Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlıda Sosyal Yardımlaşma ve Hayırseverlik

ottomannnew Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlıda Sosyal Yardımlaşma ve Hayırseverlik

Sosyal Yardımlaşma ve Hayırseverlik

Osmanlı toplumunda hayırseverlik dini bir temele dayanmakla beraber aynı zamanda sosyal yardımlaşmaya bağlı geleneklerin ve kuruluşların özünü oluştururdu. Kuran’da hayır yapmak ve sadaka vermek emrolunduğundan toplumda zenginlerden fakirlere kadar herkesin hayır yaptığı görülürdü. 1620’de bu konuda gözlemlerini değerlendiren Fransız aydın Michel Baudier, “Hıristiyan dünyası içinde yaşayanlar ancak Türklerden sadakanın nasıl verileceğini öğrenirler” derken 1621 tarihli isimsiz seyahatnamede şu cümleler okunmaktadır: “Her Müslüman gelirinin onda birini verirse iyi Müslümandır. Onlar bu emri iyi tutarlar. Sanırım dünya da bunlardan (Türkler) daha hayırsever ve hayır yapan millet yoktur.” (1)

Sadaka 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı toplumunda fakirlere ve ihtiyaç içinde olanlara sadaka vermek adetti. Ayrıca lslam hukukuna göre her Müslümanın yıllık gelirinin kırkta birini sadaka olarak vermesi gereği de yerine getirilirdi, buna zekat denirdi. Zekatın verilmesinde Ebussuud Efendi’nin fetvalarında ilginç açıklamalar vardır: Buna göre deniz savaşında devlet donanması zarar görmüşse halk zekat niyetine donanmaya maddi yardım yapabilirdi veya tüccar devlete ödediği vergiyi “zekat” niyetiyle verebilirdi. Genellikle sadaka dul kadınlara, yetimlere ve fakirlere veri lirdi. Yüksek devlet memurları ve sultanlar da sadaka verirlerdi. 15. yüzyıl tarihçisi Neşri’nin yazdığına göre Fatih Sultan Mehmed fetihten hemen sonra lstanbul’da dul kadınlara, yetimlere ve fakirlere her gün sadaka dağıttırırdı.

2. Murad her cuma günü sadaka verirdi. Sadakanın nasıl verileceği Ebussuud Efendi’nin fetvalarında gösterilmişti. Buna göre cami veya mescit içinde sadaka verilmez, ancak mescit ve cami kapısı önünde sadaka verilebilirdi. Ayrıca, bu devirde medrese öğrencilerinden Kuran okuyarak geçimleri için halktan para toplayanlara para verilmemesi bu fetvalarda kesin olarak bildirilmişti.(2)

Toplumda sosyal yardımlaşmaya önem verildiği için dilenci ler pek görülmezdi. Sadaka isteyen bazıları varsa da bunlar deliler ve cezalılardı. Bu cezalılar genellikle borç para alıp da borcunu ödeyemeyenlerdi. 1610’da Ingiliz seyyah George Sandys, bunlara dair gözlemlerini anlatır: “Söylenenlere göre (Türkler) gizli olarak çok sadaka verirler. Gerçekten onların arasında pek az dilenci gördüm. Bazen sokakta zincirle birbiri ne bağlı dilenenler görürsünüz. Bunlar kendilerine borç vereni temin için dilenirler ve borçlarını ödeyebileceklerini kanıtlayabilirlerse ancak yıl sonunda serbest bırakılırlar.”(3)

Ogier Ghiselin de Busbecq, 1 Haziran 1560 tarihli mektubunda sadaka isteyenler üzerine gözlemlerini anlatır:

“Dilenciler Tanrının ismi defalarca tekrarlanan her namazdan sonra sadaka toplamaya giderler. Bunlar başlarını eğerler ve yanlarındaki geyiği de birlikte baş eğmeğe alıştırmışlar. Halk bu olağanüstü beceriyi görmekten son derece hoşlanarak ve bunun kutsal ve acaip bir anlamı olduğunu düşünerek geyiğin sahibi olan dilencilere para vermeyi tercih ediyorlar, onlara madeni paralar saçıyorlardı. Ben, çok büyük bir geyik olmasından dolayı bu geyiği almak ve imparatora (Alman imparatoru) götürmek istedim. Madem ki Türk dilencilerden bahsettim, şimdi bunlar hakkında bilgi vermemek doğru olmaz. Bunlara bizimkilerden çok daha az rastlanır ve genellikle bir yerden bir yere yaya seyahat eden ve çeşitli şekillerde kutsallık iddiasında ve dini bahane ardında dilenen kişilerdir.(4) Bunların çoğunun dilenmelerinin bir özürü olarak kafaca zayıf oldukları söylenir.

Bu tür insanlar Türk toplumunda daima hoş görüyle karşılanır. Çünkü Türkler, deliler ve geri zekalıların cennete gideceklerine ve yeryüzündeki hayatları boyunca azizler gibi bilinmeleri gerektiğine inanırlar. Diğer bir sınıf dilencilerse Araplardır. Bunlar ellerinde bayrak taşırlar ve lslam dinini yaymak için atalarının savaştığını bununla açıklayarak dilenirler, her yerde ve herkesten dilenmezler an ak yoldan geçenlere bir yağ kandili, bir limon veya bir nar vererek bunun fiyatının iki veya üç mislini isterler. Açıkça dilencilik şerefsizliği içine düşmemek için bir şey satmayı tercih ettikleri görülmektedir … “(5)

Osmanlı toplumunda sadaka alarak yaşayan gruplardan biri de “Torlak”lardı, bunlara “Durmuşlar” da denilirdi. Başlarında beyaz çuhadan yapılmış eski bir başlık olurdu, bu topatan kavunu şeklindeydi. Sırtlarına koyun veya keçi postu giyerlerdi, bunun üzerine de uzun tüylü bir ayı postu giyerlerdi. 1551 yılında Fransa kralının elçisi M. d’Aramonte ile lstanbul’a gelen coğrafyacı Nicolas de Nicolay’ın “dervişler” diye isimlendirdiği bir grup daha vardı ve bunların çevreye zarar verdikleri de olurdu. Köy ve kasabaların dışında yaşarlardı. Akılca normal olmadıklarından bilinçsizce suç işleyebilirlerdi. Köyden köye giderken bir bıçak veya usturayla kol ve bacaklarını çizerler sonra dilenirlerdi. Bunlar toplumda dini bir grubun üyeleri oldukları için ve aynı zamanda deliliklerinden dolayı ilgi görürlerdi. Nicolay, dervişler veya delileri anlatır:

Delilere büyük saygı ve merhamet gösterilir. Bunlar diğer din adamları gibi yaşıyorlar, fakat kol ve bacaklarını hançerle yaraladıkları zaman Peygamber adına sadaka isterler. Bunların toplandığı yerde bir de başları var. Bu dervişler onu babaların babası anlamı na gelen ‘Assambaba’ (Azam? Baba) diye çağırırlar.“(6)

Bunlar saç ve sakallarını keserler, başları çıplak gezerlerdi. Keçi veya koyun postundan giysileri vardı, kemerlerine bağlı küçük bir balta taşırlardı.

