Din Sadece Vahiy midir?
Paylaş:

unnamed-1 Din Sadece Vahiy midir?

Din doğuşu itibariyle insani bir problemdir. Din dediğimiz şey salt vahiyden ibaret değildir. Yani sadece Kuranı Kerim’den; Allah’ın gönderdiği mesajlardan ibaret değildir. Din peygamberin hadisi şeriflerinden de ibaret değildir. Din, her ne kadar kaynağı ilahi olsa bile (diğer beşeri dinler saymıyorum) bu ilahi vahyin sistemleştirilme sürecinin adıdır.

Mesela vahiy süreci nasıldır; vahiy şöyle mi iniyor?

Allah yeryüzündeki bütün insanların problemini biliyor. Ne yapacağını da biliyor. Peygamberimize diyor ki; ‘Ey kulum! Seni de peygamber seçtim. Bu benim vahyim, bunu şu zaman anlat, berikini şu zaman anlat; peyderpey, tedrici bir şekilde kulu peygambere vahyi gönderiyor ve peygamber de bu vahyi alıp insanlara diyor ki; ‘Bir dakika durun! Allah sizden şunları istiyor…’ deyip, vahyi insanlara tebliğ edip, hem kendisi bu vahyi yaşayıp hem de insanlardan katışıksız bunu yapmasını mı bekliyor?

Bu, Din Sosyolojisi alanında temel bir soru(n)dur.

Selefilere, Vehhabilere ve radikal İslamcılara sorarsanız; ‘Evet tanrı böyle yapıyor.’ Biz buna teosentrik din anlayışı diyoruz; tanrı merkezli din anlayışı.

 Tanrı, Allah, kainatı yaratıyor. Yarattıktan sonra zaten insanın her şeyini biliyor. Peygamberine diyor ki; ‘Al sana vahiy! Şu meseleyi şöyle hallet, bu meseleyi böyle hallet!’ Peygamber de o aldığı vahyi, sadece ve sadece temel vahyi merkeze alarak insanlara bunu tebliğ ediyor.

Bunun içerisinde katma, karıştırma hiçbir şey yok! Pür vahiy, pür Allah’ın sözleri. Pür peygamberin yaptığı şey; Allah’ın insanlara nasıl tebliğ etmesini istediği şeyse o şeydir. Böyle bir anlayış var.

Selefiler ve Vehhabiler din deyince bunu anlıyorlar. İslam deyince de bunu anlıyorlar. Böyle bir din ve Tanrı anlayışı doğal olarak daha totaliter, daha baskıcı, daha esneksiz, katı, sert ve uyumsuz bir forma götürüyor.

Çünkü Tanrı hiçbir şeyle ve hiç kimseyle uzlaşmıyor, seninle bir şey konusunda anlaşmıyor, peygambere hiçbir alan açmıyor; Tanrı nasıl istiyorsa öyle.

Peki şimdi Tanrı müdahale etmiyor artık; çünkü Kur’an var. Yani insanlık için kainata müdahale etmiyor. Çünkü Kur’anı vermiş, ‘Size bu yeter, bununla işinizi görün.’ Peygamber yok çünkü. Tanrı var ve kainatın fiziki alanına müdahale ediyor ama beşeri alana artık Kur’an müdahale edecek.

Peki Kur’an veya Tanrı kendi kendine nasıl müdahale edecek. O kur’anı mesajı kim anlatacak bize? Yani burada din dediğimiz şey aslında ne? Burada din dediğimiz şey; bir adam o Kur’anı kendi nasıl anlamışsa, ne kadar anlamışsa, nereye kadar anlamışsa din o oluyor.

Mesela bir adam Peygamberimizin huzuruna gelip, Peygamberimize;

–Sen yeni bir din getirmişsin, öyle mi? diye soruyor. Hz. Peygamber de;

+Evet, diyor.

–Peki bu dinde sen ne emrediyorsun, bi’ açıkla bakalım.’ diyor, Peygamber Efendimize.

Efendimiz de İslam’ın beş şartını söylüyor. Adam; ‘Bu söylediklerinden ne eksik ne fazla yaparım.’ deyip çekip gidiyor. Peygamber Efendimiz de ‘Eğer bu dediğini yaparsa cennete gider.’ diyor.

Şimdi din, bu adamın anladığı kadar olan şey mi? Yoksa peygamberin anlayıp uyguladığı şey mi? Veya hepsi mi? Şimdi burada sorun büyük.

