Modern Dünyada Aile
Aile kendisi hakkında çok şey söylenecek hususiyete sahip bir sosyal dünyadır. Ama ailenin ilk defa mahiyet itibariyle tartışma ve eleştirinin konusu olmaya başlaması Rönesans sonrası tarihe dayanır. Zira bu dönemden aile itibaren ilk defa dinin konusu ve ilgi alanı olmaktan çıkartılarak modern devletle beraber siyasetin konusu yapılmış, siyasetin kendi “nesnesi” olarak üzerinde konuştuğu bir “yapı/kurum” haline getirilmiştir. Modern devlet birçok şeyde olduğu gibi onu da sözüm ona kendi koruyucu kanatları, açıkçası hegemonyası altına alarak kontrol etmeye başlıyor.
Sosyolojinin ajanlık yaptığı büyük yardımla muhtemelen tarihte ilk defa aile siyasetin nesnesi olmak üzere bilim ve modern devlet tarafından “toplum” denen yeni icat içindeki sosyal bir kuruma indirgenerek tanımlanıyor. Yine tarihte ilk defa aile bu dönemde planlanabilecek bir “şey” olarak görülmeye başlıyor; çekirdek aile modeli bu tasavvurun bir ürünü olarak ortaya çıkıyor.
Çekirdek aile bu nedenle sadece aile fertlerinin sayısı bağlamında tanımlanamaz bir model hususiyeti taşır. Sosyal ilişkileri cihetinden ele aldığımızda çekirdek aile özel bir dünya olarak kendini topluma karşı kapalı tutar; bu onun yapısal hususiyetini teşkil eder. Kendini kamusal alanda sürekli görünür kılar, bu haliyle aşırı şeffaf sayılır. Fakat sosyal ilişkileri, duygusal bağları cihetinden aynı zamanda kendi içine kapalı bir dünyayı temsil eder.
Her ideoloji gibi sosyoloji de; başlangıcından itibaren İslâm’a göre bir meşruiyeti olmayan, bugün ise açıklama hususiyetini varsa bile yitirmiş bir kategori olarak aileyi “ataerkil” şeklinde tanımlamıştır. Hatta artık açıklayıcı işlevini kaybetmiş olsa bile günümüzün liberal demokratik zihniyeti bireyin özgürlüğü bağlamında bu ataer- killiğe karşı çıkarak sorun çözücü bir siyasal araç olarak kullansa da Müslümanların buna şaşmaması gerekiyor. Zira Müslümanlar yaşananlardan ders çıkartacak kadar yeterli bir tecrübeye artık sahip durumdadırlar.
Bugün “Tanrının ölümü nün ya da “ataerkil ailenin” dağılmasının insanı daha özgür ve bağımsız hale getirmediğini yaşanan uzun ve yoğun bir tecrübenin neticesinde öğrenmiş bulunuyoruz. Yine biliyoruz ki, dinin hayattan çekilişi insanı bilim uzmanlarının parçalanmış dünyasında yaşamaya mahkum ederken aynı zamanda aileyi de iki asırdan beri “şifa” bulmak üzere yeni tüketim nesnelerinin tecrübe alanı haline getirdi. Bu dünyanın içindeki Müslümanlar şimdi hakkında fazla tefekkür etmedikleri ve bilgiye sahip olmadıkları bir “kişilik geliştirme ibadetinin” mahpusu haline geldiklerini bu nedenle görmekte ne yazık ki zorlanıyorlar. Bizim için Dr. Spock’un çocuk ve aileyle alakalı verdiği uzmanlık bilgisinin ışığında şekillenen aile ve yetişen çocuklar hakkında artık konuşmak ve bu hususta yine yeteri kadar tecrübe kazanılmış haldedir.
Bunun yanında Freudcu aile paradigmasını aynı bağlam içinde söz konusu etmemiz lazım. 19. asrın ikinci yarısından itibaren bilim adına genel kabul gören bu paradigma fertlerin birbirine karşı sorumlu olduğu aile anlayışını berhava eden varsayımlarıyla yeni bir zihniyet dünyası inşa etti. “Oedipus kompleksi’ni temel alan bu anlayış en başta baba otoritesine karşı açılmış bir mücadeleyi ifade ediyor. Buna göre erkek çocuğun babayı kendine rakip gördüğü bu hastalıklı paradigma, ebeveynin sorumluluğunu esas alan bir aile telakkisinin gelişim ve meşruiyetini ortadan kaldırdı.
