk tarafından Buhara’nın Nuru adı verilmiş.
(2) İstihare: Bir işin hayırlı olup olmayacağını anlamak üzere abdest alıp, dua edip, uykuya yatma hâli.