Hint Kur’ancılığından sonra Türk Kur’ancılığı
Öyle anlaşılıyor ki, hadis düşmanı kitaplar belli bir çevreden kasıtlı olarak piyasaya sürülüyor. Yukarıda bahis konusu ettiğimiz “Kur’an’daki Din” adlı uyduruk bir kitaptan sonra elimize “Allah’a Öğretilen Din” adlı kepaze bir kitap geçti. Kepaze diyorum, çünkü ilim adına en ufak bir kırıntı bile yok kitapta! (Ha! Hakkını yemeyelim, tek iyi tarafı -Kur’an’daki Din dandik kaynak verirken- hadislerin kaynaklarını adam gibi vermesidir)
Hatta bu kitap “Kur’an’daki Din” kitabının geliştirilmiş hali! Belli ki, aynı çevre bu imalatı yapıyor! Kepazeliği bunda değil tabii! Kepazeliği şurada: Kitap çok açık bir şekilde hadislerin dinde delil olamayacağını söylüyor ve tek kaynak Kur’an diyor! Desin demesine de, insan bunu temellendirirken biraz İlmî kaygı (namus mu demeliyim) duyar! Kitap bir dünya hadisi alt alta koymuş ve çelişik olduklarını söyleyivermiş!
Evet, yapılan sadece bu! Falan hadis filan hadisle çelişmiş! İşte bunlar da en güvenilir kaynaklarda geçiyormuş! Hadîsler hakkında en ufak bir bilgi kırıntısı yok! En ufak bir araştırma yok! Tabu hadisleri umursayan araştırma yapar! Demek ki ve açık ki, hadisler bu çevrenin umurunda değil! Evet, böyle bir kitaptan bazı hususlara değineceğim maalesef! Üzüntüm bu çevreyi muhatap almak zorunda kalışım! Beni buna mecbur edenler içinde yakın dostlar da var elbette! Ama önemli değil! Üzüntüm böyle ama kaygım genç Müslüman nesiller! Bu iş, zehrin vücuttan dışarı atılması adına bir nebze sayılacaksa ondan da bahtiyarlık duyarım.
Sadece şu vereceğim örneklere bakılsa kitabın ne mal olduğu anlaşılır! Ancak aşağıda biraz daha detaya gireceğim.
Meşhurdur, hadislerde Hz. Peygamber’e “en hayırlı amelin hangisi olduğu” sorulur, o da farklı farklı cevap verir. Mesela, bir keresinde Resulullah “Allah yolunda cihada denk bir amel bulamasını” buyurdu.(Buhari,Cihad,1)
Diğer kez aynı soru sorulduğunda “Allah ve Resulüne inanmak, sonra Allah yolunda cihad, sonra da kabul olunmuş hac” şeklinde cevap verdi.(Buhari,İman 18;Hac,4)
Başka bir kez “Vaktinde kılınan namaz, sonra ana-babaya iyilik, sonra da Allah yolunda cihat” buyurdu.(Buhari,Mevakıt,5)
Yine “tanıdık tanımadık herkese yemek yedirmen ve selam vermendir” buyurdu.(Buhari,İman,6-20)
Yine “kıyamı uzun olan” buyurdu.(Ebu Davud,Salat,313) Son olarak “Allah yolunda bir gün nöbet tutmak dünyadan ve dünya üzerindeki her şeyden daha hayırlıdır.”(Buhari,Cihad,6,73)
Ayrıca yetimle ilgili bir hadis de “Bir yetime yemek yediren kesin olarak cennetlik midir?” denilerek Kur’an’a aykırı görülmüştür. Hadîs şu: İbn Abbâs (r.a.)’den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Her kim Müslümanlar arasında bir yetimi tutar götürür yiyecek ve içeceğine onu ortak ederse Allah onu mutlaka Cennete koyacaktır. Ancak affedilmeyecek bir günah (şirk) işlenmiş ise o başka.”( Tirmizî, Birr, 14; Ebû Dâvûd, Edeb, 121.
