Gazali,Sünnet ve Mutlak İttiba
Şimdi Gazali üzerinden tarihte sünnetin nasıl anlaşıldığı üzerinde duralım. Gazalî’ye göre mutluluğun anahtarı, yeme, içme, uyuma, konuşma gibi davranışlarda olsa bile tüm hal ve harekatında Resullerin Efendisine uymaktır. Gazali, bilinçli bir şekilde bununla Hz. Peygamberin sadece ibadet konularındaki emir ve adabını kastetmediğini vurgular. Zaten ibadet konularındaki sünneti ihmal etmenin hiçbir sebebi yoktur. Ona göre işte böyle yapılırsa ancak sünnete “mutlak/tam/kamil manada ittiba (el-ittibau’l-mutlak)” oluşur. Gazali, “mutlak ittiba” olarak adlandırdığı anlayışını iki ayetle destekler:
1. “De ki: Allah’ı seviyorsanız, bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin”. (Al-i İmran, 31)
2. “Resûl size ne verdiyse onu alın; sizi nerden nehyettiyse ondan kaçının”. (Haşr, 7)
Gazalî, ortaya koyduğu bu görüşün daha iyi anlaşılması için örnekler de verir. Ona göre kişinin pantolonunu oturarak giymesi, sangım ayaktayken sarması, ayakkabılarını giyerken sağdan başlaması, yerken sağ elini kullanması, el ve ayak tırnaklarını keserken belli bir düzene uyması gerekir. Bu uygulamalar sünnete dayanır ve onlar ihtimama layıkta Resûlullah’ın tüm davranışları böyledir. Resûlullah’ın nasıl yediğini bilmediği için hiç karpuz yemeyen Muhammed b. Eslem’in davranışı böyle bir ittiba anlayışını ortaya koyuyor. Bazıları da unutup ayakkabılarını soldan giymeye başladı mı ardından yiyecek vermek suretiyle kefaret öderlerdi. Bu noktada Gazalî şöyle diyerek uyanda bulunur:
“Bunlar âdet ile ilgilidir, bu konuda ittibanın bir manası yoktur, diyerek gevşeklik gösterilmemelidir. Gevşeklik gösterilirse büyük bir mutluluktan mahrum kalınır.”
Gazalî, farklı şeyler söylediğinin bilincindedir. Bundan dolayıdır ki, okuyucusunun merakının arttığını hisseder. Okuyucunun Hz. Peygamber’in her davranışına uymadaki gerekçenin ne olduğunu öğrenmek istediğini belirtir. Gazalî, her bir davranışa uymanın altında yatan sırların çok geniş olduğunu, ancak konunun anlaşılması için genel olarak üç sırra işaret edeceğini ifade eder. İşte “mutlak ittiba”daki hikmetler, sebepler…
1-Beşerî alem (mülk) ile İlahî alem (melekût) arasında; insanın organlarının hareketi ile kalbin onlardan etkilenmesi arasında yakın bir ilişki vardır. Zira kalp ayna gibidir. Eşyanın hakikatleri oraya ancak pasının silinmesi, aydınlatılması (tenvîr) ve düzgün/dengeli hale getirilmesi (ta’dîl) ile tecelli eder. Pasının silinmesi, şehevatın ve kötü ahlaktan kaynaklanan bulanıklığın giderilmesiyle olur. Aydınlatılması, zikir ve ma’rifetin nurlarıyla gerçekleşir. Buna sünnete uygun olarak tam eda edildiğinde halis ibadetler yardımcı olur. Düzgün/ dengeli hale getirilmesi ise organların tüm hareketlerinin denge kanununa (kanunu’l-adl) uygun yapılmasıyla gerçekleşir. Mesela elin yaptığı bir hareket, eğriliği olmayan düzgün, sahih bir niyet taşımadıkça kalbe ulaşmaz. Kalpteki niyet ve tasavvurun düzgün olması da organların ve hareketlerinin düzgün olması yoluyla gerçekleşir. Bundan dolayıdır ki, dünya ahiretin tarlasıdır.
Yine ölümle düzgün kılmanın yolu kapandığı içim organların hareketlerini düzeltmeden ölen insanın büyük üzüntüsü bu sebeptendir. Zira bu halde kalbin organlarla alakası kesilir. Organların hareketleri -buna kalbe gelen düşüncelerin (havâtır) hareketleri de dahildir- adl/denge mizanında ne kadar ölçülü olursa istikamet üzre hakikatleri kabule hazır bir kalpte düzgün ve dengeli bir yapı da o nispette oluşur. Nitekim sadece düzgün bir ayna eğri olmaksızın doğru suretleri yansıtmaya, hazırdır.
