Bediüzzaman,2.Abdulhamid’in Değil,İstibdadın Muhalifidir
2.4 SULTAN 2. ABDÜLHAMİD ZAMANI BİR“DEVR-İ İSTİBDÂD” MI?
Sultan II. Abdülhamid devrine devr-i istibdâd adını verenleri iki gruba ayırmak gerekmektedir; Birinci grup, onun muhâlifi olan İttihâdcılardır; ikinci grup ise, onun cüz’i istibdâdını tenkid eden ulemâdır. Ancak Sultan Abdülhamid, tarihin kanûnlarına uyarak, Osmanlı Devleti’ni yıkılmaktan ve parçalanmaktan kurtarmak için, Bedîüzzaman’ın yerinde ifadesiyle, “mecburî, cüz’î ve yanlış olarak tamamen kendisine isnâd olunan hafif istibdâd“a mecbur kalmıştır. 30 yıl devam eden ve dünyanın muazzam bir parçası üzerinde hâkim olan bu şahsî idârenin özellikleri nelerdir?
Evvela, yanlış anlaşılan bir hususun altını çizmemiz gerekmektedir. Eğer Abdülhamid’in hükümetlerinin ve devlet ricâlinin yaptığı bir istibdâd varsa, bunu, dünyadaki baskı idâreleri ile ve özellikle de İttihâd ve Terakkî Partisi- nin uyguladığı oligarşik istibdâd ile kıyaslamak mümkün değildir. Zira batıda istibdâd deyince, bir şahsın veya grubun yargı, yasama ve yürütme güçlerini kendinde toplaması manası anlaşılır. Hâlbuki II. Abdülhamid devrinde, yargı tamamen şer’î hükümler çerçevesinde ve kadılar veya hâkimler tarafından yürütülmüştür. En çok tenkid edilen Yıldız Mahkemesi meselesi, ayrıca tedkik olunmalıdır.
Yasama ise, 1876’da Kanûn-ı Esâsi kabul edilmeden evvelki gibi, Tanzîmât devrinin temel özelliği olan Meclisler eliyle yürümüştür. Hatta bazı hukukçular, tamamen ehliyetsiz kişilerden oluşan Meclis yerine, hukukçuların teşkil ettiği bu tarz meclisleri tercih etmektedirler. Gerçekten de bu dönemde yasama gücü, Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliye ve Şûrây-ı Devlet tarafından kullanılmıştır. Bazan Meclis-i Vükelâ ve kurulan Meclis-i Mahsûslar da bunlara yardımcı olmuşlardır. O zaman geriye sadece yürütme gücü kalmıştır. II. Abdülhamid’in yürütme gücünü, kendi kontrolündeki Meclis-i Vükelâ ve özellikle de devleti korumak için kurduğu Hafiye Teşkilâtı ile birlikte yürüttüğü doğrudur. Ayrıca sadrazamı ve nazırları, kimseye danışmadan azil ve nasb etmesi, yürütmedeki tek güce misâl olarak verilebilir. Bu noktada, Meclis-i Meşveret usûlüne riayet etmediği için, bazı İslâm âlimleri de onun zamanındaki icrâatlara istibdâd yaftasını vurmuşlardır. Netice olarak, Abdülhamid’in devrini, bütün hak ve hürriyetleri askıya alan bir baskı rejimi manasında istibdâd devri diye vasıflandırmak mümkün değildir.
İkinci olarak, Sultan Abdülhamid, 30 yıl devam ettirdiği bu idâreyi kaba kuvvete dayandırmamıştır. Onu istibdâd ile suçlayan İttihâdcılar, asıl kendileri kaba kuvvetle istibdâd idâresini sistematik hale getirmişlerdir. Elbette ki Osmanlı zâbıtası denilen polis iş başında olmuştur; hafiye tabir edilen istihbârât elemanları işe karışmıştır; ancak II. Abdülhamid, orduyu iç siyâsette asla kullanmamıştır ve en önemlisi de muhâlifleri için sürgün cezasından başka bir yola başvurmamıştır. Orduyu sadece devlete isyan eden isyancılara karşı (Ermeniler gibi) kullanmıştır. İç siyâsette orduyu kullanmak, İttihâdcılar’ın marifetidir.
Üçüncü olarak, Sultan Abdülhamid, şahsî idâresini devam ettirmek için, asla idam cezasına ve su-i kasd sistemine başvurmamıştır. En azılı muhâliflerini bile, nâdiren ve hafif hapis cezaları ile susturmak yoluna gitmiştir. Siyasi olan bütün hapis cezaları, kısa bir müddet sonra, mecburî ikamete çevrilmiştir.
Dördüncü olarak, Sultan Abdülhamid’in şahsî idâresini devam ettiren tek unsur, müstakim bir hayat yaşaması sebebiyle halk nazarında velî kabul edilerek itibar edilmesi ve bütün dünya Müslümanlarının Halîfesi ünvanıyla çok büyük bir prestije sahip olmasıdır. Saltanat itibariyle 30 milyonu ve Osmanlı Devleti’ni temsil eden Abdülhamid, hilâfet itibariyle de 300 milyonluk bütün İslâm âlemini temsil ediyordu. Abdülhamid’in hilâfet ve ittihâd-ı İslâmî kullanmaktaki dehası, dostları ve düşmanları tarafından kabul edilen müstesna bir özelliğidir. Halîfe sıfatıyla yeryüzünde Allah’ın gölgesidir ve Müslümanların en güçlü insanıdır. Düşmanları onu yıktıkları zaman, bütün İslâm âlemini yıkacaklarının farkındaydılar. Padişahlıktan düşürüldükten sonra meydana gelen olaylar, onun politikasının ne kadar gerçekçi olduğunu ispatlamak için yeterli delildir.
Beşinci olarak, Abdülhamid, icrâdaki gücünü sonuna kadar kullanmıştır;onun zamanında imar ve ma’ârif alabildiğine ilerlemesine rağmen, basın ve yayına koyduğu sansür, devrinin mühim özelliklerindendir. Hele teşkil ettiği Hafiye Teşkilâtı, özellikle son zamanlarına doğru, can yakmaya ve lüzumsuz sürgünlere sebep oluyordu. En çok önem verdiği hususlar, birinci derecede ma’ârif ve ikinci derecede bayındırlıktır. Hatta onun muhâlifi olan Hüseyin Câhid, “İmar ile siyasi iktidar mümkün olsaydı, Abdülhamid, hayatının sonuna kadar tahtta kalırdı” demiştir. 33 yıllık saltanatı içinde, okuma yazma ortalama beş misli artmıştı.
Altıncı olarak, onun şahsî İdâresinin devam etmesinin sebeplerinden biri de, halkın Abdülhamid zamanında hayatından memnun olmasıydı. Halk Devleti’n iyi yönetildiğine ve meşrû sahibinin elinde olduğuna gönülden inanıyordu. Onun için aleyhteki faaliyetler etkili olamıyordu. Enflasyon sıfırdı. Hayat inanılmaz derecede ucuzdu. Evler çok ucuzdu. Kendisi bütün dinî vazifelerini yerine getirdiğinden, dindar halk da kendisine çok bağlıydı. Müslümanlar, Abdülhamid’i candan sevdikleri gibi, gayr-ı Müslimler de, onun saygın bir şahsiyet olduğuna inanıyorlardı. Çünkü dünyada açlığın ve sefilliğin hâkim olduğu bir devirde, Osmanlı vatandaşı, huzur içinde yaşıyordu. Osmanlı ülkesinde Türklerden sonra ikinci Müslüman nüfusu teşkil eden Araplar, Sultan Abdülhamid’e âşık idiler ve kendileri de kavm-ı necîb olarak mu’âmele görüyorlardı. Müslüman Kürdler de, kendilerini Ermenilere karşı koruyan Abdülhamid için canlarını fedaya hazırlardı. Ayrıntılı bilgi isteyenler, Yılmaz Öztuna’nın Abdülhamid’le alakalı yazdıklarına bakabilirler.