Hayır için Hizmet Veren Sosyal Kurumlar

Osmanlı toplumunda yapılan hayırlar sosyal kurumlarla toplumun her kesiminden ihtiyaç içinde olanlara ulaştırılırdı. Sosyal kurumlar vakıf gelirleri ve özel bağışlarla hizmet verirdi. Zenginler genellikle cami, han ve kervansaraylar inşa ettirir veya köprülerin onarılmasına katkıda bulunurlardı. Ayrıca vasiyet ederek kalacak miraslarından belli bir parayı şifahane ve diğer sosyal kurumların inşası ve giderleri veya kölelerin kefalet bedelleri için bırakırlardı. Osmanlı hükümdarları arasında Fatih Sultan Mehmed ve Kanuni Sultan Süleyman’ın en çok hayır kurumu yaptıran hükümdarlar olduğu bilinir.

Şehirlerde ve şehirlerarası yollar üzerinde Osmanlı hükümdarları, vezirler, paşalar ve diğer mevki sahipleri tarafından yaptırılmış hanlar, kervansaraylar ve imaretler vardı. imaretler, hanlar ve kervansaraylarda yolcuların ve fakirlerin yemek ve yatma giderleri karşılanırdı. Yolcular din ve milliyet ayırımı yapılmaksızın üç gün hanlarda ve kervansaraylarda misafir edilirdi. Şair Latifi, lstanbul’da 17. yüzyılda imaretlerde ve misafirhanelerde fakirlere verilen yemeklerin nefasetinden ve en iyi zerde ve tatlıların buralarda bulunduğundan söz eder.(7) Yaptırılan hayır kurumları arasında fakirler için bakım evleri de vardı. 1483 yılında başvezir olan Davut Paşa, lstanbul’da bir medrese, fakirler için bir bakım evi ve bir mahalle kurmuş, ayrıca bir cami de yaptırmıştır.(8)

1693’te ltalyan seyyah Gemelli Careri, Edirne’de bulunduğu sırada camilerin gelirleri ve sağladığı sosyal hizmetleri ve imaretlere dair gözlemlerini anlatır:

“Bütün camilerin hayır işlerinde kullanılmak üzere büyük gelirleri vardır. Bu gelirler, akıl hastaları, fakir halkın bakımı ve çocukların eğitimi gibi hayır işlerinde kullanılmak üzere yapılan bağışlar, verilen hediyelerdir. Bunun yanısıra onlar (Türkler) camilerin yanındaki imaretlerde fakir halka bin okka pilav ve yeterli miktarda et dağıtırlar.”(9)

1672’de Fransız seyyah Grelot, lstanbul’daki hayır kurumlarının çokluğundan söz ederken buradaki şifahanelerde hastalar ve ruh hastalarının bakıldıklarını, tedavi edildiklerini; tek kelerdeyse fakirlerin kaldıklarını, her gün onlara buralarda yemek verildiğini yazar.(10) Zengin veya fakir, milliyet ve din ayırımı yapılmaksızın her kesin üç güne kadar ücretsiz kalabildiği ve herkese yemek verildiği hanlar ve kervansarayların 17. yüzyılda yapısı ve hizmeti bakımından pek farklı olmadıkları bilinmektedir.(11)

Bununla beraber 16. yüzyılda han ve kervansaray arasında yapı ve hizmet bakımından belli farklar olduğu Ogier Ghiselin de Busbecq’in gözlemlerinden anlaşılır:

Şimdi sana içinde sık sık kaldığımız hanlardan söz etmek sırası geldi. .. Niş’te bir handa kaldık bunlara Türkçe’de kervansaray deniliyor. Bunlar buralarda konaklamak için en uygun yerler, genişliğine göre oldukça uzun büyük bir bina dan ibarettir. lçerde orta yerde develer, katırlar, vasıtalar ve yükler için açık bir alan bulunur, genellikle üç ayak (90 cm) yüksekliğinde bir duvarla çevrilmiştir. Bu duvarın yanı (divan veya sedir gibi) binanın esas duvarına dayanır. Bu alçak duvarın üslü düzdür ve yaklaşık dön ayak (120 cm.) genişliğindedir ve Türkler için yemek masası ve yatak yeri olarak hizmet eder. Bunun üzerinde aynı zamanda yiyeceklerini pişirir veya ısıtırlar, dış duvara belli aralıklarla yapılmış ocaklar vardır. Duvarın üzerindeki bu yer yolcunun develer, atlar ve hayvanlarla paylaşmadığı tek mekandır.

Hana bu hayvanlar duvarın dibine öyle bir şekilde bağlanmışlardır ki başları ve boyunları duvarın üzerine değebilir ve sahipleri yemek yerken orada bekçi gibi dururlar ve sahiplerinin ellerinden ekmek, meyva gibi yiyecek de yerler. Yemek yedikten sonra Türkler bu duvar üzerinde atlarının eyerlerine bağlı olarak taşıdıkları bir kilimi yayarak ve onun üzerine de kaftanlarını koyarak yatak yaparlar, at eyeri yastık vazifesi görür, gün düz giydikleri ve etekleri kürk çevrili uzun giysileri üzerlerine örterler. Bu özel bir sosyal kurumun sağladığı rahatlığı vermez, bu hanlarda hiç mahremiyet yoktur, her şey açıkta halkın önünde yapılır. Ancak gecenin karanlığı bir insanı diğerlerinin bakışlarından korur. Bu çeşit bir kervansaray bende büyük bir tiksinti uyandırdı. Çünkü Türkler bizim alışkanlıklarımıza ve usullerimize bağlı davranışlarımıza büyük bir şaşkınlıkla gözlerini diktiler. Bundan dolayı daha sonra bir bahtsız Hıristiyanın çatısı altında kalacak yer bul maya çalıştım. Fakat onların bu mezbelelik evleri de öyle küçük ki (misafir için) yatak koyacak yer bulmak mümkün olmuyordu. Bundan dolayı çoğu zaman ya bir çadırda veya arabamda uyudum.