Üstelik bu hadis şu ayete aykırı görülmüştür: “İnsanlar, denenip sınavdan geçirilmeden, sadece “iman ettik” demekle bırakılacaklarını mı sanıyorlar?” (Ankebut, 2) “Hanginizin davranışça daha iyi olduğunu deneyerek göstermek için ölümü ve hayati yaratan O’dur. O, güçlüdür, çok bağışlayandır.” (Mülk, 2)
Evet, ne alakası varsa! Hadîslerdeki maksad da hiç anlaşılmamış!!
Bu hadisler şöyle denilerek çelişik görülmüştür: Peygamberimiz hangisini söylemiş olabilir? Söz konusu rivayetlere bakıldığında Peygamberimiz ile ilgili sanki her gelene o an kafasına göre bir sıralama yapan bir dediği bir dediği ile uyuşmayan biri izlenimi verilmeye çalışılmıştır. Böyle bir şeyin mümkün olmadığı açıktır.
Şimdi buna ne demeli? Bu bir düşünce midir? Oysa düşünce beyinden çıkar. Peki bunlar nerden çıkıyor?! İlkokul sıralarındaki bir çocuğa bile sorsanız hemen bunların cevabım verir. Bu hadisler bize eğitim psikoloji açısından da çok önemli veriler sağlar. Ama nerde o dert!! Evet, burada Hz. Peygamber mesajlarını zaman ve zemine uygun olarak ve muhatabı dikkate alarak vermektedir. Muhatapların ihtiyacı önemlidir. Bir rehber, bir muallim dinin ilkeleri bakımından değil, ama muhatapları açısından elbette ihtiyaçları öncelevecektir.
Burada dinin ilkeleri belirlenmemektedir. Dini ilkeleri bellidir. Cihad farzdır, hac farzdır, ana-babaya iyilik farzdır, ikramda bulunmak sünnettir, selam vermek sünnettir. Mesela cihad yapan, hac yapan birinin ikramda eksikliğini görseniz ne yaparsınız? Onu ikrama teşvik için “yemek yedirmeye” vurgu yaparsınız. Diğer amellerini yapıp insanlardan uzak duran, somurtkan bir müslümana neyi tavsiye edersiniz? “Selamı vermeyi” önerirsiniz. Onun için amellerin fazileti söz konusu olduğunda muhakkak zaman ve muhatap dikkate alınmalıdır Her eğitmen de şüphesiz böyle yapar.
Kaynaklara baktığımızda da benzer cevapların verildiğini görürüz. Hz. Peygamber “İnsanların en hayırlısı kimdir?” şeklinde kendisine sorulan bir soruya “Canıyla ve malıyla cihad edendir” buyurarak cevap vermiştir. (Buhârî, Rikâk, 34.)
İbn Hacer, bu hadîsin “İnsanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir” hadîsine(Buhârî, İmân, 4,5; Müslim, İmân, 64; Ebû Dâvûd, Cihad, 2.) muarız olmadığını, çünkü buralardaki farklılığın şahıs ve durumlarla ilgili farklılık olduğunu söyler.(ibn Hacer, Feth, XIII, 131.)
