Varlıkta Olan Her Şey, Hakikatte Fânidir
Kırk İkinci Fasıl
Varlıkta olan her şey hakikatte fânidir; bakilik hay ve kayyumun varlığına aittir. Nitekim aynadaki suret hakikat itibarıyla fâni olup, bakilik, hârici sûrete aittir. Bu, halk nazarında kanaat oluşturmak üzere hissi misallerle verilen bir örnektir. Yoksa ârif nazarında aynadaki suret fâni olduğu kadar aynayla birlikte hârici sûret de fânidir.
Kırk Üçüncü Fasıl [Aynayı Düşünmenin Faydaları]
Lüb sahipleri için aynadan alınacak büyük bir ibret vardır. Her kim ayna örneğini tam olarak düşünüp, sorunları hâlâ çözülmemişse o kimse akıllılar zümresinden sayılmayı hak etmez. Yemin olsun ki, akıllı bir kimse aynaya baktığında aklına birçok sorunlar üşüşür ve apaçık hususlarda bile tereddüde düşer.
Fakat buna rağmen birçok sorun da o kimse için çözülmüş olur. Demirin, aynadan başka hiç bir faydası olmasaydı bu bile Allah’ın şu sözünün doğruluğuna şâhid olarak yeterdi. “Bir de demiri indirdik ki onda büyük bir güç ve insanlar için yararlar vardır.” (Hadid, 57/25) Demirdeki faydalara bakarak ayna hor görülebilir. Bununla birlikte aynada çok eşsiz ve güzel faydalar vardır ki, akıl onları sayamaz.
Gerçek ayna, akıl aynasıdır. Çünkü onda birçok hakikati idrak etmekte âciz kalan aklın sûreti görülür. Aklın, gizli mâkulleri idrak etmemesi bir tarafa, zâhir duyulur şeyleri bile idrak etmekten uzak olması sana şâhid olarak yeter. Kim aklının âciz olduğunu görmek isterse ayna misalini çok düşünsün de aklının, ilâhı varlıkların hakikatini idrak etmeye dair büyük ve derin iddiasındaki yanlışlığını ve âcizliğini görerek yaşasın! Aklın derin ve büyük konuların idraki için yaratıldığını inkâr etmiyorum. Fakat iddiasında haddini aşmasından da hoşlanmam.
Kırk Dördüncü Fasıl [Aynadaki Sûretin Varlığı]
Aynada intiba yoluyla haricî surete uygun bir suret ortaya çıkar. İlk bakışta ve görüşte akıl, hâricî suret ile aynadaki suretin arasını ayırt eder. Biri tâbi olan, diğeri de tabi olunandır. Bu hususta hiç bir kimsenin şüphe edeceği düşünülmez. Aynadaki sûretin varlığı, ayna ile hârici suret arasındaki özel yöne göre gerçekleşen nispete bağlıdır. Göz ikisi arasındaki bu nispeti mütâlaa ettiğinde zahir itibarıyla var fakat hakikat itibarıyla yok olan aynadaki sureti idrak eder. Akıl, aynadaki sûretin varlığının zâti olmadığından şüphe etmez. Yani onun varlıkça bağımsız bir mevcut olmadığını bilir. Yine akıl, dört şeye nispetle bu sûretin mevcut olduğunu bilir:
1. Ayna,
2. Hârici sûret,
3. Meydana gelen nispet,
4. Gören kimsenin mütâlâası.
Bu nedenledir ki, aralarındaki nispet ortadan kalkınca aynadaki sûretin varlığı da ortadan kalkar. Akıllı kimse bu sûretin varlıkça bağımsız olmadığını bilir. Kendilerinde değişim düşünülmeksizin sûreden yansıtması itibarıyla aynanın, suyun veya buna benzer bir şeyin varlığı tasavvur edilse, hiç kimse yansıyan sûretin hârici sûretin varlığına bağlı olduğunu idrak edemez.
Bu yansıtma özelliği, ayna ve suya has bir özelliktir ki, çamur ve kireç taşı gibi hiçbir cisim bu konuda onlara benzemez. Fakat hârici sûretler değiştiği, nispetler de değiştiği ve bu değişim sırasında değişiklik oranında aynadaki sûretler de değiştiği için akıllı kimseler aynadaki sûretin hârici sûretin varlığına tabi olduğundan ve hârici sûretin varlıkta zamanca değil de mertebece dâhili sûretten önce geldiğinden kuşku duymaz.