Yedinci olarak, Sultan Abdülhamid’in elbette ki muhâlifleri de vardı. Bunlar şunlardır:
a)Avrupa’da tahsîl gören bazı gençler ve genç subaylardır. Buna Galatasaray Mektebi gibi seçkin okullarda okuyanları da katmak gerektir. Aleyhindeki ilk propaganda yapanların, Rusya’dan gelen gençler, Avrupai hayat yaşayan ailelerin çocukları, Arnavudlar gibi Türk olmayan aile çocukları olması dikkat çekmektedir.
b)Avrupalılar, milyonlarca Hristiyan’ı pençesinde tuttuğu, hilâfet sıfatıyla Müslümanlar üzerindeki ma’nevî nüfuzunu kullandığı ve güttüğü dış politika ile Hristiyan Devletleri birbirine düşürdüğü için, Abdülhamid’i asla sevmiyorlardı.
c)Filistin’i kendilerine satmadığı, Yahudiler ve Müslümanları birbirine kırdırtmadığı için de Ermeniler Abdülhamid’i sevmiyorlardı.
d)Hicaz demiryolu ve Bağdad demiryolu ile petrol bölgelerini onların elinden alan Abdülhamid, İngilizler ve Fransızlar tarafından da asla sevilmiyordu. Kısaca dinini ve vatanını sevenler, II. Abdülhamid’i seviyor; ama bu iki değere düşman olanlar Abdülhamid’i sevmiyorlardı.
Son olarak, son zamanlarda hafiye teşkilâtının olur olmaz jurnallerle bazı zulümlere girişmesi ve 30 yıldır devam eden şahsî idâre devrinin ister istemez bir nevi istibdâda dönüşmeye başlaması, Mehmed Akif ve Bedıüzzaman gibi bazı İslâm âlimlerinin de, İttihâd ve Terakki Cemiyeti’ni tasvip etmemelerine rağmen, Abdülhamid’e bazı ikazlarda bulunduklarını ve hatta hürriyet-i şer’iyyenin ilânı için bazı yazılar kaleme aldıklarını da burada kaydetmeliyiz. Kısaca Saray’da Hünkâr, halk arasında Padişah, resmen Hâkân, İslâm âleminde Halîfe-i Rûy-ı Zemin ve Emîr’ül-Mü’minîn olan II. Abdülhamid, nev’i şahsına münhasır bir idâre tarzı kurmuştu.(1)
2.5 BEDÎÜZZAMAN II. ABDÜLHAMİD’E MU’ÂRIZ VE MUHÂLİF Mİ?
Bu iddia sahipleri,(2) Bedîüzzaman ve Mehmed Âkif gibi İslâm âlimlerinin meşrû dairedeki hürriyet ve meşrûtiyeti istemeleri ile Abdülhamid düşmanlığını birbirine karıştırmışlardır. Elbette ki o dönemin çok mühim simaları, özellikle Hafiye Teşkilâtının son zamanlardaki baskı idâresini ten- kid etmişler ve Abdülhamid’in kurduğu hükümetlerin, bazan istibdâd denebilecek faaliyetlerini tenkid eylemişlerdir. Ancak Abdülhamid’in de Devleti’n devamını sağlamak için yürüttüğü şahsî idâre sistemini, her yönüyle meclis-i şûrâ esaslarına uygundur demek mümkün değildir.(3)
Bedıüzzaman ile diğer alimler arasında muhalefet şeklinde de önemli farklar bulunduğunu belirtmek gerekmektedir. Bu farkları iki noktada toplamak mümkündür:
Birinci Nokta: Bedîüzzaman Abdülhamid’i belli noktalarda tenkid etse bile, İttihad ve Terakki Hükümetinin onu devirdikten sonra zamanın âlimlerinin aleyhinde sürdürdükleri iftira kampanyasına asla katılmamıştır. Mesela Şeyhülislâmlığın resmi yayın organı gibi olan Beyân’ül-Hakk’da Mustafa Sabriler, Sebilürreşad’da Mehmed Akifler ve benzeri âlimler aleyhte yazılara ve Abdülhamid devrini karalamaya devam ederken, Bedîüzzaman asla bunlara katılmamıştır. İsteyenler bu dergiye müracaat edebilir ve bazı makaleleri okuyabilirler.
İkinci Nokta: II. Abdülhamid’i tenkid eden Mehmed Akif ve Abdülaziz Çaviş gibi zatlar, Mısır’daki Muhammed Abduh ve benzeri şahsiyetlerin modernist ve reformist yaklaşımlarının tesiri altına girmişlerdir ve Osmanlı Devleti içinde onların tercümanı gibi davranmışlardır. Ancak Bedîüzzaman bu tür fikirlere karşı Ehl-i Sünnet’in düsturlarını müdafaadan asla vaz geçmemiştir. Bütün bu dediklerimizin delilleri, Beyân’ül-Hak, Sebil’ür-Reşâd gibi dergilerde yayınlanan makalelerde görülebilir.
Özellikle Bedîüzzaman ile ilgili iddialara gelince, Bedîüzzaman-Abdülhamid münasebetlerini kısaca özetlemekte yarar vardır:
1907’de İstanbul’a gelen Bedîüzzaman, Meşrûtiyet’in ilânından evvel söylediği bir nutkunda, Sultan Abdülhamid’i, “Yaşasın yaralan tedavi etmek fikrinde olan Halîfe-i Peygamberi” diye vasıflandırmaktadır. 1909 Mart’ında kaleme aldığı bir makalede ise, ona şu tavsiyelerde bulunmaktadır
‘‘Ömrünün zekâtını Ömer bin Abdülaziz gibi sarf et. Ta ki, biatin manası gerçekleşsin. Meşrutiyet’i kansız kabul ettiğin gibi, Yıldız’ı da mahbûb-ı kulûb eyle. Îstibdâd, kalb-i memalik olan İstanbul’da kan bırakmadığından hüsn-ü niyeti göster. Pür-şefkat ile meşrûtiyeti kansız kabul ettiğin gibi; menfur olmuş Yıldızı mahbub-u kulûb etmek için, eski zebaniler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkikîn-i ulemâyı doldurmak ve Yıldızı Dâr’ül-Fünûn gibi etmek…
Ve ulûm-u İslâmiye’yi ihya etmek ve meşîhat-ı İslâmiye’yi ve Hilâfeti, mevki-i hakikisine is’ad etmek… Ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti, servet ve iktidarınla tedavi etmekle Yıldızı Süreyya kadar i’lâ et. Tâ Hânedân-ı Osmanî ol burc-u hilâfette pertev-nisâr-ı adâlet olabilsin.
Hem de havaîc-i zaruriyeye iktisad et Tâ alıştırılmış olan isrâfa iktidarı olmayan biçare millet de iktida etsin. Madem ki, Îmâmsın!,..”.(4)
Bedîüzzaman’a göre, Abdülhamid zamanında yapılan bütün istibdâdlar onun şahsına verilmemelidir. Maalesef İttihâdcılar bunu yapmıştır. Zira o şefkatli bir Sultandır. Başka bir eserinde de, Abdülhamid’in şahsî idaresini anlatırken, “Abdülhamid’in mecbur olduğu istibdâd” ifadesini kullanmaktadır. Namık Kemâl’in Abdülhamid’i tenkid ettiği Hürriyet Kasidesi’ni değerlendiren Bedîüzzaman, Tek Partili yılların idâresini kasdederek, meseleyi bütün yönleriyle gözler önüne sermektedir:
“Şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdâdı taşıyan şu asrın gaddâr yüzüne çarpılmaya layık iken, o tokada müstehak olmayan, gayet mühim bir zatın (yani Abdülhamid’in) yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün:
Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imhây-ı hürriyet
Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyyetten.’’(5)
1952 yılında bazı kimseler, Bedîüzzaman’ın sanki İttihâdcıları destekleyerek Sultan Abdülhamid’e muhâlif olduğu iddialarını yaymaya başlayınca, talebelerine kaleme aldırdığı Lâhika Mektubunda meseleyi bütün yönleriyle açıklamaktadır Lahikanın önce özetini ve sonra da tamamını aktaracağız:
“1) Bir adamın kusuru ile başkası mes’ul olamaz. Dolayısıyla Abdülhamid’in hükümetlerinin hataları ona verilemez.