Aynî ise, Buhârî hadîsinin “sizin en hayırlınız Kuran’ı öğrenen ve öğreteninizdir” hadîsine(Buhari,Fezailu’l Kur’an,21..) muarız olmadığım söyleyerek İbn Hacerle aynı gerekçeleri ileri sürmüştür.(Ayni,Umde,XIX,41)
Aynî genel olarak “amellerin en faziletlisi” hakkındaki hadîslerin farklı oluş sebeplerini şöyle açıklar:
a- Soranların farklı oluşu
b- Maksatların farklı oluşu
c– Zamanın farklı oluşu
d- Bazı şeylerin bazı şeylere nispetle farklı oluşu.(Bk.Umde,XI,316)
Buharî’nin rivayet ettiği bir hadîse göre “Hangi İslâm daha hayırlı?” şeklindeki soruya Hz. Peygamber “Yemek yedirmek ve bilip bilmediğine selam vermek” şeklinde cevap vermiştir.(Buhari,İman,6) Aynî, Hz. Peygamber’in başka vakitlerde veya durumlarda başka cevaplar verildiğini söyleyerek bu gibi hadîsleri şahıs, zaman ve durum farklılığı şeklindeki genel kaideyle açıklamıştır.(Ayni,Umde,I,157)
İbn Hacer ise, özellikle burada Aynî’nin dediğine benzer şekilde ama konuyu açarak daha sosyolojik bir açıklama yapmayı tercih etmiştir: “Bilhassa bu iki hasletin hadîste zikredilmesi, o zamanda uzlaşma ve kaynaşmaya duyulan ihtiyaçtan kaynaklanmıştır. Buna Hz. Peygamber’in Medine’ye ilk gelişlerinde bu iki haslete teşvikiyle ilgili hadîste delâlet eder.” (İbn Hacer, Feth, I, 81.)
Diğer örnek şöyledir: Sol elle yiyip içmek yasaklanmıştır, çünkü şeytanın sol elle yiyip içtiği iddia edilmiştir. (Müslim, Eşribe, 106.)
Başka bir rivayette Peygamberimizin sol elle yememesi için uyardığı kişinin yemeğe devam etmesi sebebiyle o kişiye beddua ettiği ve kişinin sol elini kaldırama hale geldiği iddia edilmiştir. Onu böyle demeye kibri sev- ketmiştir. (Müslim, Eşribe, 107.)
Yoruma göre sol elin sağ elden bir farkı olmadığı açıktır. Bir kimsenin sol elini kullanması sebebiyle de suçlanması kabul edilemez.
Sağın, hayırlı işlere sağdan başlamanın ve sağ eli kullanmanın dinde önemli bir sünnet olduğunu yine ilkokul talebeleri dahil herkes bilir. Ancak bunun hikmetini tam olarak kavrayabilmek mümkün değildir. Bunda bir problem de yoktur. Çünkü bazı şeyleri aklımızla kavrayamıyoruz. Allah, ahirette cennete gireceklere kitaplarını sağından verecektir. Ashabul-yemin olacak o kimseler. Ama niçin sol değil de sağ? En azından bu ayetlerden dolayı sağa hürmet göstermek, hayırlı işleri sağla yapmak, yemeği sağla yemek Allah’ın gösterdiği bu edebe uygun olmaz mı? Mesela bütün partilerin bir amblemi veya bir el işareti vardır. Neden öyle yapıyorsunuz, diye sorgulamaya hakkımız var mı? Bu, bir tercih meselesi değil midir?
Hayırlı işler için Peygamberimiz, Kur’andan mülhem olarak sağı tercih etmişse bunda gocunacak ne olabilir Allah aşkına?! Bütün dünya biliyor ki, Müslümanlar sağ eliyle yer ve içerler. Bu, Müslümanlar arasında standart davranışların oluşması ve bir birlik sağlanması açısından güzel değil mi? O halde bu güzel davranışı dünya kabul etmişken biz neden yıkmaya çalışıyoruz? Allah kıbleyi bu yönde tayin ettiğinde “neden o yön de, diğer yönler değil?” şeklinde sorgulama hakkımız olabilir mi? Biz Müslüman değil miyiz?
Bir kimsenin sol elini kullanması sebebiyle suçlanmasının kabul edilemezliğine gelince Hz. Peygamber, o kimseyi sol elini kullanmadı, diye suçlamamıştır. Rivayette de görüldüğü gibi Resulullah’a karşı kibirlendiği için bedduayı hak etmiştir. Bu kibir, esasen Resulullah’a muhalefettir. Şu ayetler bundan başka bir şeyi mi anlatıyor?