Ancak ben dinin böyle (vehhabi ve selefilerin anladığı gibi) olmadığını söylüyorum. Sosyologlar söyleyemez ama bir din sosyologu çok rahat bunu söyleyebilir. Din böyle bir şey değil!

Din nasıl bir şey?

Din (ve bütün dinler), önce insani bir problemden doğuyor. Yani, merkezde insan var. İnsani bir problem var. Adam birini öldürüyor, karısına zulmediyor, tarlayı düzgün ekmiyor, birini dolandırıyor vs. Bir insani problem. Bu problem Hz. Adem döneminde de var, Hz. Peygamber döneminde de var. İnsani problem. İnsanın problemleri hiç değişmiyor aslında. Arzuları, istekleri hiç değişmiyor. Yani Hz. Adem’den günümüze hep aynı; öfkesi, hiddeti, şiddeti, arzusu, zaafları aynı. Sadece bunu dile getiriş tarzı ve araçları farklı.

Diyelim birinde senin geçmeni engellemek için büyük ağaçlar koyuyor yoluna, kapatıyor. Diğerinde lazer ışınlarıyla engelliyor. Kafa aynı ama. Geçirmek istemezse mutlaka bir engel türüyle engel koyuyor. Yani merkezde bir insani problem var.

Bu insani problem, Allah da biliyor. Fakat Allah bu insani problem için Peygamberine melekle vahiy gönderirken kodluyor ve bu kodlama her zaman değişiyor. Çünkü Hz. Adem döneminde yeni yaratılmış insanlar için ‘İnsanların önüne engel koyma.’ diye kodlanıyor. Hz. Peygamber döneminde başka kodlanıyor. Şimdi olsa başka kodlanır, vahiy. Ama hepsinde amaç aynı. Nedir? İnsanların yoluna engel koyma, sınırlarını aşma! Özü bu. Fakat kodlama değişiyor.

İnceleyin:  Sünnet Nasıl By-Pass Edildi

Allah-u Teala insanın algısına, anlamasına uygun kodladıktan sonra ne yapıyor? Peygamberine gönderiyor. Peygamber mesajı aldıktan sonra topluma doğrudan aktarıp yaşantıya mı geçiriyor? Evet onu yapıyor. Fakat burada şununla yüzde yüz geliyor: Vahiy, Allah tarafından kodlanıp, insanın ihtiyaçlarına göre geliyor ancak; hiçbir vahiy toplumla etkileşime girdiği andan itibaren saf haliyle kalamıyor.

Aslında tam ve murad-ı ilahiye uygun yaşantıya dökülme şekli de yoktur. Neden? Çünkü toplum var karşınızda ve bu toplum sizin o getirdiğiniz vahyin bir kısmını hemen, bir kısmını yarın kabul ediyormuş gibi gözükür ve bir kısmını hiç kabul etmez.

Zaten Cenab-ı Allah da peygamberine izin veriyor. Peygamber getirdiği mesajda toplumun kültür ve geleneklerinin bir kısmını aynen kabul ediyor; Arap kültürünün örf ve geleneklerinin bir kısmını aynen kabul ediyor. Bir kısmını ıslah ediyor. Mesela bayram sayısını ikiye düşürüyor vesaire. Bir kısmına yeniden sıfırdan inşa ediyor. ‘Siz bunu bilmiyordunuz, Allah bunu bu şekilde buyurdu.’ diyor. Bir kısmında da toplumla yaşantısı arasındaki ilişkiyi pekiştirmek suretiyle karşılıklı bir etkileşim doğurtuyor.

İnşa, ibka, ıslah ve ihya…

Bakın peygamber vahyi aldı ama aldığı haliyle ‘Alın bakalım böyle yapacaksınız.’ demiyor. Zaten gelen vahiy, insanın bu söylediğimiz süreçlerini dikkate alan bir vahiy oluyor. Peygamber efendimiz uygulamalarında  yanlış bir şey yapsa -dini uygulama biçimi açısından- Cenab-ı Allah uyaracak ama yapmıyor. Bazılarını ‘Hacc’ gibi din içerisinde bırakıyor. Mesela tavaf aynen kalıyor; sadece tavaf sayısını artırıyor. Zekat aynen kalıyor. Çünkü zekat var zaten Araplarda. Oranları değişiyor. Recm zaten var. Arapların bildiği şeyler bunlar.