Kırk Beşinci Fasıl [Akıl Sınırlı Şeyleri İdrak Eder]
Akıllı kimse dürüstçe düşünsün: Ayna mevcut olmasaydı ve aynada yansıyan sûretler ona anlatılsaydı o bu sûretlerin varlığını tasdik eder miydi, etmez miydi? Bana göre, basiretle bakan insaf ehli birisi,onların varlığını tekzip etmede şüpheye düşer ve imkânsızlığına dair burhan getirir ve burhanındaki bozukluk yönünün açığa çıkması imkânsız olurdu. O hâlde şimdi bir düşün ve zayıf aklınla idrak edemediğin bir şeyi inkâra yeltenme! Tıpkı gözün bazı varlıkları idrak için yaratılmış olması gibi akıl da bazı varlıkları idrak için yaratılmıştır. Gözün işitilen, koklanan ve tadılan şeyleri idrakten âciz oluşu gibi akıl da varlıkların çoğunu idrakten âcizdir.
Akıl, idrakinden âciz kaldığı birçok varlığa izafetle sınırlı sayıdaki özel şeyleri idrak eder. Dahası, ezelî ilme izafetle varlıkların bütünü, arşa izafetle zerre gibidir. Aslında arşa izafetle zerre herhangi bir şey olmakla birlikte varlıkların bütünü Allah’ın ilmine nispetle asla şey bile değildir.
Zayıf aklınla aşağıdaki sözleri söyle yebileceğinden korkarak bunları belirttim. “Mâkuller sonsuzdur. Onları nasıl sınırlar ve sonlu kılarsın?
Varlıkların bütününü, nazarında sınırlı gören hatta onları nazarında bir şey gibi görmeyen kimsenin onlar vb. hakkında verdiği hüküm çok tehlikelidir. Sınırlamaktan uzak durmak, sadece kudret, irade, ilim ve varlıklara sûretleri veren kerem gibi ezelî sıfatlarda söz konusu olur.
Bu kerem vâcib zâtın bir gereğidir. Vâcib zât, tam ve tamlığın üstünde olduğu için hiç kuşkusuz, onun keremi, zâtının gereği olarak madumlara varlık vermeyi iktizâ eder. Tıpkı vâcib oluşun o zât için gerekli olması gibi. Şâyet zât, böyle keremden uzak olsaydı eksik olurdu.Bu durum, ufkun güneşle aydınlanmasının, güneşin aydınlatmasının kemâli olmasına benzer.
Bu sıfat güneşte mevcut olmasaydı güneş eksik olur ve ışıklığının kemâlindeki bir şeyden yoksun olurdu. “Göklerde ve yerde en yüce sıfat O’nundur. O mutlak galiptir, hikmet sahibidir.” (Rûm, 30/27)
Kırk Altıncı Fasıl [Alemin Varlığı Aynadaki Sûret Gibidir)
Lüb sahipleri birçok bakımdan aynadan ibret alınışlardır. Bu ibretleri sınırlamak neredeyse imkânsızdır, ibret aldıkları şeylerden biri de şudur: Onlar aynaya baktıklarında Allah’ın “O’ııun kendinden başka her şey yok olacaktır.” (Kasas, 28/88) sözüyle Hz. Peygamber in (s.a.) “İnsanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar.” sözünün hakikatini görürler ve anlarlar ki, varlıkta mülk ve melekûtun Allah’ın zâtına nispeti, aynadaki sûretin hariçteki sûrete nispeti gibidir. Zira mülk ve melekûtun hakiki bir varlığı yoktur. Onların varlığı ancak hakiki varlık olan Cenâb-ı Hakkın zâtının varlığına bağlıdır. İnsanların bir kısmı hatta çoğu, dünyada gördükleri varlıkların hakiki bir varlığa sahip olduklarını zannederler. Onların gözleri ile hissi varlıklar arasında meydana gelen nispet ortadan kalkarsa gözlerindeki perde kalkar ve karışıklık gider.
Buna bağlı olarak uykularından uyanır ve kesin olarak bilirler ki, “O’nun kendinden başka her şey yok olacaktır.” (Kasas, 28/88). Şu da var ki bir mevcut, bâkî olan zâtının kayyumiyeti ile ezelî ve ebedi olarak varlığını sürdürüyor ise ebedi olarak varlığını sürdüren (şey) kayyumun varlığı ve sermediyeti olur. Bu takdirde Arşın içinden “Bugün hükümranlık kimindir? Elbette tek ve mutlak hükümran olan Allah’ındır.” (Mümin, 40/16) diye Allah Teâlâ’nın sözü mahlûkata nida olunur.
Onlar, ötesinde bir şüphenin kalmayacağı bir müşâhede ile bunu müşâhede ederler. Bu mânâların hakikatini anlamadan bu sözleri mütâlaa eden, inkârında tereddüt içinde kalsın! Bunun ötesinde öyle eşsiz sırlar vardır ki, açıklamaya ne dil yeter ne de hakikati açıkça söylenir.
Aynulkudat el-Hemedani Zübdetü’l-Hakaik(Hakikatlerin Özü)-Şekva’l Garib(Garibin Şikayeti),syf:126-134
Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başk