İşte bu şekilde hareketlerin inceliklerinde “adle/düzgünlüğe ve ahenge riayet etmeye alışırsak adalet ve doğruluk kalpte kök salar, onun suretleri, tezahürleri de düzgün olur. Böylece kalp mutluluğun suretini kabule hazır ve kabiliyetli bir hale gelir. Bundan dolayı Allah “Onu tesviye ettiğim/şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman…” (Hicr, 29) buyurur. Allah’ın ruhu mutluluğun anahtarıdır. Onun, ruhu üflemesi tesviyeden sonradır. Tesviyenin manası ta’dil, yani düzgün bir şekil vermektir.
Burada Gazali, ince noktalara girdiğinin farkındadır. O, bu anlatılanların hakikatini kavramaktan aciz kalındığında tecrübelerden faydalanma yönünde tavsiyelerde bulunur. “Mesela şunu düşünelim” der: Baksanıza doğruluğa alışmış birinin rüyası genellikle nasıl da doğru çıkıyor! Zira doğru davranış, kalpte sağlam, dosdoğru bir yapı oluşturur. Bu kişi, uykusunda ğaybın bilgilerini doğru bir şekilde alır. Bir de yalan söylemeye alışmış kimselere, yalancıların rüyalarına özellikle şairlerin rüyasına bakın! Bunlar yalancı hayallere alışmışlardır. Bundan dolayı kalplerinin sureti de eğri olur.
2. Bedenimize etki eden şeylerin bazısı akılla anlaşılabilir. Sıcaklık, soğukluk, rutubet, kuruluk ilişkilerinde olduğu gibi… Mesela bal, hararetli olanlara zarar verir, böyle birine soğuk fayda verir… Bazı şeyler de vardır ki, kıyasla idrak edilmez. Bunlar “özel şeyler (havâs)”dir. Bu özel şeylere, kıyasla vakıf olunmaz. Bilakis onlara vahiy veya ilham ile vakıf olunabilir. Mesela mıknatıs demiri çeker.
Bu kıyas yolu ile değil, ondaki bir özellik dolayısıyla böyledir. Bu özellik de ya ilham ya da tecrübe yoluyla bilinebilir. Özel şeylerin [ekserisi ilham ile anlaşılır. İlaç vb. şeylerde söz konusu olan etkilerin çoğu onlarda mevcut özelliklerinden dolayı idrak edilebilir. İşte fiil ve eylemlerin kalbe etkisi de bunun gibidir. Fiillerin kalbe etkisi ikiye ayrılır: Münasebet yönü anlaşılanlar: Mesela dünyevî şehvetlere uymak kişinin bu alemle alakasını artırır. Zira o burayı seviyor, demektir. Yine Allah’ı zikretmeye devam etmek de Allah ile ünsi-yeti artırır. Böylece kulda Allah sevgisi hasıl olur. Bir de münasebet yönü anlaşılamayan fiiller var. Ondaki bir özellik dolayısıyla ahiret mutluluğuna veya bedbahtlığına etki eden öyle ameller vardır ki, bunlar kıyas yoluyla anlaşılmaz; onlara ancak nübüvvet nuruyla vakıf olunabilir.
Resûlullah’ın iki mübahdan birine yöneldiği ve ikisini yapmaya gücü yettiği halde birini tercih ettiğinde bilinmelidir ki, nübüvvet nuruyla o fiildeki bir özelliğe muttali olmuş, ona melekût alemi açılmıştır. Nitekim şöyle buyurur: “Ey insanlar! Allah bana öğrettiğini size öğretmemi, beni terbiye ettiği şekilde sizi terbiye etmemi emretmiştir. Sizden biri cinsel münasebet anında sözü çok uzatmasın, zira çocuk dilsiz olabilir. Sizden biri cima halinde karısının fercine bakmasın, zira çocuk kör olabilir. Sizden biri cima esnasında karısını öpmesin, zira çocuk sağır olabilir. Sizden biri sürekli suya bakmasın, zira bundan dolap aklı gidebilir”.
Bu örnekler Hz. Peygamberin eşyanın kendine has özelliklerine muttali olduğunu gösteriyor.
Bu noktada Gazalî, Hz. Peygamberim durumunu bir kıyasla ortaya koyuyor. “Düşün ” diyor Gazalî, “insan Zekeriya er-Razî gibi herhangi bir tıpçının hacamat, taşlar ve ilaçların kendine has özellikleriyle ilgili zikrettiği şeyleri kabul ediyor, itiraz etmiyor. Ama iş beşerin efendisi Hz. Muhammed’in (s.a.v) haber verdiklerine gelince onları tasdik etmiyor! Olacak şey değil!”.