Şöyle bir şey yok yani: Tanrı vahyi gönderdi, peygamber de onlara aktardı, toplum da onları bunu kabul etti. Böyle bir şey yok!

Tabiri caizse Allah, bu anlamda kullarına bir imkan veriyor. Onların bir uyum süreci yaşamalarını istiyor. Ve bu uyum sürecinde de insani özelliklere imkan veriyor. Bazılarını kabul ediyor, bazılarını kaldırıyor, bazılarını yeniden yapıyor. İşte din tam olarak buradadır.

Peygamber insanlara ‘Böyle yapacaksınız.’ dediği andan itibaren;

1-Toplumun kültürü,

2-Aile değerleri,

3-Geçmiş dini yaşantı ve kabuller,

4-Toplumun o dönemin siyasal bağlamı içerisindeki dost ve düşman konsepti,

Bunların tamamı sizin din dediğiniz şeyi oluşturuyor. Demek ki din dediğimiz şey sadece vahiyden ibaret değildir. Şimdi ne demek hocam din sadece vahiyden ibaret değildir?

Kur’an neden sürekli yahudilere çatıyor?

Mekke döneminde hem Hristiyan hem Yahudileri övüyor. Ayetler var, açık. Medine döneminde Yahudilere çatıyor. Sürekli yahudilere çatıyor, Hristiyanları övüyor. Çünkü Medine’de bizzat onlar (Yahudiler) var; siyasal bir rekabet var. Sürekli onlar baş ağrıtıyor ve Kur’an onlara çatıyor. Ha ne oldu şimdi?

Bizim ortalama bir Müslümanın aklına Yahudi deyince ne geliyor? Şeytanımsı bir şey! Bunun sebebi ne? Kur’an’ın onlara karşı tavrı.

Peki Kur’an’ın o tavrını belirleyen şey ne? Onların tavrı…

Şimdi din dediğimiz ne oldu? Ortaya çıkan şey nedir? O dönemin siyasal eğilimlerini, ittifaklarını, rekabetlerini göz önüne alan interaktif bir durum…

Gidiyorlar mesela müşriklerle ittifak ediyorlar, Hristiyan din adamlarını, Hristiyanları övüyor Kur’an ama Yahudilere çatıyor. Geldiğimiz noktaya dönelim.

Tevratla Kur’anı karşılaştırın, %70 aynen uyarlar birbirlerine. Daha da yüksek oranlar verenler var. İncil’le Kur’anı karşılaştırın %40 uyarlar. Tevhidle yahudilerin problemi yok. Hiç problemleri yok. Sadece ‘O (Allah) bizi seçti.’ diyorlar. Onun dışında tevhidle ilgili hiçbir sıkıntıları yok. Helal haramla hiç sıkıntıları yok.

Musahare dediğimiz, evlilikle ilgili ilişkileri düzenleyen hükümler neredeyse aynı. Tabii ki bir takım farklılıklar var. Ama tek bir tanrı anlayışında ve o Tanrının sıfatları konusunda bir farklılık yok. Ancak; ‘İşte bu benim Tanrım’ deyip onu cisimleştiriyor, mücessem hale getiriyor.

İnceleyin:  Ümmetin İmamlarının Sünnete Sımsıkı Sarılması Hakkında

Tevratta Yakub’un Allahla güreştirilmesi meselesi semboliktir. Evet, dinin sembolik bir dili var. Tanrıyı mücessem hale getirip insanla karşı karşıya getirmek anlamında değil ama Kur’an’da da buna benzer teşbih ifadeler içeren pek çok ayetlerde Cenab-ı Allah’ın benzer ifadeler kullandığını görürsünüz. Ama tabii ki kendi zat ve sıfatlarıyla alakalı bir husus değil.

Yahudilik biraz daha onu ileri taşıyıp, Allah’ı mücessem hale getiriyor; savaşıyor, öyle yapıyor, böyle yapıyor ama onu bir Yahudi tefsircisine sorarsanız onu izah ediyor; ‘O tanrı değildir.’ diyor.

Her neyse… Burada anlatmak istediğim şu; din, içerisinde kültürün de olduğu, eski dini kalıntıların da olduğu, insani özelliklerin de olduğu, dönemin yaşamsal imkanlarının da olduğu bir şeydir. Ana aksta ise vahiy var. Vahiy var evet ama bunun yanın da bu saydıklarımız da var.