Bazı zamanlarda Türk hanında geceledim. Bunlar gayet geniş ayrı yatak odaları olan büyük binalardır. Hıristiyan, Yahudi, fakir veya zengin kim olursa olsun buraya girmekten menedilemez, kapı herkese açıktır. Paşalar ve sancak beyleri de seyahat ettikleri zaman bu Türk hanlarında kalırlar. Buralarda ben daima sanki bir kraliyet sarayındaymış gibi büyük bir konukseverlik gördüm. Bura da herkese yiyecek ikram etmek bir gelenektir. Yemek zamanı geldiği zaman bir hizmetkar masa büyüklüğünde ve ortasında bir kap elli arpa-yulaf çorbası olan bir tepsiyle (siniyle) önümüze gelir. Bu tepsinin çevresinde küçük yuvarlak ekmekler ve bazen bal petekleri de bulunur.(12)

Yapısı ve hizmeti bakımından bu farklı binaların her iki isimle bilindiği anlaşılmaktadır. 1573’te Fransız seyyah Philip pe du Fresne-Canaye ilk kaldığı kervansarayı “atların ve in sanların beraberce kaldıkları bir ahır gibidir. Ancak atlar yerde yerler, onların bulunduğu yerden biraz yüksekçe koridorlar vardır” diyerek tanımlarken Lüleburgaz’daki kervansarayı da “Bu büyük kervansarayın atlar için ahırları, seyyahlar için ayrı odaları vardır” diye tanımlar.(13)

Evliya Çelebi’nin gözlemlerine göre hanla bir kervansarayın büyüklüğü ve hizmeti bakımından benzer olduğu anlaşıl maktadır. Evliya Çelebi Şam yakınlarında Yemen Fatihi Koca Sinan Paşa tarafından 1591’de yaptırılan Kadife hanında çok sayıda “hücreler” (odalar) ve “harem odaları” olduğunu ya zar. Ayrıca Pazarcık’ta Makbul lbrahim Paşa sarayında “ehl-i harem, ayan ve kibar” için 70-80 oda olduğundan söz eder. Her iki handa verilen yemekler hakkında bilgi verir. Kadife hanında yolculara verilen yemeği anlatır: “Her gece cem’i mi safirini ocak başına birer bakır siniyle beşer tas lahm pareli buğday çorbası, adam başına birer nan ve her ocağa birer şem-i reygani ma şamdan hüdamları getirirler. Her gece misafirinin at ve deve ve katırlarına birer yem mukarrerdir.” Aynı benzer yemeğin Pazarcık’ta Makbul lbrahim Paşa kervansarayında da verildiğini yazar.(14)

1675-76 yılında lngiliz seyyah George Wheler şehirlerde gördüğü ve kaldığı bu tip binalara kervansaray veya han denildiğini yazar. Ancak diğerlerine eski moda hanlat der:

“Eski moda hanlar ambar gibidir, odalara ayrılmamıştır, kalacak bölmeler de yoktur. Bu hanlarda sadece duvar çevresi boyunca bir ayak yüksekliğinde bir düzlük vardır. Bunun üzerinde yedi-sekiz ayak genişliğinde bir döşeme vardır., duvarın çevresinden dört veya beş yarda (yaklaşık 4,5 m.) uzaklıkta küçük bacalar yerleştirilmiştir. Bu bacalar arasına handa kalan yolcular atlarını bağlayıp, besledikten sonra ya taklarını sererler. Fakat zamanımızda büyük şehirlerde yapılmış hanlar çok büyüktür.”(15)

17. yüzyılda yaptırılan hanlar genellikle kare planda büyük bir avlu esas alınarak inşa edilmişlerdir. Avlunun ortasında geniş yalaklı bir çeşme ve avluyu çevreleyen kemerler boyunca eşit büyüklükte ve her birinin içinde ocağı bulunan odalar vardır. Kemerlerin üstündeki galeriye açılan odalar sayı ve plan bakımından alt kattaki gibidir. Görgü tanıklarına göre bu gibi hanlarda uzun zaman kalacak olan tacirler günlük 2 veya 3 “aspre” (akça) öderler, ayrıca mallarının konulduğu ambarları ücretle kiralarlardı. Bu tür hanlarda şilte, yastık ve halı da ima bulunurdu.(16) Hanlarda geceleyecek zengin veya fakir her kese bir oda verilirdi. Bununla beraber hiç kimse birden fazla oda kiralayamazdı.

İnceleyin:  Unutmadık ve Unutmayacağız

Bu hanlarda grup halinde yolculuk edenler için ayrı bölmeler vardı. Bu bölmelerde onlar kendi aralarında rahatça kalabilirlerdi. Çok katlı hanlarda üst galerilere diğer hanlarda olduğu gibi küçük odalar açılırdı. Genellikle hanın ortasında bir de mescit vardı.(17) Hıristiyan yolcular ayin ve ibadetlerini kaldıkları hanın bir odasında yapabilirlerdi. 1672 yılında Fransız gözlemci Antoine Galland’ın yazdığına göre Fransız elçisi lstanbul’dan Edirne’ye giderken Çorlu ve “Burgas”dan geçtikten sonra “Eski-Baba” (Babaeski) denilen küçük kasabadaki kervansarayda kalmışlar ve kervansarayın bir odasında aralarında bulunan peder Cani sares’in yönettiği ayinden sonra tekrar yola koyulmuşlardı.(18)

Han veya kervansaraylarda yolcuların temizliği için mutlaka bir hamam olurdu. Bununla beraber şehir içindeki hanların çoğunlukla hamamı yoktu. Burada kalan yolcular için hanın çevresindeki hamamlar hizmet verirdi. George Wheler, bu tür hanların Avrupa’da örnek alınarak uygulanmasını diler ve bu konuda görüşlerini yazar:

“Benim fikrimce bu hanlar yolculara sağladığı kolaylıklar bakımından bizim Hıristiyan ülkelerimizde uygulanmalı. Çünkü bizim oteller, tavernalar ve birahaneler bu sefahat ve ay yaşlık yerleri bizim dinimiz açısından utanç vericidir. Bu gibi yerler kötülüğün, ayyaşlığın ve lüksün limanı olmakla kalmıyor aynı zamanda avare ve tembel insanların barınağı ve hırsızların, soyguncuların sığınağı haline geliyor. Otelleri ve tavernaları işletenler sağladıkları rahatlık için devamlı para sız ırıyorlar. Kısaca insan buralarda ruhen, bedenen yıpranıyor ve saygınlığını kaybediyor. Bu gibi yerleri düzeltmek için bunların işletmesini dürüst ve fakir adamlara vermeli ve buraları sadece tüccarlara, yolculara ve yabancılara açık olmalı. Böylelikle fakir adamlar az ücretle ve çabuklukla iş yapacaklar, kazançlarını evlerine, ailelerine götürecekler, zenginler de seyahatlerini israf yapmadan tamamlayacaklar. Özellikle bu gibi yerlerde şapel ve vaizler olursa ve onlara uygun maaş da verilirse zenginler hayır yapmak ve dini görevlerini yerine getirmek için fırsat bulacaklar.“(19)

Kervansaraylar ve hanlar buralarda kalan tüccarlar ve yolculardan kanunsuz işler yapanların veya bu gibi işlere aracı olanların saptanması bakımından da uygun yerlerdi. Kanuna göre “kervansarayda kalan ipek tüccarlarından simsara vergisini ödemeyenlerin kervansaraydan ayrılmalarına izin verilmemesi ve burada tutulması kervansaraycıya bildirilmişti. “(20) Kervansaraylar, hanlar ve bunlara bağlı imaret, hamam ve dükkanların hayırseverler tarafından yaptırılmasıyla eyaletler de bazı köy ve kasabaların imarı ve iskanı mümkün olmuştur. 1573 yılında yolu üzerindeki Lüleburgaz’a gelen Philippe du Fresne Canaye gözlemlerini anlatırken buranın kuruluşuna dair bilgi verir:

Bu büyük kasaba ağaçsızdı ve bir fersahlık (5 km) yeri de iskan edilmemişti.Mehmed Paşa (Sokollu) bu kasabayı lama men kendi çabasıyla kurdu. Şimdi burada büyük bir kervansaray vardır. Bu kervansarayın allar için ayrı odaları (ahır) var dır. içme sulan pek tatlıdır. Kervansarayın karşısında çok güzel ve büyük bir cami yer alır ve mermer sütunlarla süslüdür. Kervansarayda avlunun ortasında bir çeşme ve ayrıca kadınlar ve erkekler için hamamlar vardır. Avlunun ortasında güzel bir bahçeden birkaç basamak yükseklikle bir koridor “portique” kervansarayın bütün etrafını çevreler. Damın üzeri pek canlı renklerle boyalıdır. En içteki odalara kadar her bir odada musluklarından berrak sular akan çeşmeler vardır. Odalar dar ve küçüktür, genellikle Türk evlerindeki odalar da böyledir. Kervansaray, şifahane, cami, hamamlar ve üzeri kurşunla kaplı dükkanların inşaat giderleri pek büyük ve saygıdeğer Mehmed Paşa tarafından karşılanmıştır. Padişah ve sultanlar bu yoldan geçtikleri zaman bu kervansarayda kalırlar … Kervansarayda yolculara üç gün boyunca yemek verilir ve bu gibi giderler üç yüz kasaba ve köyün gelirleri üzerinden karşılanır.”(21)

Polonyalı Simeon, 1618 yılında Beypazarı’ndan geçerken gözlemlerini anlatır: “Burası eskiden çok daha dar ve tehlikeli bir yer olduğundan halkı yüz, iki yüz kişiyi geçmezmiş. Fakat şimdi Nasır (Nasuh) Paşa yeni hanlar, kervansaraylar yaptırmış ve bunların etrafında köyler kurmuştur.”(22) Osmanlı toplumunda hayır için köprüler, su kemerleri, çeşmeler, temiz ve bakımlı yollarda yaptırılırdı. Ayrıca toplumda zenginlerden başka fakirler de hayır yapabilirlerdi. Michel Baudier, gözlemlerine göre fakirlerin yaptığı hayırları anlatır:

Fakirler, Türk hayırseverliğinden yoksun bırakılmaz. Onlar da yolların, çeşmelerin inşasında, onarımında ücret almadan çalışırlar ve bu suretle sosyal hizmette bulunarak hayır işlemiş olurlar. Bu yapılan hayırlar böylece çok geniş kapsamlı dır. Dinlerinin emrettiği sadaka özenle yerine getirilir. Yoksul ve yalnız bir Türk hastaysa iyileşinceye kadar bakılır. Hastalar tedavi edilir, bağımlılar teselli edilir, mahkümlar serbest bırakılır, ihtiyaç içinde olanların isledikleri gerekli şey verilir. Çünkü inançlarına göre hüküm günü onların peygamberi ha yır yapmayanları korumayacaktır. Halka ait yerlerde katırları üzerindeki kaplarda su getirip, bunu günün sıcaklığında su sayanlara verenler görülür. “23

1621 tarihli isimsiz seyahatnamede yapılan hayırlar arasın da komşuların yardımları anlatılır: “Onlardan biri ihtiyaç içine düşecek olsa komşularından hemen yardım görür”. 1693’te ltalyan seyyah Gemelli Careri’nin gözlemlerine göre her kış okullarda fakir öğrenciler giydirilirdi. Hayırseverler bu giysileri fakir öğrencilere giydirmesi için önceden (camideki) hocaya verirlerdi. Baudier, gizlice yapılan hayırlardan da söz eder: “imamların eline para vererek dile necek kadar yoksul olanlara ve bundan utanç duyanlara bu paraların verilmesini buyururlar. Böylelikle gizlice sadaka vermiş olurlar.”(24)

Konukseverlik

Osmanlı toplumunda konukseverlik için 1621 tarihli isimsiz seyahatnamede şu cümleler okunmaktadır: “Onlar (Türkler) arasında Allah sevgisiyle evlerine yolcuları alanlar da vardır. Evde geceleyen yolculara dostça muamele edilir, ben bunu yaşadım.”25 1678’de Cornelius de Bruyn, bu konuda gözlemlerini anlatır: “Barna Bachi (Bornova) denilen kasabaya vardık. Bir Türk’ün evinde kaldık. Yolculara Türklerin çok büyük konuk severlik göstermeleri onların geleneklerindendir. Onlar canı gönülden isteyerek Hıristiyanları misafir ederler. “(26) Paul Lucas, Türklerin konukseverliliğinin yolculara güven ve rahatlık verdiğini yazar:

Birkaç ormandan (lzmit çevresi) geçtik. Çok sayıda köy gör dük. Bu köylerde bizi çok iyi ağırladılar, yemek verdiler. Yol cuları rahatlatmak ve yedirmek adeti Müslümanların en şerefli adetlerindendir. Bu yolcuya öyle rahatlık ve güven veriyor ki buralarda seyahat edenler çok rahattır. Parası olmayan fa kirler (fakir yolcu) burada sıkıntıları ve yüklerinin azalacağına emin olurlar. (Konuksever) Türkler saf bir hayırsever olarak asla teşekkür beklemez ve karşılığını da istemezler.“(27)

Dobruca’da Türklerin yerleştiği Deli Orman’da yolcular ev sahipleri tarafından davet edilir ve karşılıksız üç gün misafir edilirlerdi. (28)

Tabiat ve Hayvan Sevgisi

Bu devir Osmanlı toplumunda çiçeklere, kuşlara ve diğer hayvanlara gösterilen aşırı sevgi Avrupalı seyyahların ilgisini çeken önemli bir konu olmuştur. Ogier Ghiselin de Busbecq, 1555’te Edirne’den lstanbul’a giderken yolu üzerinde gördüğü çiçekleri ve Türklerin çiçek sevgisini anlatır:

Biz bu bölgeden geçerken her yerde çiçekler gördük. Bunlar Türklerin dedikleri gibi nergis, sümbül ve lalelerdi. Uygun bir mevsim olmayan kış ortasında onları açmış görmek bizleri şaşırttı. Rumeli’de nergis ve sümbül boldur ve onların çoğunun öyle olağanüstü bir kokusu vardır ki bu çeşit güzel kokuya alışık olmayanlarda bir baş ağrısına neden olurlar. Lale, küçük ve kokusuzdur, fakat güzelliği ve çeşitli renklerinden do layı hayran olunur. Türkler çiçekleri çok severler. Hiç savurgan olmadıkları halde güzel bir buket için birkaç “aspres” (akça) ödemekten çekinmezler. Hediye olarak aldığım çiçekler bana pahalıya mal oldu. Çünkü onlara karşılık her defasında birkaç “aspres” ödedim.(29)

Osmanlı belgelerine göre 1594’te lstanbul’daki çiçekçi dük kanlarının sayısı iki yüzü geçmişti.(30) 1672’de Antoine Galland, Meriç Nehri yakınlarındaki Bosnaköy’de ve çevresinde gördüğü kuşların türlerini ve bu kuşların insanlardan hiç çekinmediklerini anlatır:

Burada karabatak, saksağan kuşu, kuzgun ve kumrular ve özellikle leylekler görülür. Bu kuşlar o derece hür ve rahattır ki yuvalarını köyün yolları üzerindeki ağaçlara yaparlar, üzerlerinde iki veya üç kuş yuvası olan ağaçlar vardır. Padişahın bir bahçesinde tamamen karabatak yuvalarıyla dolu bir ağaç vardı. Bu kuşların bu derece hür olmalarının nedeni çocuklar dahil hiç kimse tarafından onlara fenalık edilmemesinden ileri gelir. “(31)

Ogier Ghiselin de Busbecq, lstanbul’daki evcilleşmiş çaylakların şehir temizliğindeki faydalarından ve Sakız Adası’nda beslenen ve terbiye edilen kırlangıçlardan söz eder:

“Türkler genel olarak hayvanlara düşkün olmakla beraber özellikle çaylaklara ilgi gösterirler. Türklere göre çaylakların en büyük işlevi şehirlerin temiz tutulmalarına yarar. Bu çeşit kuşlar bu nedenle her yerde görülür, bunlar silahtan, tuzak tan korkmazlar ve yarı evcildirler. Bir ıslık çalmakla hemen gelirler, havaya attığınız yiyeceği pençeleriyle kaparlar. Bir koyun ‘kestirdiğim zaman bunun barsaklarının dağıtımı için çaylakları çağırmak adetim olmuştu. Çaylakların on, on iki, yirmisi ortaya çıkar ve kısa zamanda sayıları artarak evin üzerini gölge gibi kaplarlar. Bu çaylaklardan bazıları o kadar cüretkar ve arsızdır ki elinde (yemek pişirmek üzere çiğ) et taşıyanların elinden etin bir parçasını kaparak kaçarlar.(32)

Ben böyle durumlarda bir kolonun arkasına saklanarak yayla tuğla parçaları atarak ilk gelen bir iki taneyi kuyruk ve kanatlarından vururdum, birkaç tanesine öldürücü darbe vurup ye re düşürünceye kadar buna devam ederdim. Türkleri kızdırmamak için bahçe kapıları kapalıyken bunu yapmayı göze alabiliyordum. Kuşlardan söz ederken sana aynı zamanda kırlangıçlardan da bahsetmeyi unutmamalıyım. Böylece eğlencelerimin tam bir hikayesini anlatmış olurum ve ben onların davranışlarına nasıl şaşmışsam sen de benimkine şaşarsın. Kırlangıçları Sa kız Adası’ndan getirttim, bunlar bacakları ve gagaları kırmızı olan bir türdü. Zamanla o kadar evcil oldular ki can sıkıcı oldular. Çünkü devamlı olarak bacaklarımdan aşağı sarkıyorlar, kendilerini toza bulamak için benim saten terliklerimi gagalıyorlardı. Bundan dolayı onları bir odaya kapattım. Eğer hizmetkarlarımın bana söyledikleri doğruysa burada birkaç gün içinde fazla beslenmekten öldüler. Pliny (Plinius) kırlangıçlar ve büyük tavşanların hiçbir zaman şişmanlamadıklarını belirtir. Sakız Adası kuşlarla doludur. Kuşlar evlerde sahipleriyle beraber yaşarlar. Her köylü evinde büyük veya küçük sayıda kendi durumuna göre kuş barındırır.

Sabah seher vakti kasabanın çobanı bunların hepsini ıslıkla çağırır, kuşların hepsi evlerden fırlayıp sokakla toplanırlar. Sonra bunlar tıpkı bizde koyunların çobanı izlemesi gibi çobanın arkasından çayıra giderler. Burada bütün gün güneş altında beslenirler. Akşam olunca aynı çobanın ıslığıyla çağırılırlar ve kaldıkları evlere dönerler. Kuşların bu alışkanlıklarını kasabanın sakinleri şöyle açıklarlar: Yavru kuş yumurtadan çıkar çıkmaz onu köylüler göğüslerine, gömleklerinin içine sokarlar ve orada onları bir veya iki gün tutarlar, bu arada kuşları belli zaman aralarıyla dudaklarına götürerek ağızlarında ki çiğnenmiş yiyecekle beslerler. Diğer hayvanların çoğu gibi bu kuşlar da insanlarınkinden daha iyi hafızaya sahiptir ve şükran bilirler. Bu tür muamele onları sahiplerine bağlar ve bunu hiçbir zaman unutmazlar. Bununla beraber kuşlar hiç bir zaman gece dışarıda bırakılmamalıdır. Bu bir iki kere olursa doğadaki durumlarına geri döner, insan beraberliğin den çok hür yaşamı tercih ederler.

