Felsefecilerin içerisinde en mükemmel görüşleri ortaya koyan Kant diyor ki: “Vazife veya vicdanî mesuliyet ahlaktır. Bunun menşei akıl, düsturu emr ve vicdandır.” Bu görüş, diğer felsefecilere nazaran birçok mesleklerden üstündür. Lâkin Kant’ın ortaya koymuş olduğu “Ahlak, vicdanî mesuliyettir, menşei akıl, düsturu emrdir.” tarifi birçok cihetlerden isabetli değildir. Kant’a göre bile akıl ve vicdanın hakîkaten ahlaka kâfi bir temel olması naklolunmuştur. Fakat Kant’ın, mücerred akıl ve vicdanı ahlakî kanunlara hâkim kılması doğru değildir. Çünkü eğer Kant yukarıdaki tarifiyle birlikte vahye teslim bir aklı ve vahye dayalı bir vicdanı kasdetmiş olsaydı, ahlakın temel ve menşei hakkındaki görüşleri isabetli olurdu.
Haydi biz de Spencer gibi, bir gayeye yönelmek ahlaktır dersek, şöyle itiraz olunabilir: Hiçbir gaye menfaatten hâlî olmadığına göre toplumun hayatı söz konusu olur. Binaenaleyh toplumun hayat ve refahı aleyhinde olduğu takdirde gayemi icra etmek istersem, diğer ifadeyle gayeme yönelirsem topluma zulmetmiş olurum; yönelmez isem ahlaksız olurum denilir.
Hissi insaniyyeyi ahlaka temel etsek bile yine Rousseau gibi bir felsefeci bize şöyle itiraz edebilir: İnsanın doğuştan itibaren fıtrî olan hissiyle hayrı ve şerri ayırt edeceğine kâni’yim, lâkin hissin, gayenin, emrin ahlaka menşei yahud sevk-i idare merkezi olmasına kâfi düstur olacağına kâni’ değilim.
Zira insan nerede olursa olsun, çocukluğundan itibaren belli başlı terbiyelere tâbii tutuluyor. Mesela cehalet, nefsî arzular, bâtıl zanlar, hatalı talimler, bozuk terbiyeler, fâsid kıyaslar, muhit, çevre ve telkinin tesirleri fıtrî olan hâlis vicdanın hislerini öldürür. Binaenaleyh böyle bir felakete mahkum vicdan, his aslâ ahlakın sevk-i idaresini tayin edemez ve rehber de olamaz.
Rousseau’nun sözünü takdir etmekle birlikte ilaveten ahlakın menşeini tayin edecek böyle bir vicdanı tesbit etmek için ayrıca saf bir vicdana ihtiyaç vardır. Binaenaleyh ahlakî düsturların vicdanî kanunlarını, özellikle güzel ahlakların menşeini tayin edecek bir vicdanın da çevre, cehalet, nefsânî arzular, hayalî ve vehmî tuzaklardan tamamen kurtulmuş olması gerekir ki, artık ondan sonra ikinci bir vicdana ihtiyaç kalmasın. Bu takdirde ancak ve ancak Allah’ın seçmiş olduğu kulları olan peygamberlerin vicdanları kâfi olur.
Peygamberlerin vicdanı, çevre ve nefsin tesirinden kurtulması bakımından, özellikle vahiyle şereflenip saflaştırılması hususunda ayrıca mucize ile teyid olunmaktan dolayı beşer hayatının saadetine hukûkî, itikadî, amelî ve ahlakî olarak kâfi bir düsturdur. Binaenaleyh “Ahlakın menşei akıl, düsturu emirdir.” sözündeki emri tahsis etmek gerekir. Yani Allah Teâlâ’dan gelen emre binaen olan vicdan mesuliyeti tayin eder, ahlaka düstur olur denilirse, Kant’ın tarifi tamamlanmış olabilir.
Her ne kadar zamanımızda peygamber yoksa da tarih, siyer âlimleri, vahyi müşahede edenler, mucizeleri görüp bize naklettiler. Şöyleki, yalanlamaya imkan yoktur. En başta Kur’ân-ı Kerîm’in her asırda mucizesi tekrarlanmaktadır. Çünkü asır da ayrıca ayetleri tefsir eder. Binaen aleyh ahlakın tüm düsturlarını, vicdanın saflaştırılmasını umûmî bir emre yahud vahiyden mahrum olan hislere değil, ancak ve ancak ayet ve hadis temellerine dayandırmalıyız.