3. İnsanın mutluluğu, şehevatı terk etmede ve nefs-i emarenin isteklerini kırmada meleklere benzemekle; hiçbir engel olmaksızın, sınır tanımaksızın hevaya ittiba için serbest bırakılmış, değersiz hayvanı duygulardan uzaklaşmakla gerçekleşir.
Insan tüm işlerinde engelsiz, sınır tanımaksızın dilediği her şeyi yapmaya ne kadar alışırsa hevasına uymaya da o kadar alışır, kalbine hayvanı özellikler hakim olur. İnsanın yararına olan şey ise kulluğu unutmaması ve sırat-ı müstakime yapışması için tüm hal ve harekatını kontrol altına almasıdır. Böylece kulluğun izi her hareketinde açıkça ortaya çıkar.Artık tabiatı/he vasi öyle arzu ettiği için değil, Allah emrettiği için amelde bulunur.
Karşılaştığı tüm hususlarda bazı işleri diğerlerine tercih etmeye başlar ve buna devam eder. Mesela yularını köpeğin eline veren, hareketlerini başkasının hükmüne göre yapan kimse gibidir. Böyle birinin nefsinin gerçek riyazete, temrine ihtiyacı vardır. Bu da nefis tezkiyesiyle ilgili önemli bir husustur. (Kitabuî-erbam fi usûli’d-din, s. 55-57)
Gazalî’nin sünnete uymanın arkasında yattığını vurguladığı bu üç hikmete baktığımızda;
1. Ruh ile beden arasında önemli bir ilişkinin olduğunu, organlar ve hareketlerinin kalbi etkilediğini, kalbin ayna gibi olduğunu, davranışların oraya yansıdığını, oranın pasının silinmesi ve aydınlatılması için sünnete uygun ameller yapılması gerektiğini;
2. Eşyanın kendine has özellikleri olduğu gibi davranışların da kendine has özelliklerinin olduğunu, bu özelliklerin bazısının tecrübe vb. yollarla; bazısının ise sadece nübüvvet nuruyla bilindiğini, Hz. Peygamber’in onca davranış şeklinden birini seçmesinin bir hikmete mebni olduğunu, bu hikmetin o davranışın özünde gizli olduğunu, o davranıştaki bir özellik dolayısıyla Hz. Peygamberin onu tercih ettiğini;
3. İnsanın, nefsine hakim olmak ve onu tezkiye etmekle mutluluğa erdiğini, kendini serbest bırakıp hevasına tabi olursa hayvanlaşacağını, kulluğun kendimizi sınırlamakla gerçekleşeceğini, işte sünnetin bu noktada nefsimize hakim olup onu tezkiye etmede ve kendimizi sınırlamada bize büyük yardımcı olduğunu anlarız.
Gazalî’nin sünnete uyma ile ilgili görüşleri böyle… Bunu nasıl değerlendirmeliyiz?
1. Gazalî’ye göre sünnete uymak şekil-ruh/öz bütünlüğü içinde ele alınmalıdır. Ne ruhsuz şekil ne de şekilsiz ruh… Şekle uymak oldukça önemlidir. Şekle uymak kalbi etkileyerek ruhu yüceltmek içindir. Zira o şekil, sıradan biri tarafından değil, nübüvvet nuruyla beşerin efendisi tarafından ortaya konulmuştur.
2.Bu sünnet anlayışı herkes için bağlayıcı, zorunlu mudur? Bize göre böyle bir şeyi ima etse de hayır… Çünkü Gazalî bir usûlcü olarak neyin farz, neyin vacip neyin mendup, müstehab olduğunu çok iyi biliyor. Ayrıca bunu ortaya koyan Gazalî’nin sufî yapısı unutulmamalıdır. O, bununla nefisleri tezkiye etmeyi, ahlakî kemale ermeyi amaçlıyor.
3. Bu anlayış, sünnetin sürekli şekil olarak algılanmasına yol açmıyor mu? Zahiren öyle, ancak Gazalî’nin amacı düşünüldüğünde hayır… Çünkü onun amacı şekle uyarak özü, ruhu, ahlakı yakalamak, kemale ermek, nefsi tezkiye etmek…
Kısaca söylemek gerekirse bu sünnet anlayışı bireysel gelişim, ahlaken yücelmek için bize bir imkân sunuyor. İyice düşünüldüğünde bu sünnet anlayışının bir eğitim sürecine işaret ettiği ve nefsi tezkiye etmeye matuf olduğu anlaşılır. Tarih boyunca bu sünnet anlayışına bağlı kalıp güzel örnekler ortaya koyan büyük insanlar, veliler varolagelmiştir. Onların tavır ve davranışları göz önüne alındığında Gazalî’nin teorisi daha iyi anlaşılır. Ama yine de buradan yola çıkarak böyle bir sünnet anlayışının tek, yegane, genel geçer olduğu ileri sürülmemeli, mü’minler sünnetin her boyutunu aynı oranda ve aynı gereklilikte yaşamaya zorlanmamalıdır.