Ben imparatora (Alman imparatoru) usta bir kırlangıç terbiyecisi getirmeyi çok isti yorum, böylece o, bize kırlangıç yetiştirme metotlarını öğretir. Ben gerçekten kuş terbiye edilişini görmedim. Fakat bana o kadar güvenilir tanıklar bilgi verdi ki buna kendi gözlerimle görmüş gibi inanabilirim.”(33)

Bu devirde Orta Anadolu’da kuşlara gösterilen ilgi batıda bilinmeyen kuş türlerinin burada çoğalmasına neden olmuştur. Ogier Ghiselin de Busbecq, Ankara dolaylarında bu tür kuşların bir süre çiftliklerde barındırıldığını yazar:

Sanırım bu bölgede Avrupa’da hiç görülmemiş ve bilinme yen çeşitli türden kuşlar keşfettim, bunlar arasında bir ördek türü, posta arabalarında sürücünün çaldığı boynuz şeklindeki borunun sesini aynen çıkarıyordu, bundan dolayı bu tür kuşlara “borazancı kuş” denilebilir. Bu kuş hiçbir korunma vasıtasına sahip olmadığı halde hür, kavgacı ve şamatacıydı. Türkler bunun şeytani ruhları korkuttuğuna inanırlar. Bu hürriyetine düşkün kuş, üç yıl boyunca barındığı çiftlikten fırsatını bulunca nehir yatağındaki eski yuvasına döner. “(34)

Osmanlı toplumunda atlara diğer hayvanlara olduğundan daha çok bakım ve ilgi gösterilirdi. Philippe du Fresne Canaye, Türkiye’de terbiye edilmemiş bir atın görülmediğini yazar:

Atların hepsi bakımlıdır ve çok temiz tutulurlar. Türkler, bir gelenek olarak atların kuyruklarını ve sert kılını, bütün atı veya atın yarısını boyarlar. Atlara bütün gün egzersiz yaptırılır. Atlar bu bakımdan da şahanedir, aynı zamanda çok itaatlidir. Tayları ipten engellerden atlatırlar, böylece bütün alları terbiye ederler. Bundan dolayı sokakta binicisi olsun veya olmasın terbiye edilmemiş bir tek at görülmez ve atlar bir yere bırakıldıklarında sahipleri gelinceye kadar beklerler. “(35)

İnceleyin:  “Osmanlı’da Kitap Altından Değerliydi”

Ogier Ghiselin de Busbecq, gerek lstanbul’da gerek Anadolu’da atların bakımı ve eğitilmesine dair gözlemlerini anlatır:

Benim Suriye, Arap ve Kilikya (Güney Anadolu) ve Orta Anadolu atlarından belli sayıda saf kan atlarım, yük taşımak için develerim ve dönüş seyahatim için gerekli her türlü malzemem var, çünkü ben efendimin buyruklarını yerine getirdiğime ve yola çıkmak üzere Türklerin iznini beklediğime Türklerin inanmasını istiyorum . … Yaz aylarında akşamları atlarımı seyretmekten büyük zevk duyarım. Atların hepsi ahırdan çıkarılarak gecenin meltemiyle serinlemeleri ve daha rahat dinlenmeleri için avluya getirilir. Atlar gelirken başlarını kaldırarak ve yelelerini sallayarak bundan duydukları hoşnutluğu belli ederler…. Onların ön ayakları kösteklenir ve arka ayaklarından biri iple bir kazığa bağlanır.

Hiçbir at Türk atlarından daha evcil değildir. Kolayca kendi efendilerini ve kendilerine bakan seyisi tanırlar, bu atlar eğitilirken onlara gösterilen muamele son derece müşfiktir. Kapadokya’ya seya hatimde Pontus bölgesiyle Bithynia’nın bir kısmından geçerken (ki şimdiki durumundan ötürü ‘Axilus’ (ormansız) diye isimlendirilir), köylülerin taylara gençken gösterdikleri bakımı dikkatle izledim. Onları nasıl evlerinin içine aldıklarını, evde baktıklarını hatta masalarına getirdiklerini, okşayıp sev diklerini gördüm; onları kendi çocuklarıyla bir tuttukları söylenebilir. Atların hepsinin boynunda bir çeşit tasma vardır. Bu tasma üzerinde kötü gözlere karşı ki bundan çok korkulur, sıralar halinde nazarlıklar vardır. Atların bakımıyla sorumlu olan seyisler de aynı derecede bunlara karşı müşfiktir. Her zaman okşayarak severler, çok mecbur olmadıkça kızgınlıklarını sopa veya kırbaçla gidermezler.

Sonuçta bu atlar insana son derece bağlı olur ve insanı ısıran veya tekmeleyen bir ata rastlanmaz. Tanrı adına, bizim metotlarımız ne kadar farklı,Bizim seyislerimiz atlara devamlı bağırmadıkça ve daima kamçılarını kullanmadıkça hiçbir etki yapamayacaklarını sanırlar. Bunun sonucu seyisler ne zaman ahıra girse atlar korkuyla titrer ve onlardan nefret eder. Türkler atlarına sahibinin binmesi için bir kelimelik emirle diz çökmeyi ve yerdeki bas tonu veya kılıcı dişleriyle yerden alıp sırtındaki biniciye vermeyi öğretirler. At bunları öğrendikten sonra burun delikleri üzerine birer gümüş halka takılır, bu onun uygun biçimde eğitildiğinin bir delilidir.