2) Bedîüzzaman, II. Meşrûtiyetin başında, hürriyet-i şer’iyyeyi teşvik etmiş, bazı siyasi muhaliflerinin istibdâd adını verdikleri, Abdülhamid idâresi için de, “mecburi, cüz’î ve hafif istibdâd”, İttihâdcılar’ın zulmu için ise, “pek şiddetli külli istibdâd” tabirlerini kullanmıştır. Şu cümlesi meşhûrdur: “Eğer meşrûtiyet, İttihâdcılar’ın istibdâdından ibaret ise ve Şerî’ata muhâlif hareket demek ise, bütün dünya şâhid olsun ki, ben mürteciyim.”
3) Hürriyet, İslâmî terbiye ile terbiye olunmazsa, çok şiddetli bir istibdâda dönüşeceğini haykırmıştır ve maalesef öyle de olmuştur.
4) Abdülhamid’in yabancı düşmanlara karşı gösterdiği dehası, İslâm âleminin tam bir halîfesi olması, Şark Vilâyetleri’ni Hamîdiye Alayları ve İslâm kardeşliği ile Ermenilere karşı koruması; İslâm’ın bütün hükümlerini hayatında yaşaması ve Yıldız Sarayında ma’nevî şeyhini eksik etmemesi sebepleriyle bir velî olduğunu açıkça ifade etmiştir.
5) Ancak insan hatasız olmayacağından, onun da bazı hataları olduğunu ve ancak bu hataların mecburiyet altında işlenen hatalar bulunduğunu açıkça beyân eylemiştir.(6)
Şimdi de tam metni verelim:
SULTAN ABDÜLHAMİD HAKKINDA BİR BEYAN
“Bir muallim kardaşımız, Sultan Hamid’in hakkında Üstâdımızın Hürriyet başında söylediği nutuklarda, Sultan Hamid’e hücum etmiş ve o kıymettar padişahın kıymetini takdir etmemiş gibi bir şüphe gelmiş.
Elcevap: Biz Üstâdımızdan aldığımız hakikat-i hal ile cevap veriyoruz.
Elcevap: Üstâdımızın bütün hayatındaki birinci düsturu ,Kur’an-ı Hakimin bir kânun-u esâsisidir ki: “ Bir adamın cinâyetiyle başkası mesul olamaz” kâide-i Kur’âniyesi ile, “O padişahın zamanındaki hükümetin hatâları ona verilmez” diye dâimâ hayatında ona hüsn-ü zan etmiş, onun bâzı zaman mecburiyetle ettiği kusurları da, onun muârızlarına karşı da tevile çalışmış.
Saniyen: Üstâdımız, Hürriyetin başında bütün kuvvetiyle şeriat dairesindeki hürriyet-i şer’iyeyi senâ etmiş, nutukları ile halkları o hürriyete dâvet etmiş ve hürriyet-i şer’iyeye muhâlif olanlara demiş ki:
” Eğer şeriat dairesinde olmazsa, istibdat nâmını verdiğiniz, bir şahsın mecburi, cüz’i ve hafif istibdâdı, pek şiddetli bir istibdâd-ı külli olup inkısam edecek. Herkes ,bir nevi müstebit olur. İstibdâd-ı, mutlak çıkar. Binler istib- dad hükmüne dönecek, yani,hürriyet ölecek ,bir istibdâd-ı mutlak çıkacak.”
Hattâ, bu meselede Üstâdımız, idam için kurulan Divân-ı Harb-i Örfi’de demiş ki: “Eğer meşrûtiyet, İttihatçıların istibdâdından ibâret ise veya hilâf-ı Şeriat hareket ise, bütün dünya şâhit olsun ki, ben mürteciyim.”
Sâlisen: Üstâdımız, o zamanda bir hiss-i kable’l-vukû nevinde şimdiki âlem-i İslâmın ecnebi istibdâdından kurtulması ve bir Cemâhir-i Müttefika-i İslâmiye tarzında tezâhüre başlamasını tasavvur etmiş, ümit etmiş , hissetmiş ve bütün kuvvetiyle bağırmış, hürriyet-i şer’iyeyi takdir etmiş. O zamanki hutbelerinde demiş ki: “Hürriyet, terbiye-i İslâmiye ile olmazsa, ölecek; bir istibdâd-ı mutlak,yerine çıkacak.”
Râbian: Üstâdımızdan hem işitmiş, hem hâlinden anlamışız ki, ecnebilerin şiddetli desise ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve kanaat; husûsan âlem-i İslâmın kısm-ı âzaminin halifesi olmak; hem, biçare vilâyât-ı Şarki- yenin bedevi aşâirini Hamidiye Alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye ve medeniyeye onları sevk etmesi,Hamidiye Camiinde her Cuma günü bulunması , şeâir-i İslâmiyeye elden geldiği kadar mürâât etmesi, daima Yıldız dairesinde mânevi üstâdı kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi, çok hasenâtı için ,Üstâdımız, bütün hayatında onun padişahlar içinde bir nevi veli hükmüne geçtiğini kanaat etmişti.
Muhsin-Ziyâ 1953, Fatih/İstanbul”(7)
O halde başta Bedîüzzaman ve Mehmed Âkif olmak üzere, büyük İslâm âlimlerinin Abdülhamid’e muhâlif oldukları ve hatta aleyhindeki hal’ fetvasini hazırladıkları şeklindeki iddialar doğru değildir. Fetvayı zamanın Fetvâ Emîni Hacı Nuri Efendi imzalamamıştır; ancak maalesef İttihâdcılar’ın kuklası haline gelen Şeyhül-İslâm Mehmed Ziyâuddin Efendi imzalamıştır. Bu fetvâdaki hal’ gerekçeleri tamamen iftiradır. Zira Sultan Abdülhamid’in 31 Mart Vak’asına sebep olduğu zikredilmiştir ki, tamamen yalan olduğu ortaya çıkmıştır. Dini kitapları yaktırdığı iddia edilmiştir ki, tam bir iftiradır; zira en çok dinî kitap onun zamanında basılmıştır. Devlet hâzinesini isrâf ettiği söylenmektedir ki, Abdülhamid gibi dindar bir Padişah’a bunu isnâd etmeye şeytan bile yaklaşmaz. Zâlim olduğu ileri sürülmüştür ki, iktidarı boyunca idam cezasını uygulamadığı herkesin malumudur.(8)
Dilekçede görüldüğü gibi, Bedîüzzaman, Şark Vilâyetleri’ne ma’ârifi götürmek istemesiyle, pek çok faidelerin yanında, Osmanlı Devleti’nde karışıklığı önlemek ve âşâ’irin birbirine karşı sarf ederek kırıp bitirdikleri büyük kuvveti toplattırıp Hükûmeti’n eline vermekle, dış düşmanlara karşı o kuvveti kullanmak ve neticesinde hal-i hazırdaki vahşet ve cehâletleri ile birlikte, medeniyet ve ma’ârife kabiliyetli bir millet olduklarını, lâkin fıtratlarında mevcud bu kabiliyet ve isti’dat ma’denini ma’ârif ile işletmekle o muazzam netice elde edilebileceğini ve o zaman bu milletin adâlete nasıl istihkak kesbedeceğinin bilineceğini söylüyor. Fakat yukarıda belirtildiği üzere, Mâbeyn paşaları bu maksad ve neticeleri göremiyerek veya görmezlikten gelerek, dilekçesinde gösterilen o muazzam hizmeti nazarı ehemmiyete almıyor. Lâkin buna rağmen Bedîüzzaman’ın ümidi kırılmıyor. İnkisar-ı hayale uğramıyor. Yine aynı maksad üzerinde çalışmasına devam ediyor.
2.6 BEDÎÜZZAMAN’IN ESKİ ESERLERİ, YENİ ESERLERİ VE HATIRALARINDA II. ABDÜLHAMİD İLE İLGİLİ TESBİTLERİ
Bu mesele belli mihraklar tarafından çok tahrif edildiği ve kaşındığı için konuyu, bütün yönleriyle ele almak istiyoruz:
2.6.1 BEDÎÜZZAMAN’IN ESKİ ESERLERİNDE II. ABDÜLHAMİD
1- Meşrûtiyetin ilânının ilk günlerinde söylediği nutkunun son bölümünde: “Yaşasın yaraları tedavî etmek fikrinde olan Halîfe-i Peygamber“(9) demek suretiyle, onun şahsiyet ve makâmının ne olduğunu ortaya koymaktadır.