Kant, ahlak, vazife yahud vicdanen mesuliyet diye fikirlerini ortaya koymuştur. Avrupa felsefesini alt üst ederek yeni bir mezhebi ortaya koymakla birçok hakîkatlere muvafakat etmişse de, ahlakın kanunî düsturlarına fikirleri aslâ kâfi gelmemektedir. Çünkü kendisi nübüvvet meselesini ele almamakla bir türlü kendi hisleriyle ahlakî kanunların düsturunu, menşe’ ve sevk-i idare merkezini tayin edememiştir. Nitekim:
“Bütün maddeler ikiye ayrılır:
a-Tecrübe ile varlığı bilinen maddelerdir.
b-Akıl ve hisle varlığı tesbit olunan maddelerdir. Bu kısım ise mü- cerred hayalden ibaret bir şeydir.” dediği halde, ahlak bahsinde hiss-i vicdâniyyeye büyük bir ehemmiyet vermiştir. Sanki kendisi böyle bir yolu takib etmekle, Epikorya medresesinin mensublarını ve Revâkıyye mezheblerini reddetmek istemiştir. Kant: “İnsanda hayr-ı a’lâ fazilettir; o fazileti bilfiil meydana çıkarmak ise vecibe ve vazifeden ibarettir.” demiştir. Bunu demekle Kant üç görüşü ortaya koyuyor:
1-İnsanda cüz’î irade vardır. Bu cüz’î iradenin adı hayr-ı a’lâ’dır. Onu fiile geçirmemiz vazifedir. Bunu demekle,
2-Akıl kuvvetiyle iradeyi fiile geçirmek arzu ve isteği, vazife ve vicdanın icab ettiği şeydir. Doğrusu, fiilin icra edilmesi aklî kuvvetin eseridir. Demek insanda idrakli ve iradeli bir akıl vardır.
3-Her akıl ve vicdan sahibi bir gayeye sahibdir. Yani insan kendisi bizzat şahsiyetini şunun bunun keyfiyle değil, ancak hem kendisinin hakkında hem de başkasının hakkında bir kanunu icra eder. Şahsiyetin emrettiği kanun ise yine akıl ve vicdanın emrettiği fiildir. İşte ahlak denilen şey bilfiil emri yerine getirmekten ibarettir. Öyle ise sen başkasının hukukuna, şerefine riayet etmelisin, çünkü o da senin gibi bir insandır. Binaenaleyh senin ona riayet etmen bir menfaat için olmamalıdır. Çünkü insanın maddesinde bir kıymet, manevi bir değer vardır. Kant’ın hoşuma giden en isabetli görüşü budur.
Kant’a göre aklın iki türlü emri vardır; insan hangisinin emrinden çıkarsa öbürünün dairesi altına girer; hangi dairenin emrlerini tatbik ederse, onun tatbik ettiği, fiili, ahlakı ve vazifesidir. Mesela “Sıhhat istersen perhiz tut.” aklın şartlı olan emridir. Çünkü sıhhat bir gayedir. Bu emrin icabı olan perhiz sıhhate kavuşmanın gaye ve vesilesidir, demiştir. Çünkü Kant’a göre böylece tarif etmiş olduğu çalışmak, ahlakı icab etmeyen bir şeydir. Çünkü bundan feragat etmek mümkündür. Öyle ise şartlı olan emr ahlaka temel olamaz, çünkü aklın vermiş olduğu, şartlı ve maksadlı emrin tatbik edilmesi şart değildir. Halbuki iş tam aksidir. Yani, şartlı emr de tatbik edilir.
Aklın ikinci emri, mutlak emrdir; vicdana bina edilir. Bu akıl vazifeyi tayin eder. İşte vazifenin adı ahlaktır. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu aklın emri, gaye ve maksada dayalı değildir. İşte bu aklın, insan insan olduğu için ona hürmet etmek, haysiyet ve şerefini korumak gereklidir şeklindeki mutlak emridir. İşte vazifeyi tayin edecek emr bu emrdlr. işte vazifeyi tayin eden ahlakın temeli olan akıl budur; tüm kanunlar, vazifeler bu akla yönelir, demiştir. Halbuki, kayıdlı ve kayıdsız her ikisi de emrdir. Arada fark yoktur.