Modern toplumun bireyci kültürüyle birleşen bu anlayış, ailede her biri kendisi için ayrı bir gelecek, bir başına buyrukluk talep eden ve bu yüzden de en başta itaati reddeden fertlerin yetişmesine sebep olmakta. Bu zihniyet aynı zamanda kuşak çatışması gibi bugün Müslümanlara gayet tabii gelen yeni bir icat ortaya çıkardı. İslâm’a göre asla sahici temelleri olmayan bu kabul, bizi her defasında yeni sorunlarla karşı karşıya bırakan bir felaketi temsil etmektedir.
Ne var ki, artık bugün 20. asırdan kalma açıklama modellerinden olan, ailenin iktisadi ilişkilerin bir hâsılası ya da tarihsel bir kategori sayıldığı bir dönemin çoktan sonuna geldiğimizi ama bunu anlamakta zorlananların bu modelleri daha açıklayıcı bulmalarını hoş karşılayabiliriz. Hatta aileyi ataerkillikle özdeşleştiren ‘aydınlanmış” tesettürlü “baş”ların geç kalmış bir modernliğin emansi- pasyoncu naralarıyla kendilerini erkekle karşıtlık içinde konumlandırarak, Fransız Devrimi’nin meşruiyetini çoktan yitirmiş “eşitlikçi” ideolojisiyle aileyi yargılamalarını da hoş görmek mümkün. Bütün bunlar hoş görülebilir; Ama felsefi kabulleri, işleyişine temel sidiği mantık farklıolan yeni bir asırda yaşadığımızı, bu asrın getirdiği yeni tehditlerle yeni imkânları görmek ve anlamak istemeyen Müslümanları hoş görmek kabul etmek lazım ki fazla sabır gerektiriyor.
…..
Modern zamanlardan itibaren aile anti-sosyal bir yapı şeklinde resmedilmeye başlıyor. Dinin öngördüğü insan modeli olan mümin/müminenin aksine yeni bir insan modeli olarak ortaya çıkan “birey”in özgürlüğünü yapısal olarak kısıtladığı varsayımından hareketle, aile yoğun eleştirinin konusu yapılmıştır. Bu çizginin devamı olarak daha sonraları feminist fikirlerin bilhassa 20. asırda kuvvet kazanması ve eşitlikçi ideolojinin zihinler üzerinde egemenlik kurması aileye yönelik eleştirilere süreklilik kazandırdı.
Dünya genelinde hüküm süren bu kültürel/ideolojik etkileşimden tabii olarak Müslümanlar da paylarını almaktadır. Bugün modern eğitim süreçlerinden geçen Müslüman kesimin aileyi hedef alan bu temele dayalı eleştirilerinde giderek artan bir yaygınlık gözlenmektedir.
Bilhassa kadının evdeki “geleneksel rolü” iyileştirme adına eleştiri konusu yapılırken, çok farkında olmadan modern aile/kadın telakkisi de aynı zamanda İslâmîleştirilmeye çalışılıyor. Ancak ister aile isterse kadın ve erkeğin rolleriyle alakalı öne sürülen fikirler berrak olmadığı gibi, feminizmle olan benzerlikleri de dikkat çekicidir. Kadın adına yapılan eleştiriler daha çok kadının baskı altında tutulduğu yer olarak görülmeye başlanan ailenin kendisine yönelik olmaktadır. Batıda gördüğümüz gibi bu “aileden kaçışı” beraberinde getirmekte, neticede “birlikte yaşamayı” teşvik etmektedir.
Modern kültürün ve modern kamusallığın aileyi aşındıran ve mahremiyeti çürüten mantığına rağmen aile her zaman insanın fakat bilhassa Müslümanların hususen günümüzde sığınacakları bir yer olarak görülmesi gerekiyor. Çünkü aile yapısal olarak her türlü anlamda insan için güvenlik üreten ve güvenlik sağlayan bir “dünya” olma hususiyetine sahiptir.