“Kim, kendisine doğru yol gösterildikten sonra Peygambere karşı gelir ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız ve Cehenneme sokarız.” (Nisa, 115)
“Allah’a ve Resulüne eziyet edenler yok mu, Allah onlara dünyada ve ahirette lanet etmiş ve onlar için alçaltıcı bir azab hazırlamıştır.” (Ahzab, 57)
“Ey iman edenler! Allah ve Resulünün (emirlerinin) önüne geçmeyin ve Allah’tan korkun. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla işitir, her şeyi hakkıyla bilir. Ey iman edenler! Sesinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin; birbirinize bağırdığınız gibi, ona bağırmayın, yoksa amelleriniz mahvolur gider de farkında bile olmazsınız.” (Hucurat, 1-2)
“Allah ve Resulü bir meselede hükmünü verdiği zaman, bir mü’min erkeğin yahut bir mü’min kadının artık işlerinde başka bir yolu seçme hakları yoktur. Kim Allah’a ve Resûlüne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” (Ahzab, 36)
Diğer örnek şöyledir: Gazvân eş-Şâmî’den rivayet edildiğine göre kendisi hac dönüşü Tebûk’e inmiş ve kötürüm bir adamla karşılaşmış. Adam bu durumun sebebini sormuş, o da şöyle cevap vermiş: “Sana bir hadis nakledeceğim, ancak benim sağ olduğumu işittiğin sürece onu kimseye söylemeyeceksin. Peygamber (bir gün) Tebûk’te bir hurma ağacının yarımda konaklamış ve “bu (hurma ağacı) bizim kıble cihetindeki sütremizdir” buyurmuş sonra da (ona doğru) namaza durmuştu. Ben de çocuk halimle koşarak geldim ve Peygamberle, hurma ağacının arasından geçtim. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) de; “O bizim namazımızı kesti Allah da onun izini kessin!” buyurdu. Ben de bugüne kadar (bir daha) ayağa kalkamadım.”(Ebu Davud, Salat, 110.)
Yorum şöyle: Peygamberimiz namaz kılarken önünden geçen çocuğa beddua ederek onu kötürüm yapmış olabilir mi? Bu iftiranın kimi kitaplarda mucize olarak sunulması ayrı bir garipliktir. Esasen peygamberimiz bu şekilde kaba ve öfke dolu biri olarak gösteren kişilerin asıl derdi, kendi insan onuruna yaraşmayacak eylemlerine emin hazırlamaktır.
Evet, ben bir şey demeyeceğim sadece hadislere böyle saldırmadan evvel onların sıhhatine bakmamız gerekmez mi? Hadîs sıhhat açısından problemli ise bu kadar ağız yormaya gerek kalmayacaktır. Buna göre hadisin ravilerinden Said ve babası Gazvân’ın kimlikleri kesinlikle bilinmediğinden hadis âlimleri bu hadisin zayıf olduğuna hükmetmişlerdir.
Diğer bir örnek: Malum, meşhur bir hadis vardır. “Melekler, içerisinde köpek ve resim bulunan eve girmez.” (Buhari, Libas, 92..)
Aklını kullanmakla övünen bu yazarımız bakın nasıl eleştiriyor: içinde resim ve köpeklerin bulunduğu eve meleklerin girmeyeceğini iddia etmek aynı zamanda evinde resim ve köpek olan kimselerin, evlerinin içindeyken ölmelerinin mümkün olmadığını iddia etmektir. Çünkü ölen kişinin canını almak için melekler görevlendirilmiştir. Hadîste bunların rahmet melekleri olduğuna dair bilgi olmadığına göre tüm melekleri kapsamaktadır.
Bu satırları yazan bir kelama üstelik! Bunlar başkalarını akıllarını kullanmıyor diye eleştirmekle maruf! Akıl böyle mi kullanılır?