2- 23 Mart 1909’da Volkan gazetesinde yayınlanan “Dağ meyvesi acı da olsa devadır.” başlıklı makalesinin yedinci maddesinde:
”Hilâfete dair bir rû’yadır. Âlem-i menamda Padişah’ı (Sultan Abdülhamid’i) gördüm, dedim: Sen zekât’ül-ömrü, Ömer-i Sânî (Ömer bin Abdülaziz) mesleğinde sarfet! Tâ ki, Meşrûtiyet riyâsetine lâzım ve bi’atın ma’nâsı olan teveccüh-ü umûmiyeyi kazanasın!
Padişah dedi: “Ben onun yolunda gideyim. Siz de ol zaman ehlini taklid edebiliyor musunuz?.. Bir de sizde, onlardaki kuvvet-i İslâmiyet ve safvet ve ahlâk…”
Ben dedim: Bizdeki tenbih-i efkâr-ı umûmî ve tekmil-i mebâdî ve vesâ’it ve ihata-i medeniyet, o noktaların yerini tutmakla, hem o noktaları istihsal, hem de netice-i matlub olan adalet ve terakkiyi intaç edebiliyoruz. Düvel-i ecnebiyenin adâleti bunu ispat eder.
O dedi: Nasıl yapacağım?
Dedim: îstibdâd, kalb-i memalik olan İstanbul’da kan bırakmadığından, hüsn-ü niyeti göster. Pür-şefkat ile Meşrûtiyet’i kansız kabul ettiğin gibi, menfur olmuş Yıldız’ı mahbub-u kulûb etmek için, eski zebaniler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkıkîn-i ulemayı doldurmak ve yıldız’ı darülfünûn gibi etmek ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve Meşihat-ı İslâmiyeyi ve Hilâfeti mevki-i hakikisine is’ad etmek ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti servet ve iktidarınla tedavi etmekle yıldız’ı süreyya kadar âlâ et. Tâ hanedan-ı osmanî ol burc-u hilâfette pertevnisar-ı adalet olabilsin. Hem de havaic-i zaruriyeye iktisad et, tâ alıştırılmış olan israfa iktidarı olmayan biçare millet de iktida etsin. MADEM Kİ İMAMSIN! Birden uyandım, gördüm ki; asıl bu âlem-i yakaza rü’yadır. Asıl uyanmak (uyanıklık) ve hakikat o rü’ya imiş.(10)
İşte Bedîüzzaman Hazretleri, rüya diye tavsif ettiği ve onu gazetelerde bir çeşit açık mektub tarzında neşrettiği ve onun sonunda. “Asıl uyanıklık ve hakikat o rüya imiş” dediği makalesinde, merhûm Sultan Abdülhamid’in İslâm Halîfesi olduğunu açıklamaktadır. Ayrıca Hazret-i Osman Radiyallahü anhuya benzer bir tarzda, elinde gücü, kuvveti, askerî varken, kan dökülmemesi için, Jön Türkler’in ve İttihâdçılar’ın Selânik’te 21 Temmuz 1908’de i’lân ettikleri anayasayı ve Manastır’da yeryer hâdiseler çıkararak, işi kuvvete döktükleri sırada, Sultan Abdülhamid’e bağlı kuvvetler, ordu ve askerlerin başındaki yüksek rütbeli âmirler, defalarca ona yalvararak, karşı koymaları için izin istedikleri halde, sonunda 31 Mart hâdisesinde Yıldız Sarayı’nı çeviren Hareket Ordusu’na karşı, bilhâssa onun tüfekçi başısı Arnavut Halil Bey ayaklarına kapanıp hüngür hüngür ağlayarak izin istediği halde, onun merhamet ve şefkati kan dökülmeğe rıza göstermemesini hatırlatmaktadır. Bütün bunlara rağmen, Hareket Ordusu şehri işgal ettikleri zaman, Padişah’ın Tüfekçibaşısı’nı yakalayıp, getirip onun Saray’ının bahçesinin kenarında asmışlardır. Bu da gösteriyor ki; Bedîüzzaman’ın “Pür-şefkat ile Meşrûtiyet’i kansız kabul ettiğin gibi…” ifadesiyle bu ve buna benzer hâdiseleri ifâde etmektedir.
Ayrıca, bu hakikatli rü’yanın şu paragrafında biraz daha açık ifadeyle:
Nefret edilen Yıldız Sarayını kalplerin sevgilisi haline getirmek için, zebani gibi olan istihbaratçılar yerine, rahmet melekleri gibi âlimleri doldur. Yıldız Sarayını üniversite haline getirmek, İslâmi ilimleri ihyâ etmek, Şeyhül-lslâmlığı ve Hilâfeti hakiki mevkiine ulaştırmak; milletin kalp hastalığı olan dindeki zafiyet ve baş hastalığı olan cehâleti, servet ve iktidarınla tedavî etmekle, yıldızı Süreyya kadar yükselt! Ta, Hânedân-ı Osmanî ol Hilâfet burcunda adâlet yıldızlarını parlatsın.(11) demek suretiyle, Osmanlı Hânedânı’nın ebedî kalması ve daima hilâfet burcunda kalarak, etrafında adâlet saçmak için Halîfeye yol gösteriyor ve irşâd ediyordu.
3- “Kürdistan ulemâ ve meşâyıh ve rüesâ ve efradına Meşrûtiyet’e dair telkinâtıdır” başlıklı yazısında, Bedîüzzaman, Padişah Abdulhamid için şöyle diyor:
Şimdiye kadar Padişah’a iktida ettiniz fakat milletin vahşetinden dolayı, tedenni ve inkirazın mahkumu olan kuvvet ve cebri millette isti’mal lüzum gördünüz. Şimdi de Padişah yine size imâmdır, iktida ediniz ki, o ömr-ü ebedîye mazhar olan ma’rifet ve adâleti ile milletini idare edecek. Hasıl-ı kelam, Efendimiz o kadar haşmetli ağalık kürkünü sündüs-i adalet ve merhamete tebdil etmiş. Siz de o eski ağalık abası yerine hulle-i adalete ve riyaset-i adilaneyi giyiniz!(12)
Bedîüzzaman Hazretleri Padişah’a ve hilâfet-i İslâmiye cihetinden Halîfeye, şarklı vatandaşlarını, itaate, i’tidale, iktidaya davet etmekle beraber; Meşrûtiyet dönemi icabatından olan ma’rifet ve akıl yolunda yürümelerini, zulüm ve cebri bırakmalarını, milleti istihdam etmek değil, ona hizmet etmelerini tavsiye ediyor ve Meşrûtiyet şerefinin esasını yine Sultan Abdülhamid’e veriyor.
Aynı yazının devamında ise, şöyle diyor:
İstibdâdın ma’den ve menbiti olan şeref ve haysiyet ve i’tibarî rütbeden istimdat ve milleti istihdam., ve hatır ve tahakküm ve tarafdarî râbıta etmekdir ki; vahşetin ağalığı budur. Ümm’ül-ağavat olan Yıldız’da, Eb’ül-ağavat olan Sultan Abdülhamid bu ağalıktan vazgeçti. Nerede kaldı başka sivri sinekler!(13)
Burada gerçi Bedîüzzaman, Şark’taki ağalık ve zorbalığın şeref ve haysiyyet cihetiyle milleti istihdam etmeklik şekline vurması içinde, Sultan Abdülhamid’in ismi de bil-münasebe geçmektedir. “Ağaların Babası” şeklinde bir ta’bir vardır ve gerçekten de Sultan Abdülhamid, bir zamanlar Şark’taki aşiretleri kendisine, dolayısıyla Osmanlı Saltanatı’na bağlamak maksadıyla büyük aşîret reislerine, kimisine paşalık, kaymakamlık, kimisine binbaşılık rütbesi vermiştir. Neticesinde o aşîret çöl paşalarının çok zulümleri ve vahşetleri vaki’ oldu. Fakat bu, Sultan Abdülhamid’in, o zamanki şartlara göre devlet idâresindekı bir siyâsetiydi. Yanlış ve hatalı olabilirdi. Ama Padişahın, o reislere paşalık ve rütbeler bahşederken “gidin millete zulmedin, yağma edin şeklinde bir emri, işareti yoktu ki, o suçların tamamı ona yüklensin, Onun niyeti dağınık, dağ ve derelerde yaşayan o reislere birer rütbe vererek, hükümete karşı itaatlerini te’min idi. Ayrıca, Üstâd Bedîüzzaman aynı yazısında Sultan Hamid bu ağalıktan vazgeçti” diyerek onu bu suçtan tebrie etmektedir.