Şüphesiz Gazalî’nin ortaya koyduğu bu anlayış başta da belirttiğimiz gibi sünneti teorik olarak tartışmayı değil, belki her zerresiyle yaşamayı ima etmektedir. Bunun içsel arınma ve nefis tezkiyesi için de önemli bir araç olduğu muhakkaktır.
Bu anlayışın ima ettiği bir şey de kanımca “anla, yaşarsın!” mantığı değil, “yaşa, anlarsın” mantığını ortaya koymasıdır. Bu nokta oldukça önemlidir. Belki anlamak ile yaşamanın birlikte olması gerektiği söylenebilir. Ama sünnetin yaşanacak bir şey olduğu öylesine unutulmuş ki, sünneti anlamanın gerçekte onu yaşamakla mümkün olabileceğini ifade etme gereği hasıl olmaktadır.
Burada son bir noktaya temas etme gereği ortaya çıkmaktadır. Mutlak ittiba anlayışı sünnetin her zerresinin yaşanması anlamında güzel bir yaklaşımdır. Ama daha ziyade bireysel sünnet anlayışını vurgulamaktadır. Şüphesiz Gazalî’nin sünnet anlayışında sünnetin her bir boyutuna uyulması gerektiği vardır. Ama onun öne çıkardığı boyut ibadetler ve en önemlisi de edeblerdir. Bu boyutlar da hiç kuşkusuz mü’minin bireysel yaşamıyla ilgilidir. Bu durum nefis tezkiyesi, ahlaken kemale erme açısından oldukça önemlidir.
Gazalî’nin sufi yapısı düşünüldüğünde bunu anlamak da mümkündür. Oysa sünnette bireysel boyut olduğu kadar, toplumsal ve dahi evrensel boyutlar da vardır. Sünnet içerisinde Hz. Peygamberin hanımlarına, çocuklara, kadınlara nasıl davrandığı; gayr-i müslimlere nasıl muamele ettiği vardır. Zorluklarla nasıl başa çıktığı, ashabında gördüğü davranışlara nasıl tepki verdiği de vardır. Devleti nasıl idare ettiği, piyasayı nasıl düzenlediği, bunları hangi esaslar dahilinde gerçekleştirdiği de vardır. Hakkı, adaleti nasıl gerçekleştirdiği de; zulme, isyana, küfre, haksızlığa karşı nasıl mücadele ettiği de vardır.
Gazalî’nin anlayışında bu unsurlar görünür değildir. Ama sünnet derken bütün bunlar göz önünde bulundurulmalıdır. Bununla birlikte dediğimiz gibi birine sahip çıkarken diğer boyut ihmal edilmemelidir.
Tabii bütün mesele tüm bu boyutlarıyla sünnet nasıl yaşanacak; bireysel hayatımızda, toplumsal hayatımızda nasıl tezahür edecektir, meselesidir. Bunlar dengeli bir şekilde nasıl yaşanacaktır? Yaşanılacak sünnet geniş bir yelpazeye sahiptir. Herkes onu aynı oranda yaşamak durumunda mıdır veya nasıl yaşayacaktır?
Bu noktada bağlayıcılık meselesinin önemi ortaya çıkmaktadır. Herkes için zorunlu olan şeyler vardır, zorunlu olmayanlar vardır. Bir de zorunlu olmasa da mü’minin gönüllü olarak yaptığı şeyler vardır. Namazın farzı vardır, nafilesi vardır. Infakın farzı vardır, nafilesi vardır. İlmin de farzı vardır, nafilesi vardır. Belki de her bir şeyin bir zorunlu boyutu bir de gönüllü boyutu vardır.
Bütün mesele hiç birini ihmal etmeden onun sınırlarının farkında olabilmektir. Zira zorunlu ve gönüllü hallerin sadece sünneti yaşamak değil, topyekûn dini hayatımız için anlamı izahtan varestedir. Bir kutsi hadiste de ifade buyrulduğu gibi “Kulum farz ibadetlerle yaklaştığı kadar başka hiçbir şeyle bana yaklaşamaz. Nâfile ibadetlerle de bana yaklaşır. O kadar çok yaklaşır ki ben onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık o benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür. Böyle bir kul bana sığınırsa onu korurum, benden bir şey isterse dileğini yerine getiririm.” (Buharî, Rikak, 38).
Prof.Dr.Yavuz Köktaş – Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:25-33