Pes doğrusu! Nesine cevap vereceksin, bilemiyorum. Aslında meseleyi kavradığını göstermektedir. Çünkü hadis rahmet ya da en geniş anlamıyla Azrail dışındaki melekleri kapsamaktadır. Ama meleklerden istisna yapmak istemiyor! Niçin? Hadîsi reddetmesi gerekir de onun için! Yazık! Yazarımız müsterih olsun! Şayet evinde resim veya heykel varsa, ben dünyada kaldım diye korkmasın, Azrail onun da canım alacaktır!!
Diğer bir örnek şöyledir: İbn Abbâs şöyle der: “Resûlüllah (sav), sabah namazının iki rekâtlık sünnetinin ilk rekâtında Bakara suresindeki (Allah’a ve bize indirilen şey’e îmân ettik, deyin) âyet-i kerimesini; ikinci rekâtta da (Biz, Allah’a îmân ettik. Şâhid ol ki, biz Müslümanlarız) âyet-i kerimesini okurdu.” (Müslim, Salatu’l-müsafirin, 98.)
İbn Abbâs şöyle demiş: “Resûlüllah sabah namazının iki rekât sünnetinde (Biz, Allah’a ve bize indirilene imân ettik; deyin!) âyet-i kerimesi ile Âl-i Imrân süresindeki (Sizinle aramızdaki müsâvî bir kelimeye gelin!) âyetini okurdu.” (Müslim, Salatu’l-müsafirin, 99.)
Ebû Hureyre der ki “Resûlüllah (sav) sabah namazının iki rekât sünnetinde (Kâfirûn) ile (İhlâs) sûrelerini okurdu.” (Müslim, Salatu’l-müsafirin, 97,)
Bunlar çelişkili rivayetlermiş! Oysa Allah Resulu, sabah namazının sünnetinde bunların hepsini okumuştur! Özellikle Kafirun ve İhlas surelerini daha fazla okuduğuna dair rivayetler göz önüne alınırsa bunları okumanın daha faziletli olduğunu söylemek mümkün olmakla birlikte başka sureler de okunabilir. İbn Abbas rivayetleriyle ilgili bir ihtilaftan bahsedilebilir. Ondan nakleden tabiin aynı olunca acaba ikinci rekatta okunan sure karıştırılmış olabilir mi, diye akla bir soru gelebilir. Bu, mümkün olmakla birlikte aynı tabiinin aynı sahabiden farklı zamanlarda okunan sureleri hatırladıkları da söylenebilir. Nihayetinde bunlar çok da önemli değildir. Önemli olan -Kafirun ve İhlas’ın daha faziletli olduğunu söylemekle birlikte- Fatiha’dan sonra sure okumaktır.
Diğer örnek şöyledir: Aişe şöyle der: “Peygamber, hiçbir ayda Şabândakinden daha çok nafile oruç tutar değildi. Çünkü Peygamber Şabân ayının tamamım oruç tutardı.” (Buharî, Savm, 51.)
Şu hadisin de bununla çeliştiğini söylenir. Aişe şöyle der: “Ben Rasûlullah’m Ramazândan başka bir ayın orucunu tamamen tuttuğunu görmedim. Şa’bân ayındaki kadar da kendisinde çok oruçlu olduğu bir ay görmedim.” (Buharî, Savm, 51)
Buna göre Hz. Aişe, Hz. Peygamber’in hem Ramaazndan başka tam oruç tutmadığını söylemiş hem de Şaban ayım tamamen oruçlu geçirdiğini ifade etmiş olmaktadır. Oysa yazar metinde tahrif yapmıştır, ilk rivayette “Peygamber Şabân ayının tamamını oruç tutardı” şeklinde tercüme edilen ifade “Peygamber Şabân ayının çoğunu oruç tutardı” olacaktır. Diğer sahabilerin rivayetlerinden de Ramazandan başka en fazla oruç tuttuğu ayın Şaban ayı olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Ramazanı tamamen oruç geçirirdi; Şaban ayında da diğer aylara göre daha fazla oruç tutardı. Onun içindir ki, “üç aylar” dediğimiz olguda kesintisi oruç tutmak değil, az da olsa kesintili oruç tutmak daha faziletlidir. Netice olarak rivayetler tahrif edilmiştir, aralarında çelişki yoktur.