4- 31 Mart 1909’da Dîvân-ı Harb-i Örfîdeki müdâfa’atının Onbirinci cinayetinde, Sultan Abdülhamid’le ilgili kısmında şöyle der:
İstibdâdlar umumen Sultan-ı Mahlû’a isnâd edildiği halde, onun Zabtiye Nâzırı ile bana verdiği ma’âşı ve ihsan denilen rüşvet ve hakk-ı sükûtu kabul etmedim, reddettim. Milletimin nâmını lekedar etmedim. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli Sultan’a boyun eğmedim.(14)
Bedîüzzaman “İstibdâdlar umumen Sultan-ı Mahlû’a isnâd edildiği halde…” sözüyle, JönTürk Hareketi’nin başladığı zamanları kasdetmektedir. Gerçekten o zamanlar, başta Namık Kemâl, Ziya Paşa ve sonra Mehmed Âkif gibi Mücâhid, edib şâ’irler, hürriyet-perverler, Sultan Abdülhamid’e şiddetli hücum ettikleri ve bütün istibdâd ve tahakkümleri onun şahsından bilip itiraz ettikleri bir gerçektir. Lâkin Hazret-i Üstâd Bedîüzzaman ise; isnâd edildiği halde” diyor. Yani gerçek olarak değil, belki o zamanlar öyle telâkkî ve kabul ediliyordu demek istiyor. Ve “O şefkatli Sultan’a boyun eğmedim” sözüyle Sultan Abdülhamid’in şefkatli, merhametli ve dindar bir insan olduğunu kaydediyor.
Ayrıca, Bedîüzzaman Hazretleri o zamanki en heyecanlı nutuk ve makalelerinde, hiç bir zaman Sultan Abdülhamid’in şahsiyetine, makamına ve şahsî, İnsanî ahvâline sair hürriyet-perver mücâhidler gibi hakaretâmiz sözlerle ilişmemiş, hücum etmemiştir. Ancak nasihat tarzında bazı şeyler söylemiştir.
5- Meşrûtiyet’in Hânından iki sene sonra, 1910 yılının sonu ve 1911 yılının başında te’lif ve tab’ettirdiği Münâzârat isimli eserinde, istibdâd ve meşrûtiyeti ta’rif ederken, Sultan Abdülhamid’in bahsi münasebetiyle şöyle der:
”Zira sabıkta Padişah kendi yerinde mahbus gibi oturuyordu. Biçare mil-letin halini anlamıyordu.. Veyahut za’f-kalb ve kuvvet-i vehm ile anlamak istermiyordu. Yahut mütehevvısane ve mütekeyyilane ve mütekalkıl olan tabiatı anlattırmağa nıüsa’id değildi’‘.(15)
Burada Sultan Abdülhamid’in şahsiyyetine zahirde bir ta’riz görünmektedir. Lâkin dikkat edilirse, birkaç ihtimali birden nazara veriyor. En baştaki ihtimal, “kendi yerinde mahbus gibi oturuyordu” ifadesiyle, Mâbeyn’deki paşaların aldatmaları veyahut onu bir çeşit ablukaya almalarıyla “mahbus gibi” yani sağını solunu tam ma’nasıyla haberdar olarak bilmiyordu. Aldığı malumat da “Mâbeyn”den geçerek kendisine ulaşmaktaydı. Sondaki ihtimal ise, Onun beşerî ve İnsanî ve fıtrî bazı hallerinden ve za’if olan bazı damarlarından bahsediyor ki, onun tamamen beşeriyetine yöneliktir. Yaratılış itibarîyle vesveseli, hassas, tereddütlü olabilirdi. Fakat bunlar, onun kötü niyetliliğine, kasdî olarak onları işlediğine delâlet etmez. Bedîüzzaman da ahirki zaif ihtimal ile birazcık onun fıtrî beşeriyetine ve zaif damarına vuruyor.
6- Hizanlı Şeyh Selim’in(16) Hürriyet hakkındaki:Arapça şiiri ki, “Hürriyet ancak ateşe lâyıktır. Zira kâfire mahsus bir şi’ardır” sözünü sual tarzında Bedîüzzaman’a tevcih ettikleri zaman, o da şöyle cevab vermiştir:
”O biçare şâir, hürriyeti bolşevizm mesleği ve ibâha mezhebi zannetmiş.Haşa! Belki insana karşı hürriyet, Allaha karşı ubudiyyeti intaç eder. Hem de çok adamlar görmüşüm, Sultan Hamid’e Ahrârdan ziyâde hücum ediyordu ve derdi:”Hürriyeti ve Kanûn-ı Esâsîyi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır.”
İşte yahu, Sultan Abdulhamid’in mecbur olduğu istibdâdını hürriyet zanneden ve Kanûn-ı Esâsî’nin müsemmâsız isminden ürken (adamların) sözünde ne kıymet olur: Belki böyle diyenler öyledirler. Hem yirmi senelik İslâmiyet’in bir fedaîsi de demiştir:Yani: Hürriyet, insanlara Allah’ın bir atiyyesidir. Çünki îmânın hasiyetidir.”(17)
Bedîüzzaman’ın bu, dini rasihâne bilen hakikatli cevabında görüldüğü üzere, o zaman ba’zı müfrit yarı hocalar ve tekfire meraklı hasta mizaçlılar,hemen bir ayetin zahirî ma’nâsına yapışarak, mezkûr Anayasa’yı kabul edenleri, bilhassa işin başındaki Türkleri küfürle ittiham etmişler. Fakat Bedîüz- zaman, o zaman cevab vermiş ve o biçare müfritlerin yanlış fikirlerini ortaya koymuş ve onları susturmuştur.
Bediüzzaman’ın Münazarat adlı eserindeki şu kısmı anlayabilenler, onun Abdülhamid hakkındaki fikirlerini daha iyi değerlendirebilirler;
Sual; İnkılâptan on sene evvel, hükümete nihayet derecede mûteriz olduğun halde, hükümete hücum edenlere dahi îtiraz ederdin. Hatta selâtin-i Osmâniyeyi ifratla senâ ederdin; hatta derdin: ‘Muhtemeldir, Abdülhamid, muktedir değil ki dizgini gevşetsin, milletin saadetine yol versin. Veyahut hatâ bir içtihad ile olabilir, bir gayr-i makbul özrü kendine bulsun. Veyahut avanelerinin ve vehminin elinde mahpus gibidir.’ Sonra birden bütün kabahati ona attın. Neden hem îtiraz, hem hücum ederdin; hem de bazılara karşı müdâfaa ederdin?
Cevap: İnkılâptan on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde, beni hakka irşad eden bir zâta rast geldim. Siyasetteki muktesit mesleği bana gösterdi. Hem, ta o vakitte, meşhur Kemâl’in “Rüyâ” sıyla uyandım. Lâkin, maatteessüf, sû-i tesadüfle hükümete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı, Araptan sonra İslâmiyetin kıvâmı olan Etraki tadlil ediyorlardı. Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel olan kanun-u esâsîyi ve Hürriyetin ilânını tekfire delil gösterdi.
İkinci kısım olan ehl-i tefriti gördüm; dini bilmiyorlar, ehl-i İslâma insafsızca itiraz ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte şimdi Osmanlılıktan tecerrüd edip, tam tamına Avrupa’ya temessül etmek fikrinde bulunanlar şu kısımdandır. Bununla beraber, istibdat kendini muhafaza etmek için herkese vesvese verdiği gibi, beni de inkılâptan on sene evvel aldattı ki, ehl-i ihtilâlin ekseri masondur. Lillahilhamd, o vesvese bir iki sene zarfında zâil oldu. Ta o vakitte anladım; bizim ekser ahrarımız, mûtekid Müslümanlardır.