Müslüman ailenin cereyan eden değişimlerden dolayı gelecekte nasıl bir şekil alacağı bugün bizi her zamankinden daha fazla ilgilendiriyor. Zira kaygılandırıcı sebepler günümüzde giderek artmaktadır. Hatta denebilir ki biz bugün bir cihetten ailenin “ölümü”ne şahitlik yapmaktayız. Karşı karşıya olduğumuz, küresel boyutlu hususiyet taşıyan bu meseleyi kabul edelim ki sosyolojinin/psikolojinin kavram ve kalıpları içinde anlamaya ve açıklamaya çalışmamız mümkün değil.
Şurası bir gerçek ki modern bilim/bilgi olduğu kadar bunların kavram ve kalıpları da Müslümanların ve onların sorunlarına yeteri kadar nüfuz etme kapasitesine sahip değillerdir. Farklı bir paradigmaya aidiyetin getirdiği yetersizlikten dolayı bu bilginin aracılığıyla kendi sorunlarını anlamaya çalışan Müslüman zihnini de bu bilgi biçimi yanlışa yönlendirmektedir. Ne şekilde ve nasıl bir model olursa olsun, aileyle alakalı tahlil ve değerlendirmeler dinden/İslâm’dan bağımsız şekilde ele alınamaz ve değerlendirilemez. Ailenin köken itibariyle “dine ait” olması bunun en büyük sebebidir; bu yüzden o siyasetin değil dinin dünyasına aittir ve bu hu- susiyetiyle yeryüzüne gönderilmiştir.
Ancak Müslümanların bugün büyük bir dönüşüm yaşamakta oldukları elbette ki görmezlikten gelinemez. Bu süreçler her şeyi kendi hâkim mantığına göre değiştiriyor; kendine göre şekillendirip her şeye bir yön, bir amaç ve bir anlam yüklemektedir. Altüst edici bu değişimden geçenlerden biri günümüzde Müslüman’ın zihniyet dünyasıysa, diğeri de hiç şüphe yok ki ailenin kendisidir. Eğer cereyan eden ve yaşanan her sosyal değişim tarafsız, yani değerden bağımsız nötr bir süreç olsaydı endişe etmeye gerek olmadığım, bu akışı kabullenmemiz gerektiğim söyler, Müslümanların da böylece çok rahatlayacağından emin olabilirdik. Oysa karşı karşıya bulunduğumuz meselenin bu kadar basit olduğunu söyleyemeyiz.
Kabul edelim ki, hiçbir sosyal değişim evvela tarafsız olmak gibi bir imkân ve hususiyete sahip değildir. İnsanın içinde yer aldığı her sosyal değişim kendinde içkin bir amaç ve anlam taşır. Meseleyi bu şekilde ele aldığımızda bizim de içinde yaşayarak tecrübe ettiğimiz değişimi tahlil etmek zorunluluğuyla yüz yüze geliriz. Hatta bazen bu süreçlerin değiştirmeye çalıştıklarının değişmemesi için muhalefet etmek ve kendi değişmez sabitelerimizi muhafaza etmek ve savunmak gibi bir mecburiyetle de karşı karşıya kalmak söz konusudur.
Muhtemelen bugün bu tür bir değişim ve buna karşı yapılacak bir muhalefet süreci içinde bulunduğumuzu söyleyebilirsiniz. Elbette ki bunun bir kader olduğu söylenemez fakat Müslüman’ın “akletme” kabiliyeti zayıfladığında bunun kader olması da kaçınılmazdır. İnsanın gerçek sosyal dünyası olan aile muhalefet etmemiz gereken bu değişim türünün getirdiği tehditlerle karşı karşıya bulunuyor.
Onu nasıl muhafaza edeceğimiz bugün bizi her şeyden çok ilgilendiren bir meseledir. Böyle durumların yaşandığı zamanlarda artık aileyi kadın ve erkek üzerinden konuşamayız ve konuşulmaması gerekir. Tersine kadın ve erkeği aile üzerinden, aile içinde üstlenmiş oldukları rolleriyle beraber konuşmamız daha ufuk açıcı olacaktır. Bu kadın ve erkeğe ilişkin her türlü meselede ailenin eksen alınması ve bu şekilde çözüme çalışılması demektir. Unutmamak lazım ki, aile bir cihetten kadın ve erkeği aşan bir anlamın ve rahmetin dünyasıdır.