Diğer bir örnek: Ebû Musa (r.a)’dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Benim şu ümmetim, merhamet edilmiş bir ümmettir. Ona âhirette azâp yoktur. Onun dünyadaki azabı, fitneler, zelzeleler ve bir birlerini öldürmeleridir.” (Ebu Davud, Fiten, 7.)
Ebû Umame (r.a.)’den rivâyete göre, şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.)’den işittim şöyle diyordu: “Rabbim bana ümmetimden yetmiş bin kişiyi hesap ve azab görmeden Cennete koyacağım vaad etti, aynı zamanda her bin kişiyle birlikte yetmiş bin kişi ve Rabbinin isteyeceği kadarın üç misliyi de vaad etti.” (Tirmizî, Sıfatul-kıyame, 13)
Abdullah b. Amr (r.a.)’den rivayete göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: İsrail oğullan yetmiş iki millete ayrılmışlardı. Ümmetim ise yetmiş üç millete ayrılacaktır. Bunlardan biri hariç hepsi Cehennemde olacaktır. Ashab: “O millet kimdir?” Diye sordular da: Rasûlullah (s.a.v.)’de şöyle buyurdu: “Ben ve ashabım hangi yol üzerinde ise ona tabi olanlardır.” (Tirmizi İman, 18. Tirmizi’ye göre hasen-gariptir.)
Bütün bunlar ümmetin ahiretteki durumuyla ilgili çelişik rivayetlerdir! Peki gerçekten öyle midir? Evet, ilk rivayetle ilgili bir tartışma vardır. Bunu iki şekilde anlamak gerekir. Bir; “azap yoktur” yani “ebedi azap yoktur.” İki; Buharî, bu rivayetin şefaat hadisleriyle çeliştiğini söyler. Çünkü şefaat hadisleri daha çok ve daha sarihtir. Buna göre ilk rivayet hatalıdır.
İkinci rivayet şefaatle ilgilidir. Allah Kur’an’da herkesin sorguya çekileceğini beyan etmiştir. Bununla birlikte Allah, Kur’an’ın’da hesapsız cennete girilemeyeceğini genel olarak buyurmuş, sonra sünnetle ondan yetmiş bin kişiyi tahsis veya istisna etmiştir. Resulullah “Allah bana va’detti” diyor. Esasen bu şefaatle ilgili bir durumdur. Herkes hesaba çekilecektir. Bazıları konusunda hesaba bile gerek olmadığı yönünde şefaat söz konusu olacaktır. Allah da rahmeti ve de onlara rızası gereği bu insanlar doğrudan cennete sokulacaktır.
Üçüncü rivayete gelince bunu da iki şekilde anlayabiliriz: Bir; cehenneme girecek olanlar Resulullah’ın ve ashabının yolunu terk etmişlerdir. Yani dinden (bu ümmetten) çıkmışlardır. Dolayısıyla cehenneme gireceklerdir. İki; cehenneme girecek olanlar bu ümmettendir, fakat bid’at çıkarmış ve Resulullah ile ashabının yolundan ayrılmışlardır. Bunlar bid’atlerinin vebali oranında cehennemde azap göreceklerdir. Sonunda cennete dahil olacaklardır. Hadîsler böyle anlaşıldığında kanaatimizce sorun kalmayacaktır.
Şimdiden söylemeyelim ki, kitaptaki iddiaların hepsine cevap vermeyeceğim, çünkü bıktırıcı, usandırıcı, anlamsız, can sıkıcı, ilim yok, akıl yok.. Ayrıca başka kitaplarımızda, özellikle Çelişik Hadîsler ve Çözüm Yolları kitabımızda bunları ele aldık…
Prof.Dr.Yavuz Köktaş-Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:331-339