Öyle atlar gördüm ki efendisi üzerinden düştüğü zaman kıpırdamadan hareketsiz bekleyebiliyordu, bazıları seyisin etrafında daire yaparak yürüyor ve onun bir emriyle duruyordu. Bazıları da sahipleri benimle birlikte üst katta yemek yerken aşağıda kulakları dikili dinleyerek duruyor ve sahibinin sesini işittiği zaman kişniyordu. Türk atlarının bir özelliği de boyunları ileri uzatıldığı zaman hareketsiz olmaları ve dar bir hacim içinde dönememeleriydi. Bu gemin yapısından ileri gelir, gem Türkiye’nin her yerinde aynı biçimde yapılır. Bizde olduğu gibi atın ağzına uyması için daha sıkı veya daha gevşek olanları yoktur. Türk atları biz de olduğu gibi ortası açık nalla nallanmazlar, nalın altı ta mamen kapalıdır, böylelikle ayağın sakatlanma olasılığı daha azdır. Bu atlar bizdekilerden oldukça uzun yaşarlar. Bizdeki sekiz yaşındaki bir at kadar kuvvetli yirmi bir yaşında bir al görmek mümkündür. Sarayda bazı atlar hizmetlerinden dolayı hayatlarının geri kalan kısmını sarayın ahırlarında geçirmek üzere bakılırlar. Bunlar arasında elli yıl veya daha fazla yaşayanlar vardır.

Yaz gecelerinde sıcaklığın yoğun olduğu zamanlarda atları dam altında tutmazlar, fakat biraz önce söylediğim gibi gece melteminde dışarı çıkarırlar, bunun için atları bir at örtüsüyle örter, üzerlerine kuru gübre sürerler. Bu amaçla bütün yıl boyunca alın gübrelerini toplar güneşte kuruturlar ve toz haline getirirler. Bundan aynı zamanda atın yatacağı yeri yaparlar. Samanı kullanmazlar. Atı beslerken çok az miktar ot ve orta miktar arpa verirler, bu atları besler fakat şişmanlatmaz. Çünkü Türkler atlarının daha uzun seyahatle re ve her çeşit işe uygun olmalarını tercih ederler. Kışın atlara at örtüleri örtülür, bunlar havaya göre değiştirilir. Bu örtü atın tüylerinin parlaklığını koruduğu gibi atı soğuğa karşı da korur. Çünkü bu hayvanlar soğuğa karşı çok hassastır ve özellikle kötü hava şartlarında üstleri örtülmezse hastalanırlar. “(36)

Osmanlı toplumunda temizlik nedeniyle evcil hayvanlar arasında özellikle köpekler evlere sokulmazdı. Bununla bera ber bu tür hayvanlar bakılırdı. 1690-1691 yılında Fransız seyyah Jean du Mont, bu hayvanları öldürmenin suç kabul edildiğini yazar:

“Onların (Türklerin) hayırları hayvanlara bile geçerlidir. Özellikle köpeklere karşı çok müşfiktirler. Köpekleri gerçek ten sevmemelerine ve evlerinde beslememelerine karşın sokaklar köpeklerle doludur. Bunlar o kadar zayıf ve zavallılar dır ki birisi bunların bir günden fazla yaşayacağını sanmaz. Ekmek ve etle bu köpekleri kapılarının önlerinde beslerler. Türklere göre kedi, köpek ve at gibi eti için beslenmeyen hayvanları öldürmek suçtur … Sekiz gün önce olan bir olayı (bir olayı) hatırlıyorum: Müezzin minareden ezan okudukça havlayan bir köpek vardı. Bu köpeğe çok kızdılar, fakat Allah korkusundan bu köpeği öldürmediler. Epey düşündükten sonra köpeği yakaladılar, Kadı’nın huzuruna çıkardılar. Köpeğin saygısızlığından dolayı bir Hıristiyan veya gavur olacağını ileri sürdüler. Delil son derece açıktı. Bundan dolayı sonunda köpek ölüme mahkum edildi ve hüküm derhal infaz edildi. “(37)

Sokaklardaki köpeklere yoldan geçenler gezici sakatatçılardan aldıkları etleri verirlerdi. 1621’de bir Fransız seyyah, bu na dair gözlemlerini anlatır: “Gençler şehirlerin büyük meydanlarında sakatat ve buna benzer şeyler satarlar. Yoldan geçenler bunlardan bir aspreye (akça) bu gibi yiyecekleri satın alırlar ve daima etraflarında olan bu hayvanlara, kuşlara, köpeklere atarlar.”38

1678’de lstanbul’da kalan Hollandalı seyyah Cornelius de Bruyn, köpeklerin beslenmesi ve bakımı üzerine gözlemleri ni yazar:

… ayrıca belli bir parayı köpeklerin beslenmesi için harcarlar. Her gün köpeklere verilecek et için kasaplara aydan aya veya haftada bir para verirler. Parası olmayanlar da benzer hayır yapabilir, onlar da sadaka olarak verilmiş etleri, ekmekleri köpeklere dağıtırlar, böylelikle saatlerce etrafındaki köpeklere yiyecek dağılanlar görülür. Bu nedenle Türkiye’de mahalleden mahalleye dolaşan, koşan köpekler görülmez. Bu nedenle asla bir karışıklık olmaz. Her mahallenin kendi köpekleri vardır. Başka mahalleye ait bir köpek oradan geçmek islerse mahallenin köpekleri tarafından boğulma riskini almış olur. Mahallenin köpekleri mahalleye hiçbir yabancıyı sokmazlar. Oradan geçenleri ancak belli bir köpek o mahal lenin köpeklerine karşı korur.

Türkiye’nin çeşitli şehirlerin de bulundum, seyahatlerimde yanımdaki bir cins köpek beni aynı şekilde (mahalle köpeklerine karşı) korurdu. Galata’dan Pera’ya gidip gelirken gördüğüm bir şey dikkatimi çekmişti: (sokakta) bir köpeğin yavrularının etrafı küçük taşlardan yapılmış alçak bir duvarla çevrilmişti. Böylelikle yoldan geçenlerin bu köpek yavrularını bilmeyerek bir ihtimal ezmeleri önlenmişti. Bazıları da bu köpek yavrularını her gün buraya gelerek besliyorlardı. Ayrıca bu yavruların yağmurdan korunması için bir de yağmur örtüsü yapmışlardı. Bununla beraber köpekler Türkler tarafından pis hayvanlar olarak kabul edilir. Köpek onlara kazara sürünürse yıkanmak zorunlu olur. Bu nedenle hayvanların en sadığı olan köpekler bu memlekette sokakla yatarlar. Türkler köpekleri okşarlar, severler fakat ancak dükkanlarının önündeki üstü kapalı geçitte saçak altında barındırırlar. Venedik’te ve bazı diğer yerlerde de bu adet vardır. “(39)

Hayvanlara eziyet edilmesinin sözkonusu olamayacağı bu ortamda pek ender de olsa buna ters düşen bazı olaylar görülebiliyordu. Bu gibi olayları önlemek için suçluya gereken ceza verilirdi. 1705 yılında Fransız seyyah Paul Lucas tanık olduğu böyle bir olayı anlatır: “Padişah tanınmaksızın (tebdil-i kıyafet) şehirde dolaşmaya çıkmıştı. Odun yüklü atların geçliği mahallede durarak, merakla seyretti. Bu odun yüklü atların biraz sonra tekrar geçtiklerini gördü … Atların hali acınacak durumdaydı. Atları yükle yen ve onlara binmeye kalkışan adamlar haksızlık ve adalet sizlik yapıyorlardı. Zavallı atlar yükleriyle beraber bir de adamları taşıyacak halde değillerdi. Bunu gören padişah he men bir emir çıkarttı: Buna göre yük taşıyan ata binmeye kal kışanlara falaka dayağı cezası verilecekti.”40

GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET – Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve İnsanları (1530-1699) ,syf.343-364

Dipnotlar:

1 M. Baudier, Hisloire Generale de la Religion des Turcs, Paris 1625, s. 119; Anonim (1621), Voyage de Levanı, Paris, 1632, s. 264.