Elhasıl: Hükümete hücum edenlerin, bazıları “Haydo, Haydo” derlerdi. Bazıları “Haydar Ağa, Haydar Ağa” derlerdi; ben “Haydar” derdim. Şimdi de “Haydar” diyorum, vesselâm.(18)
6. 2 BEDÎÜZZAMAN’IN YENİ ESERLERİNDE II. ABDÜLHAMİD
Merhum Sultan Abdülhamid’le ilgili eski eserleri ve makalelerinden alınan mezkûr nümunelerden başka, hayatının ikinci devresi olan Yeni Said tabir ettiği zamanlarında bu mevzuda söyledikleri kısaca şöyledir:
1– 22. Lem’a’da; Sultan Abdülhamid’in ismi zikredilmemiş, ama ona karşı söylenmiş bir şiir’i bir münasebetle kaydederken şöyle diyor:
Evet, şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya layık iken ve hâlbuki o tokada müstahak olmayan, gayet mühim bir zâtın, yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün
“Ne mümkin zulm ile bîdad ile imhay-ı hürriyet
Çalış idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyetten.“(19)
Bu beyân ile Bedîüzzaman Hazretleri, Sultan Abdülhamid’i “gayet mühim bir zât’ şeklinde tavsif ederek, ona karşı yazılan, söylenen tenkidlerin, hücumların adalet terazisinde tartılması gerektiğini vurguluyor.
2- Beşinci Şu’â’ Risalesinin tetimmesinde zulüm ve istibdâd mes’elesi münasebetiyle şöyle demektedir:
Zannederim, asr-ı ahirde İslâm ve Türk hürriyet-perverleri bir hiss-i kablel-vuku’ ile bu dehşetli istibdâdı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp, yanlış bir hedef ve hata bir cebhede hücum göstermişler.(20)
Bu paragrafta Bedîüzzaman Sa’îd-i Nursî Hazretleri çok açık ve kesin olarak, Sultan Abdülhamid’e atılan i’tiraz oklarının ve hücumların katiyyetle yan-lış ve hata olduğunu söylemektedir. Namık Kemaller, Mehmed Akifler bir hiss-i kablel-vuku’ ile çok sonra meydana çıkacak bir istibdâd ve zulmü hissetmişler, fakat hücum oklarını yanlış bir hedefe atmışlardır, diyor.
3– Birinci Şu’â’ Risâlesi, 29. ayetin beyânının sonunda şöyle demektedir:
Âlem-i İslâm için en dehşetli asır altıncı asır ile Hülâgu fitnesi ve onüçüncü asrın âhiri ve ondördüncü asır ile harb-i umûmî fitneleri ve neticeleri olduğu münasebetiyle bu cümle makam-ı ebcediyle altıncı asra ve evvelki cümle gibi kelimeleri ile bu asra, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine îma eder.(21)
4- Sekizinci Şu’â’nın âhirinde, Hilâfet-i İslâmiye hakkında gelen hadîs-i şerifin ma’nây-ı işarîlerini yazarken cifrî ve ebcedî hesabiyle, Hicrî 1328, Rumî 1326 (Milâdî 1910) ederek hilâfet-i İslâmiye’nin sona erdiğine işâret ettiğini, ayrıca İslâmiyet’in ilk dört Halîfeleri Hazret-i Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Alî -Radiyallahü teala aleyhim ecma’in-in isimlerinin beraberce Ebcedî makâmı yine 1326 Rumî (1910) ederek Hilâfet-i Osmaniye’nin sona ereceğine ve bu tarihten sonra, artık Hilâfet’in şartlarına muvafık tarzda takarrür etmediğine ve etmiyeceğine işâret ettiğini kaydetmekle, Sultan Abdülhamid’in İslâm’ın son Halîfesi olduğuna açıkça işâret etmektedir.(22)
5- Rumuzât-ı Semâniye Risâlesi’nde, Sûre-i Alak’ın bazı cümleleri 1322 Rumî/1324 Hicrî/1907 Miladi ederek yine Hânedân-ı Osmaniye’nin hal’ ve nasb gibi mühim olaylarına baktığını ve Balkan ittifakiyle zuhura gelen mühim hâdiselere işâret ettiğini kaydetmektedir.(23)
6- Başka bir eserinde Bedîüzzaman şöyle diyor:
Hilâfet-i Abbasîye, Hülagu’nun hücûmiyle hatime verildi. Üç dört asır za- man-ı fetretten sonra (Mâide: 54; Allah öyle bir millet getirir ki, Allah onları sever ve onlar da Allah’ı sever…) âyetinin sırrına mazhar olan Osmanlı âdil padişahları, hadîs-i şerifteki istikameti yerine getirmeye çalıştıklarından, hadîsin hükmiyle ümmet için bin sene hilâfet-i İslâmiye’yi ve Şer’-i Şerif üzerine giden Hükûmeti’n idâmesine vâsıta oldular.(24)
7- 1952 senesinde İstanbul’da Nur talebesi bir muallimin zihnini meşgul eden, Üstâd Bedîüzzaman Hazretleri’nin II. Meşrûtiyet sıralarında, Sultan Abdülhamid’le macerasını ve Üstâd’ın o sıra neşretmiş olduğu nutuk ve makalelerindeki bazı ifadelerini, sair hürriyet-perverler gibi Bedîüzzaman’ın da bir i’tirazı, bir hücumu ma’nâsında anlaması üzerine, Bedîüzzaman Sa’îd-i Nursî Hazretleri bu konuda talebelerine bir yazının ana hatlarını dikte ettirmiş ve bir lâhika olarak o zamanlar hem eski harfle hem de yeni harfle teksir ettirerek neşrettirmiştir. O mektubu tekrar olmasına rağmen buraya Osmanlıca orijinaliyle birlikte aynen buraya alıyoruz.
”Bir muallim kardeşimiz Sultan Abdülhamid’in hakkında Üstâdımızın hürriyet başında söylediği nutuklarda, Sultan Hamid’e hücum zannetmiş ve o kıymetdar Padişahın kıymetini takdir etmemiş gibi bir şüphe gelmiş?…
Elcevab: Biz Üstâdımızdan aldığımız hakikat-i hal ile cevab veriyoruz.
Evvela: Üstâdımızın hayatındaki birinci bir düstûru: Kur’an’ı Hakîm’in bir Kanûn-ı Esasisidir ki; “Bir adamın cinâyetiyle başkası mes’ul olamaz!.” kaide-i Kur’aniyesiyle o Padişah’ın zamanındaki Hükûmeti’n hataları ona verilmez,diye daima hayatında ona hüsn-ü zan etmiş. Onun ba’zı zaman mecburiyetle ettiği kusurları onun muarızlarına karşı te’vile çalışmış.
Saniyen: Üstâdımız Hiirriyet’in başında bütün kuvvetiyle Şerî’at dairesindeki Hürriyet-i Şer’iye’yi sena etmiş, nutuklarıyla halkı o hürriyete davet etmiş. Ve Hürriyet-i Şeri’ye’ye muhalif olanlara demiş ki; Eğer Şerî’at dairesinde olmazsa, istibdâd namı verdiğiniz, bir şahsın mecburî, cüz’î ve hafif istibdadı, pek şiddetli bir istibdâd-ı küllî olup inkisam edecek. Herkes bir nevi müstebid olur, istibdâd-ı mutlak çıkar, binler istibdâd hükmüne dönecek, yani; hürriyet ölecek, bir istibdâd-ı mutlak çıkacak. Hatta bu mes’elede, Üstâdımız idam için kurulan Dîvân-ı Harb-i Örfı’de demiş ki: Eğer Meşrûtiyet İttihâdçılar’ın istibdâdından ibaret ise ve hilâf-ı Şerî’at hareket ise, bütün dünya şâhid olsun ki ben mülteciyim.