Dolayısıyla şunu diyemiyoruz; ‘Bu vahye uygun mu değil mi; bu sünnete uygun mu değil mi? Değilse bunu atalım!’ Böyle bir şey yok! Böyle bir din de yok. Siz ona bid’at deyin, buna hurafe deyin; o bid’at dediğiniz şeyler yaşanır. Siz onla savaşsanız da yaşanır, savaşmasanız da yaşanır. Nitekim bunun gibi binlerce örnek var. Eskiden beri değişmeyen ve değişmesi de hemen hemen mümkün olmayan kolektif bilinç altını oluşturan dini şeyler vardır ve bu da böyle devam eder.

Din dediğimizde, salt vahiyden ibaret olmadığını kafamıza iyice yerleştirelim. Din sadece peygamberin sahih sünnetinden de ibaret değil. Nitekim bugün bizim o edille-i şeriyye dediğimiz dört esasa ve Ebu Hanife’nin istihsan dediğimiz şeye baktığımızda ‘insani ve toplumsal unsurlar‘ görüyoruz.

Nedir bu istihsan? Toplumsal kabuller; toplumsal kabuller bağlamında dini bir hükmün müminlerin lehine yorumlanmasıdır. Yani Kur’an, sünnet, icma, kıyas, istihsan ve mesalih-i mürsele var.

Yani müslümanların lehine yorumlanması var. İşte din dediğimiz şey bunların hepsidir. Kim ki ‘Dini, ilk baştaki haline döndürelim.‘ gibi bir iddiayla onu atalım, bunu tutalım diyorsa ki bunlardan Hristiyanlarda da, Yahudilerde de var, bizde de var; Selefiler.

‘İlk başa dönelim, esasa gidelim.‘ gibi bir söylem var.

Peki bu esasa hangi kafayla gideceğiz? Kim götürecek bizi oraya? Senin kafanla gidersek senin onu algılama biçimin, tarzın eğitimin, nasıl bir kafa ki bana rehberlik yapacak?

Nitekim işte Suudi Arabistan’ın o kafayı nasıl kullandığını, nasıl pratiğe dönüştürdüğünü görebiliyorsunuz. Pratikte bu zihnin nereye götürdüğü belli. Daiş’in, El-Kaide’nin o ‘Asla dönelim, her şeyin teosentrik anlaşıldığı, Tanrı’nın her şeye müdahale ettiği döneme dönelim.’ söylemi.

Hayır, işte Tanrı’nın yerine, Tanrı’nın adına sen müdahele ediyorsun. Ve senin müdahale ettiğin şeyin pratikte Tanrı’nın muradı olmadığı ortaya çıkan üründen belli. Dolayısıyla bunu iyi anlamak lazım.

Katışıksız, salt din mümkün değil. Sadece vahiy, sadece Peygamberin uygulaması olacak. Öyle bir din yok. Kimyada da böyledir. Etkileşim olur. Bir materyalle başka bir materyal saf haliyle birbirine etki edemez. Peygamber, ‘Allah böyle buyurdu.’ der ama insan öyle anlamaz. Eksik anlar, yanlış anlayabilir, fazla anlayabilir. Peygamber onun bir kısmına müdahale edebilir, bir kısmına etmeyebilir. Bir kısmını da bırakır zaten.

Dinin insana özgürlük alanı bırakması ve sorumlu tutması evrenselliğidir zaten. Şimdi Türkün İslam anlayışıyla, Arabın, Acemin, Kürdün anlayışı bir mi? Değil. Peki bunların her birinin aynı şekilde din anlayışının olması mümkün mü? Değil. E zaten böyle olursa, herkes dini Arap gibi anlayacaksa tek tip bir din olur. Bu ayrı ve uzun hikaye. Selefi aklın nasıl ürediğini, nasıl üretildiğini başka bir zaman konuşuruz.

Demek ki din anlattığımız gibi bir şey. Biz de din sosyologları olarak bunu çalışıyoruz. Bir tarafta vahiy, bir tarafta peygamber, bir taraftan toplum, toplumun kabulleri, kültürü. Bunlar arasında nasıl bir etkileşim var? Buna bakıyoruz. Allah, insani bir problemi sistemleştirip peygamberine gönderiyor, peygamber bunu kendi anlayış, kabiliyet ve kapasitesiyle ve Allah’ın yönlendirmesiyle insanlara anlatıyor; peki sonra ne oluyor? Din sosyolojisi tam olarak burada çalışıyor.

Doç. Dr. Özcan GÜNGÖR

Din sadece vahiy midir?