2 E. Düzdağ, Ebussuud Efendi Fetvaları, lstanbul, 1983, s. 63 ve 179; Neşri, Kitab-ı Cihannuma, (haz. F.R. Unat-M.A. Köymen), Ankara, 1957, s. 681, 713.

3 Sandys, travailes, s. 44.

4  155l’de Nicolas de Nicolay, bunların şehir ve köylerde, inek, öküz, kurt, ayı ve geyik gibi terbiye ettikleri hayvanlarla yaşayan münzeviler olduğunu söyler. Ancak onların şehirlerin ortasında yaşayıp, kendilerini dünya hayatını terketmiş gibi göstermelerini de ikiyüzlülük olarak nitelendirir. Bunlar aç kaldıkları zaman yalnızlık içinde yaşadıkları yerden çıkarak yanlarındaki hayvanla bera ber dolaşır, halktan gerekli şeyleri isterlerdi. Bunların sayısı Edirne’de daha çoktu (N.de Nıkolai, Delle Navigationi, Venetia, 1580, s. 113).

5 O.G. Busbecq(I554-1562) The Turkish Letters, Londra, 1968, s. 99-100.

6 Nicolas di Nicolai, Delk Navigationi. .. , s. 109; 1653 tarihinde ölen Elekçi Dede Silivrikapı’da iyi bilinen ermiş bir “torlak”tı. (Eremya Çelebi Kömürcüyan, Istanbul, lstanbul, 1952).

7 Latifi, Evsaf-ı lstanbul, lstanbul, 1977, s. 36.

8 T.S. Cantacasin (1502), Petit Traicte de l’Origine des Turcqz, Paris, 1696, s. 63.

9 Gemelli Careri (1693), A Voyage Round the World, Londra, 1732, s. 59.

10 G. Grelot, Relation Nouvelle d’un Voyage de Constanlinople, Paris, 1680, s. 293. Hastaların tedavi edildiği şifahanelerde ayrıca dışardan başvuranlara ücretsiz ilaç verillirdi. 1615 yılında seyyah Polonyalı Simeon, Kahire’de Yeşil Mescid denilen caminin yanındaki şifahanede hastaların yattığını ve başvuranlara ücretsiz ilaç verildiğini yazar.

11 P. Simeon, Polonyalı Simeon’un Seyahatnamesi, (çev. H. Andreasyan), s. 111.

12 O.G. Busbecq, The Turkish Letters, s. 16-18.

13 Ph. Du F Canaye, Le Voyage du Levant, s. 23, 48; Bu, Mehmed Paşa kervansarayıdır ve Mimar Sinan’ın eseridir. (Tezkiret’ül Ebniye (çev. R.M. Meriç), Anka ra, 1965, s. 116.

14 Zeynep Nayır, Osmanlı Mimarlıgında Sultan Ahmed Külliyesi ve Sonrası (1609-1690), l.T.Ü. Mimarlık Fakültesi, lstanbul, 1975, s. 199-203.

15 G. Wheler, Ajourney into Greece, Londra, 1682, s. 192.

16 Thevenoı (1656), Relation d’un Voyage fail au Levant, Paris, 1665, s. 48.

17 G. Wheler, Ajourney into Greece, s. 192.

18 A. Galland, Istanbul’a Ait Ganlük Hatıralar, 1, (çev. N.S. Örik), Ankara, 1973, s. 87.

19 G. Wheler, A joumey inlo Greece, s. 193.

20 Kanunname-i Sultan, (haz. R. Anhegger-H. inalcık), Ankara, 1956, s. 43.

21 Ph. du Fresne Canaye (1573), Le Voyage du Levanı, Paris, 1897, s. 48.

22 P. Simeon, Polonyalı Simeon’un Seyahatnamesi, (çev. H. Andreasyan), s. 163.

23 M. Baudier, Histoire Generale de la Relagion des Turcs, Paris, 1625, s. 120-121.

24 M. Baudier, Histoire Generale de la Relagion des Turcs, s. 121.

25 Anonim (1621 ), Volage de Levanı, Paris, 1632, s. 264. 3

26 C. de Bruyn, Voyagr au Levant, Paris, 1714.

27 P Lucas, Voyage du Sieur Paul Lucas, Paris, 1712, s. 73.

28 Demetrius Cantemir, The history of the Growth and Decay of the Ottoman Empire, Londra, 1734, s. 212; Dobruca’da Türk nüfus 1263’de yerleşmişti. (Hammer, Osmanlı Ta rihi, lstanbul, 1966, 1, s. 12).

29 O.G. Busbecq, The Turkish Letters, s. 24-25.

30 Ahmed Refik, Hicri On birinci Asırda lstanbul Hayatı, lstanbul, 1931, s. 18.

s31 A. Galland (1672), lsıanbul’a Ait Gunlük Hatıralar (çev. N.S. Orik), 1, s. 90-91.

32 “Kırmızı giyme çaylak kapar” deyimi bu zamanlardan kalmış olmalıdır.

33 O. G. Busbecq, The Turkish Letters, s. 102-104.

34 O.G. Busbecq, The Turkish Letters, s. 47.

35 Ph. du Fresne Canaye (1573), Le Voyage du Levanı, s. 57.

36 O. G. Busbecq, The Turhish Letters, s. 105-108.

37 J. du Monı, A New Voyage to the Levanı, Londra, 1696, s. 256.

38 Anonim (1621), Vo iage de Levanı, s. 265.

39 C. de Bruyn, Voyage au Levant, Paris, 1714, s. 112-113.

40 P. Lucas, Voyages du Sieur Paul Lucas, Paris, 1712, s. 48.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir