Bir Kıssa
Eyüb el-Tâlakanî Hazretlerinin “Dostlarımdan biri anlatmış ti.” diyerek naklettiği bir kıssa;
Mercü’d-dibac denilen yerde azıksız ve arkadaşı/ birine rasladım. Selâm verdim ve nereye gittiğini sordum.
Bilmem: dedi. Ben;
“Bir yere gitmek isteyip de nereye gittiğini bilmeyen kimse olur mu?” dedim.
“İşte o kimse benim!” dedi,
“Niyetin nereyedir?” dedim.
“Mekke’ye!” dedi.
“Öyleyse, neden nereye gittiğini sorunca bilmem diyorsun?” dedim.
“Evet, ben çok kere Mekke’ye gitmeyi dilediğim hâlde beni Tarsus’a, Tarsus’a gitmek istediğimde Abadan’a götürdü. Gerçi niyetim Mekke’ye gitmek ise de fakat bilmem ki, beni nereye gönderecek?” diye cevap verdi.
Nasıl geçindiğini sordum. Yine;
“Bilmem!” dedi.
“Canım geçinme sebebin nedir?” dedim.
“Dilediği şeydir. Bir kere aç bırakırsa, bir kere doyurur. Bir kere ikram ederse, ikinci defa vermez. Bir kere bana ‘Yeryüzünde senden ziyade zâhid yoktur’, bir kere de ‘Sen hırsızsın’ der. Bir defa beni rahat döşekte uyutarak dinlendirir, başka defa beni sokaklara atarak serseriler arasında acılar içinde bırakır!” dedi.
“Bunları sana yapan kimdir?” dedim.
“Cihanı yaratandır!” dedi.
Şaşkınlığım arttı ve dedim ki:
“Bu dediklerin nasıl oldu? Lütfen anlat!”
Anlattı:
“Ben bir garibim. Gündüz yürür, akşam olduğu yerde yatarım. Bazen bir köy kenarında kalmam icap eder. Köylüler beni hırsız sanıp evlerine almazlar. Köyün mescidine sığınırım, hemen bir adam gelip bana sertçe mescitten çıkmamı emreder
Çıkmaya mecbur kalır, gösterdiği işaret üzerine köyün dışına çıkarak mezarların yanlarında yatmak zorunda kalırım. Sabaheyın kalkıp yine yüzümün yönüne doğru yürüyerek başka beldeye geldiğimde ahalisi bana hüsn-ü zan edip nur görmüş Hızır bulmuşçasına her biri evinde gecelememi rica etmeye başlar. Yatsıyı kıldıktan sonra onlardan birinin dileğine uyup evine giderim, türlü ikramlar ve saygılar görürüm.”
Bu anlattıklarından onun arif bir kişi olduğunu anlayıp; “Azizim, her ne zaman size Bağdat’a gelmek nasip olursa, İl fen bizim eve uğrayın, şeref verin! deyip söz alarak ayrıldım
Aradan bir zaman geçmişti. Bir gün evin kapısı çalındı. Açtığımda bu zatı gördüm. Selâmını alıp kendisinde Cenab-ı Hakk’ı nasıl tecelli etmiş ve başına neler gelmiş olduğunu sordum.
“Rabbimin en son tecellisi beni hırsız göstermek ve ceza olarak şiddetlice dövdürtmektir. İşte izlerine bak!” deyip sırtım açtı, birçok morluklar gösterdi. Nasıl olduğunu sordum.
Şöyle anlattı:
“Abyar’a vardığımda bir bahçenin ağaçları altında oturmuştum. Çok aç olduğumdan orada evvelce suya atılmış olan kötü hıyarları yemeye başladım. Bostancı gelerek beni hıyar yerken görmesiyle üzerime saldırdı. Meğer daha önce bostana bir hırsız gelmiş çok hıyar çalmış. Beni o hırsız zannederek;
Sen hırsızsın bostanımı harap ettin. Seni epeydir gözlüyordum, şimdi elime geçirdim/ deyip güzelce dövdü.
Bu sırada bir atlı ortaya çıktı;
Böyle arif zâhid bir kişiyi ne diye dövüyorsun?’ diyerek o da bostancıyı dövmeye başladı.
Ne tuhaf! Bir dakika evvel yanında hırsız olduğum halde bir dakika sonra zâhid ve arif oldum.
Sonra bostancı elimden tutup özürler dileyerek hakkımda göstermediği ikram, ihtiram ve mürüvvet bırakmadı. Oradan çıkıp doğruca buraya geldim!” dedi.
İşte bu hikâyeden de anlaşıldığına göre akıllı ve irfanlı olan kimse, her sabah kalktığı vakitte, her işte başarılı olabilmek için Cenab-ı Hakk’ın kalbine nasıl tecelli göstereceğine bakmalıdır.
Ebu Medyen Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Sâlik olan Cenab-ı Hakk’a tefviz-i umûr ve teslim-i irade ederek sabahlarıdır ki, Cenab-ı Hak ona mağfiret ve rahmet nazarıyla baksın.
Bazı büyükler şöyle demişlerdir: “Nefsine ulaşan Hakk’a, Hakk’a ulaşan nefsine ulaşmaz.”
İşte bu makamın ehli olan müridin duası şu olmalıdır:
“Yarabbi, ben nefsim için fayda ve zarara, ölüm ve hayata, yeniden dirilmeye muktedir olmadığım halde sabahladım. Benim senin verdiğin şeyden başkasını almaya da, beni koruduğun şeylerin başkasından korunmaya da gücüm yok. Yarabbi, beni taat ve kulluğunda bulundur, razı olduğun söz ve amellere muvaffak et. Sen fazl-ı azîm sahibisin.”
Ataullah İskenderi – Hikemi Ataiyye Şerhi
Şerh:Seyyid Hafız Ahmed Mahir