Bu kadar sözü uzatmamız, Kant’ın Epikorya, Revâkıyye meşreblerini redderek ortaya koymuş olduğu görüşünü beyan etmek içindir. Kant, İslam dîninden haberdar olsaydı elbette burada fikri çok isabetli olacaktı. “İnkâd-u Akl-il-Mahz” adlı eserinin ahlak bölümündeki fikrinin özeti şudur: “Kul cüz’î iradesiyle fiilini kisbeder. Aynı akıl ve vicdan iradenin neticesi olduğundan onu sorumlu kılar.” der ve bu hususta çokça bocalar. Gerçek şu ki, kul cüz’î iradesiyle fiilini kisbeder, yaratmaz, Allah yaratır. Kant, bunun üzerinde çok durmakla beraber bir türlü yaratma sıfatını kisb sıfatından ayı ramam ıştır. Gerek kendisi ve gerek reddetmiş olduğu fikirler, on üç vecihle hataya düşmüşlerdir:
1 –Kant ve benzerlerinin “Akıl ve hisle varlığı bilinen maddelerin bir kısmı mücerred hayalden ibarettin” şeklindeki fikirleri cidden insanı inkara sevk edicidir. Çünkü melek, cin, insanın ruhu, aklı ve hissi bilinir, hayalî birşey değildir. Hayal sahasında bunları saymak büyük bir hatadır. Zira bunlar tecrübe ve hayalin, hatta maddenin ötesinde kalırlar.
2-Ahlakın menşeinin tayininde “Akl-ı amelî (yani his) kuvvetli bir menşe’dir.” demekle hissi, amelî ahlak olarak göstermesinde büyük bir tenâkuz vardır. Yani aklı Cenâb-ı Vâcib-ul-Vücûd’un varlığına kâfi görmediği halde, Vâcib-ul-Vücûd’un hükmü olan ahlak hakkında kâfi görüp hükmü ona vermesi arasında tenâkuz vardır. Yani hâkimi tanımayan aklı, hâkimin hükmünün icad edilmesinde hükme menşe’ kılması tenâ- kuzdur.
3-Kant insanda olan fıtrî imanı isbat ederek “Fıtrî iman Vâcib-ul-Vücûd’un varlığını isbat eder.” demiştir. Demek kendisi Ulûhiyet-i Mutlakayı inkar etmiyor. Fakat ahlak ve vazifeyi tayin ederken aklını, Ulûhiyyet-i Mutlaka’nın hükmüne hâkim kılmaktadır. Yani diyor ki: “İlah vardır, lâkin vazife ve ahlakı tayin etmekte vicdan hâkimdir, akıl hâkimdir.” Ona göre, sümme hâşâ Allah hâkim değildir. Bu da kendisinden sonra gelenlerin mutlak inkarına sebebiyet vermiştir. Nitekim devamen şöyle der:
4-“Vîcdan şunun bunun keyfiyle değil, bilakis kendisi bizzat ahlakî vecibeleri ve vazifeleri tesbit ve tayin eder.” Yani vicdan kanunu icad eder, vicdan kanuna mahkum olamaz demek istiyor. Kant’a göre hiçbir kanun kendisine hâkim değil, lâkin kendisinin ortaya koymuş olduğu vicdanın semeresi olan ahlakî kanunları, tüm insanlara hâkimdir. Onun bu sözü evvelden nakletmiş olduğumuz “İnsanın hakkına riayet etmelisin” demesine muhaliftir. Çünkü Kantın tayin ettiği hayr, başkasının vicdanına göre şer olabilir. Başkasının vicdanının hükmü olan şerri kaldırması, başkasının hakkına tecavüzdür. Kaldırmaz ise kendi vicdanına göre hükmetmemiş olur, vicdanı hükümsüz kalmış olur. Bu takdirde hükümsüz bir vicdanı ortaya koymuş oluyor.
5-Aklın hükmünde iki türlü emr vardır:
a-Şartlı ve kayıdlı emrdir.
b-Mutlak emrdir.