Salisen: Üstâdımız o zamanda, bir hiss-i kablel-vuku’ nev’inden şimdiki âlem-i İslâm’ın ecnebî istibdâdından kurtulması ve bir Cemâhir-i Müttefika-i İslâmiye tarzında tezâhüre başlamasını tasavvur etmiş, ümit etmiş, hissetmiş ve bütün kuvvetiyle bağırmış. Hürriyet-i Şer’iyeyi takdir etmiş. O zamanki hitabelerinde demiş ki: “Hürriyet, terbiye-i İslâmiye ile olmazsa ölecek, yerine istib- dâd-ı mutlak çıkacak
Rabian: Üstâdımızdan hem işitmişiz, hem halinden anlamışız ki: Ecnebilerin şiddetli desise ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve metanet, hususan âlem-i İslâm’ın kısm-ı azaminin Halîfesi olmak; Hem biçare Vilâyat-ı Şarki- ye’nin bedevi aşâirini Hamîdiye alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye ve medeniyeye onları sevk etmesi ve Hamîdiye Camii’nde her cuma günü bulunması ve şe’âir-i İslâmiye’yi elden geldiği kadar müraat etmesi ve daima Yıldız dairesinde ma’nevî Üstâd kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi; çok hasenatı için Üstâdımız bütün hayatında onu Padişahlar içinde bir nevi velî hükmüne geçtiğini kanaat etmiştir.
Hamisen: İnsan hatasız olmaz. Eğer onun hakkında o zaman nutuklarında, bir mecburiyet tahtında şiddetli hataları olsa da, elbette o hatanın hiç bir ehemmiyeti kalmaz. Hem Aşere-i Mübeşşere içinde, Hazret-i Ali (R.A.) ile Hazret-i Talha ve Zübeyir’in birbiri hakkındaki hataları, onların Hakikat-ı İslâmiye’ye dair uhuvvetlerine zarar vermediği gibi, elli sene evvel Üstâdımızın merhûm Padişah’ın hakkında bir hatası medar-ı i’tiraz olamaz.
Üstâdımızın hizmetinde bulunan Nur Talebeleri.(25)
Görüldüğü üzere, bu lahika mektubundu beş vecihle merhûm Sultan Abdülhamid tebrie ediliyor. Ve onun hasenatı seyyiatına mutlak şekilde galib olduğundan ma’nevî makâmı ve derecesi yüksek olduğunu belirtiyor. Bedîüzzaman Hazretleri diğer hürriyet-perverlerden çok derece hafif, nasihat kabilinden bazı itirazlarını da kendi üzerine alıyor ve Padişah’ı lâyık olduğu nisbette medhediyor.
2.6.3 BEDÎÜZZAMAN’IN HATIRALARINDA 2. ABDÜLHAMİD
Bedîüzzaman Hazretleri’nin son on senelik hayatının en yakın talebe ve hizmetkârlarından nakledilen bir iki rivayeti daha kaydedelim:
1- Mustafa Sungur: Bedüzzaman Hazretlerinin son on yıldan fazla devamlı yanında olan hizmetkârlarından ve talebelerinden olan Mustafa Sungur ağabeyin naklettiği bir hatıra var ki, Said Nursi Hazretlerinin Sultan Abdülhamid’le alakalı görüşü ve kanatine en kuvvetli delillerdendir. Şöyle ki:
“Üstâdımızdan hem işitmişiz, hem halinden anlamışız ki: Ecnebilerin şiddetli desise ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve metanet, hususan âlem-i îslâmın kısm-ı azaminin halifesi olmak; Hem biçare vilâyat-ı şarkiye’nin bedevi aşairini “Hamidiye” alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye ve medeni- yeye onları sevk etmesi., ve Hamidiye camiinde her cuma günü bulunması ve şeair-i İslâmiye’yi elden geldiği kadar müraat etmesi., ve daima yıldız dairesinde ma’nevî Üstâd kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi; çok hasenatı için Üstâdımız bütün hayatında onu Padişahlar içinde bir nevi velî hükmüne geçtiğini kanaat etmiştir.”
“Yine Mustafa Sungur nakletti: Bir gün Üstâdımız merhum Sultan Abdülhamid hakkında demişti ki: “Sultan Abdülhamid velidir. Ben onu hususi dualarım içine almışım. Her sabah; “Ya Rabbi sen Sultan Abdülhamid Han ve Sultan Vahidüddin ve Hanedan-ı Osmaniye’den râzı ol!” diye dualarımda yadederim” demişlerdi.”(26)
2- Mustafa Sungur ve Bayram Yüksel: Bir gün Üstadımız merhûm Sultan Abdülhamid hakkında demişti ki: ‘‘Sultan Abdülhamid velidir. Ben onu hususi dualarım içine almışım. Her sabah, ya Rabbi sen Sultan Abdülhamid Han ve Sultan Vahidüddin ve Hânedân-ı Osmaniye’den râzı ol!” diye dualarımda yadederim” demişlerdi.(27)
İşte konunun başından buraya kadar, gerek yazılı gerek rivayet yollu ifade ve beyânların mecmuundan çıkan netice şudur ki:
Bedîüzzaman Sa’îd-i Nursî Hazretleri eskiden II. Meşrûtiyet’in Hânından evvel ve sonrasında, Hürriyet-i Şer’iyenin gerçek ma’nâda Osmanlı devleti idâresinde yerleştirilmesini ve bu meyanda Hilâfet Saltanatı’nın idâresini, bir kaç paşanın fikir ve tedbiriyle değil, büyük bir millet meclisi ve onun yanında geniş ve büyük bir şûrâ meclisi tarafından kararlar altına alınmasını istemiş ve bu yolda mücadele vermiştir. Bu mücadeleleri esnasında, bazen bilmünasebe ve dolayısıyla Sultan Abdülhamid’e karşı da i’tirazvari veya nasihat şeklinde sözleri varid olmuştur. Lâkin Bedîüzzaman’ın bu kabil sözleri ise, bir İslâm Halîfesinden bazı hizmetlerin yapılmasını taleb ve bazı nasihat şeklinden ibaret olduğu, yukarıda nakledilen yazılı ifadelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Başkaca herhangi bir itiraz, şahsiyyetine bir hücum tarzı yoktur.
Prof.Dr.Ahmed Akgündüz – Arşiv Belgeleri Işığında Sultan 2.Abdulhamid ve Bediüzzaman,Osav yay.,syf:42-66
Dipnotlar:
1- Karal, Osmanlı Tarihi, c. VIII, sh. 191-575; Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, c. I, sh. 584- 599.
2- Bu iddiaları teker teker ele acağız. Ancak özet olarak verirsek, burada ilk zikretmemiz gereken şahsiyet Necip Fazıl’dır. Onun Risâle-i Nur karşısında yanlış veya eksik bir duruşu vardı. Ehl-i fetret konusunda Bedîüzzaman’ın tespitlerini içine sindireme- miştir ve aleyhinde bazı ifadeler kullanınca Mehmed Kırkıncı Hocamız Erzurum’dan gelmiş ve Ebu Hamid Gazalî’nin Risâlelerinde benzer ibareleri göstermiş ve Necip Fazıl geri adım atmıştır. Krş. Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, (İstanbul: Büyük Doğu, 1997), sh. 244-245; Necip Fazıl Kısakürek, Bedîüzzaman Sa’îd Nursî, İstanbul, Büyük Doğu Yayınları, 2009. Ahmed Şimşirgil, Necip Fazıl’ın iddialarını tekrar etmektedir.
Bir diğer isim Ömer Faruk Yılmaz’dır. Bkz. Ömer Faruk Yılmaz, Sultan İkinci Abdülhamid Han, İstanbul: Osmanlı Yayınları, 1999, sh. 288-293; Burada Bedîüzzaman’ı da maalesef Sultan Abdülhamid muarızları arasında saymaktadır. Maalesef yanlış yorumlardan başka bir dayanağı yoktur.
Bir Başka şahsiyet ise, muhterem Hocam İhsan Sürey-ya Sırma, II. Abdülhamid’in İslâm Birliği Siyâseti, İstanbul, Beyân Yayınları, sh. 113-114. Şöyle iddia ediyor:
“Ancak, bu meşrûtiyetçilerin “meşrûtiyet” anlayışları birbirinden farklılıklar arz ediyordu. Fakat onlar, bu görüş farklılığına rağmen, Abdülhamid’in aleyhinde birleşmesini bildiler: Bedîüzzaman Sa’îd Nursî’den, Mehmed Akif’e; Enver Paşa’dan, Rıza Tevfik’e kadar… Hatta Tefsir yazarı Elmalılı Hamdi Yazır’a kadar. Ne var ki tarih, bu zevatın bir kaç dönmenin oyununa geldiklerini ayan beyân göstermiştir.”