Aileyle alakalı yeni sıkıntıların kökeninde, harici sebepler yanında Müslüman kadın ve erkeğin artık dönüşen zihniyet yapısı önemli bir role sahiptir. Bugün Müslüman erkek evin geçimini bahane ederek kapitalizme, Müslüman kadın da haksızlığa uğradığını bahane ederek feminizme ve bunların yürürlüğe soktuğu değerlere zihniyet ve amel olarak tedricen teslim olmaktadır. Kapitalizm İslâm’ın ısrarla vurgu yaptığı helal rızık anlayışına, feminizm de kadının cinsiyet bağımlı evdeki rolüne meydan okuyor. Unutmamak gerekir ki evde sarf edilen emek endüstriyel toplumun değer verdiği bir meta üretimini içermez.
Bu haliyle kapitalizm feminist söylemi destekler; bu ev kadınlığının ve çocuk büyütmenin hor görüldüğü bir iktisadi ilişkiler dünyası demektir. Bu mekânda harcanan ve kadın emeğine dayanan her türlü faaliyet; ev işlerinden çocuk eğitimine ve mahremiyet ilişkilerine kadar her şeyin hor görülmesi demektir. Ailenin mahremiyet üzerine kurulu dünyası ve ilişkileri böyle bir tutum karşısında evde bulunan kadının bu mekândaki varlığını anlamsız ve değersiz hale getirmeye çalışır. Günümüzün Müslüman kadınları için endüstriyel ilişkilerin meta üreten dünyasında tesettürüyle yer almak arzusunu kışkırtan daha çok modern eğitim olmaktadır.
Bu eğitim süreçlerinden geçen genç kızların kamusallık talebi, önlerine konan her türlü engeli aşma kararlılıkları düşünüldüğünde daha iyi anlaşılabilmektedir. Ne var ki, bu kuvvetli ve oldukça sabırsız talep genç kuşağın katılmak istediği modern kamusallığın nasıl bir dünya olduğunu aynı zamanda tahlil etmelerine de engel olmaktadır. Kamusal alana tesettürlü Müslüman kadının duyduğu kışkırtıcı talep göz önüne alındığında bunun iki eğilime işaret ettiğini söyleyebiliriz.
Bunlardan biri ve muhtemelen en önemlisi Müslümanların özel hayatlarına nasıl bir anlam verecekleri hakkında daha bir karara varamamış olmalarıdır. Diğeri de daha iyi ve rahat bir hayat sürme adına sınıf değiştirme isteğiyle yüklü olduklarına işaret etmesidir. Unutmamak lazım ki sınıf değiştirmenin ailede sebep olduğu dönüşümler kadın ve erkek olarak Müslümanları da yeni sorunlarla karşı karşıya getirmektedir. Hatta ailenin yaşadığı sorunların kısmen de olsa sınıf değiştirmenin getirdiği çözülmeyle alakalı olduğunu belirtmemiz lazım.
Kamusal alanın düzenleniş biçimi neredeyse her zaman ve her kültürde modern zamanlara kadar özel alandan bağımsız düşünülmemiştir. Kemalist modernleşmeye tesettürüyle renk katmak isteyen Müslüman kadının unutmaması gerekir ki modern aile ve kamusal alan endüstri devrimiyle beraber birbirlerinden iki ayrı dünya olarak kesin sınırlarla ayrıştırılmıştır. Ancak aileyi koruma adına yapılan bu ayırıma rağmen mahremiyet ya da özel alan tabiatı gereği kendi “dil”i içinde kamusal ve siyasal olan ile özel bir ilişki taşır. Kendinin onlardan soyutlanarak düşünülemeyeceğini ve onlarsız var olamayacağını bilir. Bu şu demektir; Her ne sebeple olursa olsun mahremiyet, kamusallık ve siyasallık birbirlerinden ayrıştırılarak kavramsallaştırılamazlar.
Müslüman kadının bu ayrıştırılmış dünyada yer almaya çalışması, tesettürünün “zaferi” değil, sekülerleştirilmesidir. Çünkü tarihsel tecrübe içinde gördüğümüz gibi aile emek düzeyinde önce üretici sonra da tüketici olarak kamusal alan tarafından içi boşaltılmaktadır. Kamusal alanın insan emeğini sadece kendi üretim dünyasında harcamayı meşrulaştırması, kadın ve erkeğin katılımıyla beraber ailede “anne ve baba boşluğu” gibi yeni ve ciddi bir sorun ortaya çıkarmaktadır.,
Abdurrahman Arslan – Sabra Davet Eden Hakikat,syf:327-330;336-341