“Kayıdlı ve şartlı emrin yerine getirilmesi, mesela, sıhhat için perhiz tut, gibi emrleri yerine getirmek şart değildir. Çünkü insan fedakârlık yapabilir.” der. Bu takdirde Kant bu maddeyle hayrın mükafatını kaldırıyor. Böylece dînî ve dünyevi gayeleri ortadan kaldırıyor. Mesela “Korunmak istersen doğruyu söyle” cümlesindeki “doğruyu söyle” emri şartlı emrdir. Şartlı emrin yerine getirilmesi şart değildir, çünkü vesiledir. Binaenaleyh doğruluktan feragat icab eder. Böyle bir feragat -yani yalan- akıl ve bütün vicdanlara muhaliftir. Hatta kendisine göre de cinayettir.
6-Mutlak emrin tatbiki yani “İnsanın insaniyetine riayet et.” emrini yerine getirmek mecburidir. Fakat Kant’ın dediği gibi, bu mutlak emrin tatbiki çok yerlerde mümkün değildir. Mesela aynı mektebde, aynı profesörde tahsil eden iki insanın hisleri, akılları ve aynı aklın mutlak emrleri bir değildir. Nasıl ki cereyandan enerji, buzdolabında dondurucu, fırında kızartıcıdır, öylece aklın mutlak emri de aynı mektebde okuyan bir talebenin dimağında gazab ve cimrilik, diğerinde yumuşaklık ve cömertlik, öbüründe korkaklık veya cesareti emreder.
Bu takdirde aklın mutlak emri iki talebeyi tenâzu’ kanununa sevk eder; intihab ve mutabakat kanunlarının icra edilmesine sebeb olur. Bu da nizâm-ı âleme muhaliftir. Öyle ise ahlakî düsturların hükmüne hâkim, Allah’ın bildirisidir; akıl değildir.
Kant’ın aklı hâkim kılmasından dolayı büyük bir çılgına yol açılmış, ondan sonraki Bochner, Hegel, Kari Marks gibi bir çok felsefeciler, Kant’ ın saltanat-ı fikriyyesinden yükselip materyalist fikri bir çılgın olarak meydana getirmişlerdir. Bunların yapmış oldukları anarşi, meydana getirdikleri tahakkümlerin yegane sebebi Kant’tır. Çünkü Kant, mutlak hükmü vicdana, akla havale eder. Herkesin aklı bir olmadığına göre tekâmüliy- ye mezhebinin ortaya koymuş olduğu tenâzu’, intihab, mutabakat, virâset kanunlarının tatbikatları mecburi oluyor.
Demek istiyorum ki, Kant felsefede gerçekte büyük bir mesafeyi aşmıştır, Ulûhiyet-i Mutlaka’yı da kabul etmiştir, fakat nübüvvet meselesini ve Allah’ın hükmünün ahlakın temeli hakkında kâfi olmasını ihmal etmiştir veya inkar etmiştir. İşte onun bu ihmalkârlığı veya inkarı materyalizmin temel taşı olmuştur ve sonraki felsefecilerin inkarına sebeb olmuştur.
7-Kant bütün maddeleri ikiye ayırıp birinci kısmı, tecrübe sahasına dahil etmek istediği maddeyi, hangi tecrübe yoluyla tesblt edebilmiştir ki, diğer kısmı da akıl ve hisle tesbit olunabilsin ve ona hayalî şekil isnad edilsin? Hayale girmeyen ve sığmayan maddeyi hangi kaideye binaen keyfiyetsiz, sûretsiz bir âleme yani ruhâniyete dahil ediyor? Şöyle bir soru sorulabilir: Madde var mıdır, yok mudur? Şübhesiz vardır, denilir. O halde şekil ve sûretsiz maddenin tasavvuru nasıl mümkündür. Hayale gelince, hayal bir maddenin şeklinin karikatürünü veya resmini çeker. Halbuki Kant’ın kasdetmiş olduğu ruhâniyette hayal yoktur.
Işte bu noktayı tesbit eden Bochner ve emsâli, maddeye hasr-ı nazar ettikleri için tamamen inkara gitmişlerdir. Görülüyor ki Kant’ın felsefesi tamamen ruhâniyete dönüşmesi gerekir iken, aksine tamamen maddeye kalbolun- maktadır. Buna sebeb de yine Kant’ın maddeleri ikiye ayırıp, birine hayalî şekil vererek ruhâniyet meselesine sokmasıdır.
8-Kant’ın tesbit etmiş olduğu vicdan, fıtrî iman ve aklın tahlil edici olması hakkında biz de müttefikiz, bunlar vardır. Ancak aklı, vicdanı, hayra ve şerre miyar kılması doğru değildir, yani çok cüz’î yerlerde miyardır. Yukarıda dediğimiz gibi iki kişinin akılları, vicdan ve ruhları değişik sıfatlardadır. Hatta bir vicdan, daimi olarak bir halde kalmaz değişir. Şimdi gazab halinde iken biraz sonra yumuşak olabilir. Şu halde vicdan, ahlakın menşei olamadığı gibi, akıl da ahlakın düsturu olamaz. Çünkü gözün görmesi mahdud olduğu gibi, normal vicdan ve aklın hükmü de mahduddur; bugün, yarın ve dünü bir anda göremez.
Binaenaleyh ahlakın temel düsturları ayet ve hadis olmalıdır; akıl ve vicdan da miyar olmamalıdır, alet olmalıdırlar. Allah’ın hükmü yani peygamberlerin bildirisi bugün, yarın ve dünü bir gördüğünden, neden, nasıl, ne kadar, niçin kelimelerine de sığmadığı için mutlak hâkimdir; işte değişmeyen hüküm budur. Aksi takdirde, bir vicdanın tahakkümü altından çıksak, öbür vicdanın tahakkümü altına girmiş oluruz. İnsanın hayatı, beşer sistemiyle sınırlandırılmadığı gibi şartlandırılamaz da, çünkü bu esarettir.
9-Buraya kadar sıraladığımız izahtan anlaşılıyor ki, Kant, aklın emr- lerini ve hissi, vazifeye temel kılmakla vazifenin temelini kaybediyor. Nitekim kendisi de “inkâd-u Akl-il-Mahz” adlı eserinde ahlakî vazifeleri budağa benzetir ve över.
Sonra feryad ediyor:
“Ey vazife! Acaba sana layık olan menşe’ nedir, senin kökünü nerede bulabilirim?” der. Bu feryadla kendisi de akıl ve vicdanın, güzel ahlakın ulviyetine kâfi gelmediğini itiraf eder.
10-Vicdanın tayin ettiği kanunun mutlak hâkimiyetini itiraf etmekle dostluk ve beşerî kardeşliği, samimiyeti ortadan kaldırıyor. Kant’ın ahlakî kanuna mutlak emrini hâkim kılmasını çok garib gören Schiller adlı filozof, onu reddetmek maksadıyla şöyle der: “Ben dostlarıma hizmet ederim, fakat ne fayda ki bu hizmeti nefsânî meylimden dolayı yapıyorum. Dolayısıyla faziletli olmadığıma kanaat ederim. Vicdanın mutlak hâkimiyetinden çokça muzdaribim.”
Schiller demek istiyor ki, birçok kimseler masum oldukları halde kanunun tahakkümü altında ezilirler, vicdan bunlara yardımcı olmayı ister, lâkin aynı vicdanın daha önce çıkarmış olduğu kanun buna engel olur. Demek vicdan bu noktada, kula merhamet ve şefkati ortadan kaldırıyor. İlaveten şöyle deriz: Bu felsefeciler, hükmü akla vermekle aklı mahkum kılmaktadırlar.
11-Kant: “Emrler bir kemâliyet olduğu için değil, bir ahlak olduğu için ona ittibâ’ lazımdır.” der. Bu takdirde Kant’a göre mesela “ibadet edin.” emrine itaat etmekte bir kemâliyet söz konusu olmuyor. Bilakis zannettiği gibi değil, emr kemâliyeti elde etmek için meşrû’dur. Çünkü “İbadet et.” emri büyük bir saadeti taşıyor ki, o saadet dünyada şöhret, ahirette şereftir. Şu halde kemâliyetten tecrid edilen emr, güzel ahlaktan da tecrid edilmiştir. Çünkü ahlak, kemâliyetle üstünlüğü kazanır.
12- Kant’ın ahlak ve felsefe yolundaki tekâmülü sûrî ve nazarîdir. Başkası icrâsına mecbur ise de kanunu çıkaranın hakkında bir serbesti- yeti ifade eder. Binaenaleyh kanunu çıkaran kimse, kılıfı kuzu, ruhu kurt gibidir. Bu ise İslam dîninde nifakla tabir edilir.
13-Vicdan ve aklın ortaya koymuş olduğu umum cinayetlerde cezayı icra eder amma, Kant, hayrı işleyene hiçbir mükafat vermez. Bu ise hayrılara sed çekmektir. Hülâsa kendi hayatından ilham alan tüm beşerî kanunlar, mutlak ceza vermek yolunu tercih eder. Bu ise İnsanı ıslaha değil, anarşiye sevk eder. Birkaç cihetle beşerî kanun, İslam kanununa muhaliftir:
a-Beşerî kanunun hâkimi istediği kimseyi cezadan kurtarır. Çünkü kendisinin vicdanı da kanunu ibtal ve ihlal edecek bir kanundur.
b-Beşerî kanun mutlak cezayı vermek yolunu tercih eder; İslam kanunu ıslaha çalışır.
c-Beşeri kanun “suç işlenmesin” diyemez, “suç görülmesin” der. İslam kanunu ise “suç işlenmesin” der. Yani tenha bir yerde bir adamı öldürmek suç değildir. Hiç adam öldürmeyen bir kimse, adam öldürmüş gibi görülürse beşer kanununa göre ceza alır.
d-lslam hukukunun tayin ettiği cezalarda afuv söz konusu değildir.
Beşer kanununda ise cânileri afuv etmekle cinayetin çoğalması usulü vardır. Netice-i meram, gerek Kant ve gerek herhangi bir indî kanun beşerin saadet ve refaha kavuşmasına kâfi gelmemektedir. Çünkü akıl, vicdan ve indî kanunlar, çoğu zaman şeytânî hislere, nefsânî arzulara, çevre telkinlerine bina edilir. Bunlar hepsi insanı yoldan çeviren nefsânî arzulardır. O halde akıl ve vicdan altın ise, özellikle ahlakî kanunların çıkarılmasında mihenk taşı lazımdır.
Mihenk taşı ise Asrı Saadete göre vahy-i İlâhiyye, Asrı Saadetten sonra kıyamete kadar ise o vahyin tesbit etmiş olduğu ve bildirdiği Kur’an ve hadistir. Kur’an ve hadîsi, akıl ve vicdana miyar kılmayan insanlar, kıyamet gününde nedâmet ve hasret çekerek şöyle diyeceklerdir.
*«Şu muhakkak ki Allah kafirleri rahmetinden kovmuş, onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Kendileri orada ebedî olarak kalıcıdırlar. Onlar ne bir yâr, ne de bir yardımcı bulmayacaklardır. O gün yüzleri ateşte evrilip çevrilirken: “Eyvah bize! Keşke (İslam hukukunu icra etmekle) Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik.” diyeceklerdir. (Onlara tâbi’ olanlar da o gün:) ty Rabb’imiz! Hakikat biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi yoldan saptırdılar.” demişlerdir (diyeceklerdir). “Ey Rabb’imiz! Onlara azabdan iki katını ver. Onları büyük bîr lanetle rahmetinden kov.”» [El-Ahzâb 64- 68)
Demek dünya hayatında şeriati = ayet ve hadîsi hayatına hâkim kılmayı bırakıp vaz’î kanunları hâkim kılanlar, kıyamet gününde çok pişman olacaklardır. Ve “Eyvah bize! Keşke (İslam hukukunu icra etmekle) Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik, diyeceklerdir.” Bunlar vaz’î kanunları Allah’ın şeriatine kıyas ettiler yahud yetersiz görmüşlerse ebedî; inandıkları halde vaz’î kanunları hâkim kıldılarsa muvakkat cehennemde kalacaklardır. Artık mü’min kime itaat ettiğini ne ile amel ettiğini ciddi bir surette bilmelidir.
İsmail Çetin – Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.62-69
0 Yorumlar