Bedîüzzaman’ın eserlerini ve değerlendirmelerini okuyanlar bunun ne kadar temelsiz bir tenkid olduğunu anlayacaktır. Biz de ayrıntılı olarak değerlendireceğiz. Muhterem Hocamız, bu mesnedsiz değerlendirmelerine Bedîüzzaman’ın Meşrûtiyet fikrini tam anlamadan devam etmektedir. Bkz. sh. 115 vd. Ayrıca krş. İhsan Süreyya Sırma, Belgelerle II Abdülhamid Dönemi, İstanbul: Beyân Yayınları.
Sultan Abdülhamid ve Bedîüzzaman konusunda Muhterem Kadir Mısıroğlu’nun değerlendirmeleri ise, nazara alınmayacak kadar sathî olduğundan üzerinde durmuyoruz. Kadir Mısıroğlu, Bir Mazlûm Pâdişâh: Sultan II. Abdülhamid adlı eserinin mukaddimesinde çok yakışıksız olan “Sultan II. Abdülhamid’e muhâlefet kendilerine hiç yakışmayacak iki şahıstan biri olan Üstâd Bedîüzzaman Sa’îd-i Nursî, pek geç kalmış dahî olsa, âhir ömründe nedâmet göstermiştik’ demekte ve Sultan Abdülhamid’in torunu Nemika Sultan’dan helallik dilediğini iddia etmektedir. Naklettiğimiz vasıflandırması asla doğru değildir; ayrıca muhtevasından da tamamen kuşkuluyuz. Zira Bedîüzzaman’ın Sultan Abdülhamid değerlendirmesini biraz sonra ayrıntılarıyla açıklayacağız.
Muhterem Abdülkadir Badıllı Ağabey, bu manasız iftiralara İlmî ve mantıklı cevaplar ihtiva eden bir makale kaleme almıştır. Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, c. I, sh. 446; Bedîüzzaman Abdülhamid’de Yanıldı mı?
(3)-Bedîüzzaman’ın talebelerinden Muhsin Alev’in hatıralarında anlattığı bir olay, Be- dîüzzaman’ın Abdülhamid hakkındaki görüşlerini net bir şekilde ortaya koymaktadır. ‘İstanbul’da Sultan Abdülhamid hakkında kitap yazan bir adam, merhûm Padişah’a çok hücum edip hakaret ediyormuş. Bunu Üstâd duyunca üzüldü. Bize, “Sultan Abdülhamid 60 milyon Müslümanm Halîfesiydi. Ben ona bir velî nazarıyla bakıyorum” diye buyurarak Abdülhamid hakkında bir lahika mektubu neşretmişti.” Nur Talebelerinden Ziya ve Muhsin imzasıyla daha sonraları Münâzarâta eklenen bu lahika mektubunda şu ifadeler bulunmaktaydı: ‘Üstadımızdan hem işitmiş, hem hâlinden anlamışız ki, ecnebilerin şiddetli desise ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve kanaat; husûsan âlem-i İslâm’ın kısm-ı âzaminin Halîfesi olmak; hem, biçare vilâyât-ı Şarkiyenin bedevî aşâirini Hamîdiye Alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye ve medeniyeye onları sevk etmesi, Hamîdiye Camii’nde her Cuma günü bulunması, şeâir-i İslâmiye’ye elden geldiği kadar mürâât etmesi, daima Yıldız dairesinde manevî üstâdı kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi, çok hasenât, için, Üstadımız, bütün hayatında onun padişahlar içinde bir nevi veli hükmüne geçtiğini kanaat etmişti.” Bkz. Necmeddin Şahiner, Son Şâhidler Bediüzzaman Said Nursi’yi Anlatıyor’ Cilt 1- İstanbul 1994, Yeni Asya Yayınları, s. 307;Munazarât,sh. 150-151 (Yeni Asya Neşriyât).
(4)- Dağ meyvesi acı da olsa devadır, Misbah, 19.9.1324/2.10.1908 tarihli 2. Sayısı. “Mis* hah” gazetesi 2 Ekim 1908 nüshasında, bu nutkun ilk bölümünün başında şöyle bir tarif koymuştur:
“İstanbulumuzca Kürd Hoca denmekle ma’ruf, fâzıl-ı şehîr Bedîüzzaman-ı Kürdt Molla Sa’îd Hazretieri’nin inkılâb-ı mes’ud ibtidâlarında Dersa’âdet ve Selanik’te kiraren irad edip bilhassa gazetemize ihda eylediği nutk-ı irticâlidir”
(5)-BSN, Lem ’alar, sh. 171.
(6)-Emirdağ Lahikası Müntehap dosya,sh: 56, Üstadımızın hizmetinde bulunan Nur talebeleri.
(7)-Emirdağ Lahikası Müntehap dosya, sh: 56, Üstadımızın hizmetinde bulunan Nur talebeleri.
(8)-Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, c. I, sh. 618-619; Büyük Türkiye Tarihi, c. VII, sh. 231-233 (Bu konuyu bütün ayrıntılarıyla bu eserlerde bulmak mümkündür); Uzunçarşılı “II. Sultan Abdülhamid’in Hal’i ve Ölümüne Dair Bazı Vesikalar”, sh. 705-748; Badıllı Mufassal Tarihçe-i Hayat, c. I, sh. 176-184; Bedîüzzaman Sa’îd Nursî, Âsâr-ı Bedi’iyye sh. 312,376,361,364,408,462; Müntehab Dosya, sh. 56 (Badıllı’dan naklen); Muvafak Benil-Merce, Es-Sultan Abdül Hamid, Kuveyt 1984, sh. 410 (Bütün kitap, Abdülhamid ile ilgilidir).
(9)- Badıllı, Mufassal Tarihçe, c. 1, sh. 217.
(10)-Misbah, Dağ Meyvesi Acı da Olsa Devadır, 19.9.1324/2.10.1908, Sayı: 2; Sayfa: 11 vd.; El Yazma Nutuk (Üstâd Tashihli), İstanbul, 1323/1907, sh. 1 vd.; Badıllı. Âsâr-ı Bedî’iyye, sh. 376.
(11)-Misbah, Dağ Meyvesi Acı da Olsa Devadır, 19.9.1324/2.10.1908, Sayı: 2; Sayfa: 11 vd.;El Yazma Nutuk (Üstâd Tashihli), İstanbul, 1323/1907, sh. 1 vd, Badıllı, Mufassal Tarihçe, c. I, sh. 219.
(12)– Ittihâd ve Terakki Gazetesi, Yıl: 1, No: 14, sh. 3, 6 Eylül 1908; Badıllı, Âsâr-ı Bediyye, sh. 361.
(13)-Ittihâd ve Terakki Gazetesi, Yıl: 1, No; 14, sh. 3, 6 Eylül 1908; Badıllı, Âsâr-ı Bedî’iyye. sh. 364.
(14)-Badıllı, Âsâr-ı Bediiyye, sh 312
(15)- Badıllı, Mufassal Tarihçe, c. 1, sh. 221.
(16)-Şeyh Selim yahut Molla Selim, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne 1913’de ilk isyanı başlatan şahıstır. Daha sonra 1915-1916 Rus Harbi’nde şehit düşmüştür. Ayrıntılı bilgiyi ileride vereceğiz.
(17)-BSN, Münâzarât, sh. 22-23.
(18)-BSN. Münazarat. sh.126. Osmanlıca.
(19)-BSN, Lem’alar, sh.l71,Yirmiikinci Lem’a.
(20)-BSN, Şu’âlar, sh. 594, Beşinci Şu’â/Tetimme olarak üç küçük mes’ele/ikinci Mes’ele.
(21)-BSN, Şu’âlar, sh. 721, Birinci Şu’â.
(22)-BSN. Şualar sh. 506. Ondördüncü Şu’â/Gençlik Rehberi’nin küçük bir haşiyesi.
(23)-BSN, Rumûzât’i Semâniye, Osmanlıca, sh. 191-192.
(24)-BSN, Lem’alar, Osmanlıca, sh. 425.
(25)-Müntehab Dosya, sh. 56.
(26)-Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, sh: 326
(27)-Şahiner,Son Şahitler,c1.,sh.379-455