Tevessül ve İstiğase Konuları
Bize Mekkeli bir Müslümandan uzun bir yazı geldi. Sahibi beni herhalde keskin bir kılıç zannederek, uzun uzadıya konuşup, sözlerini tekrarlayıp, ısrar ediyor ve hattâ yazının sonunda diyor.- Ey faziletli hocam! Kendisinden başka ilâh olmayan Allah hakkı için, tevessül ve istiğâse meselelerinin insafla tahkikini senden rica ederim, diyor ve sorular yöneltiyor.
Biz, Vehhabîlerin o suallerini özetleyip ondaki târiz ve yakışmayan şeylerden yüz çevirip, başarı Allah’dandır diyerek sual ve cevaplara başlıyoruz.
S — Resûlullah (s a.v.) salih ölülerden hacet ve dua talep edilmesi hakkında velev bir hadis-i şerif bile buyurmuş ise, zikretmenizi rica ederim.
C — Evvelâ biz bu sorunun tersini onlardan soralım ve diyelim ki: Hadîs-i şerifte Resûlullah’dan (s.a.v.), insanları salih kimselerden dua etmek, onlardan haced talep etmekten nehy hakkında bir şey varit oldu mu? Bu hususta velev bir hadîs bile olsa zikretmeni senden rica ederim.
İkincisi: Soru sahibine diyoruz ki: Usûl-i fıkıh ilminde sabit olup bilindiği üzere, bütün şeylerin cevazı, hakkında emir olmasına bağlı değil, belki ondan nehy edilmemesine bağlıdır. Şeriat’ta ondan nehy edilmeyen şey câizdir. Herhangi bir şeyin haram olması hakkında şer’î bir nass olmadığı takdirde o şey mubahtır.
Şüphesiz Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sahih hadîsinde bizlere yapmayı emrettiği şeyi terk etmeyerek yaptık, ondan nehy ettiği şeyden kendimizi koruduk.
İşte âlimlerin bildikleri ilim kuralları budur.
Tevessül ve istiğâsenin ölülerden yapılmaması meselesi ise, zayıf bir fikirdir. Zira bu hususta durumunuzun şu iki ihtimâli vardır:
Ya ölülerin idrak etmelerini, ilim sahibi olmalarını, dua etmelerini, işitmelerini inkâr edip kabul etmezsiniz veya kabul edersiniz. Şayet inkâr ederseniz, isbatı için Âdem ile diğer peygamberlerin (a.s.), sahih hadis kitapları olan Buharî ve Müslim ile diğer hadîs kitaplarının rivâyetlerine göre Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) Mi’rac gecesi yaptıkları dualarını ve Peygamber Efendimizin, «Sizin amelleriniz bana gösteriliyor, onda hayır bulsam Allah’a hamd- ederim, ondan başkasını bulsam, Allah’dan size af dilerim» buyurduğu hadîs-i şerifi ile dirilerin yaptıkları amellerin Peygamber’e gösterildiğini beyan eden bu hadîs-i şerif gibi dünyayı dolduracak kadar kesin deliller getirebiliriz.
Hiç şüphe yok ki, îbn Teymiyye bizatihi «Fetava» kitabında bunu zikretmiş ve îbn Kayyım dahi bunun tamamiyle sabit olduğunu itiraf etmiştir.
Ölülerin böyle hususiyetleri olduğunu, bu çağın (ruhçu) Avrupalılarının da itiraf etmeleri, tesadüf eden güzel delillerdendir. Onlardan on asır önce Eflâtun ile diğer feylozoflar dahi bunu kabul etmişlerdir. Demek ki, bu mesele din ve dünya ilimlerinin âlimleri; müslim ve gayrimüslim, eser ve nakil ehli olanlar ile felsefe ve akılcılar arasında ittifak edilmiş bir konudur. Lâkin Vehhabîler, hadîs-i şerifte varit olduğu gibi ölülerin, ilim, idrak, işitme duygusu olduğunu, dua edip kendilerine selâm verilirken selâm aldıklarını itiraf ve kabul ettikten sonra, ölülerden bu hususların talep edilmesini kabul etmezlerse tenakuza düşeceklerdir. Veya münakaşanın mukaddimelerini kabul edip, neticesini inkâr ettikleri veya mantık kuralına göre lâzımları melzumlarından kestiklerini söyleyebiliriz. Lâzımı melzumlardan ayırmayı akıllı kimse yapmaz.
Kaldı ki, faziletli (üstün) kimse yapabilsin! Hele bu münakaşayı kökünden izale edecek öyle şeyler zikrettik ki, meselâ Peygamberdin (s.a.v.) hayatında ve vefatında kendisine tevessül edilmesi hakkında Osman b. Hanîfden rivayet ettiğimiz sahih hadîs-i şerif, onda, «Ey Muhammed! Rabbinin katında bana şefaat et!» cümlesini kullanmıştır. Adamın ondan talep ettiği şefaattan maksadın, Peygamberim (s.a.v.) kendisine dua etmesini istemekten başka bir mânâsı yoktur.
«Allah’ım! Bana, Senden istemem için dilekte bulunanların hürmetine Senden hacet diliyorum», diye sahih hadîs de vardır. Diğer bir hadis-i şerifde, «Peygamberin ile ondan önceki peygamberlerin hakkı için» diye geçmektedir, öyle ise, salih zatlara tevessül edilmesi sabittir.
Yazdığımız bazı makalelerde, Vehhabîlerin iddia ettikleri gibi, tevessül asla şirk sayılamaz, dedik. Çünkü diri kimse, ruhu ile diri olan ve Berzah hayatının özelliklerinden faydalanan ölüden, bir şey talebinde bulunduğunda, icad ve yaratma yolu ile değil, sebebiyet ve kesb cihetiyle ondan talep eder. Zira onu, diri kimsenin rütbesinden üstün tutmaz. Hattâ o kimse, diri kimseden bir şey isterse, icad ve yaratmasını talep etmez. Mahlûktan bir şeyi kesb yolu ile talep etmek, ne şirk, ne de küfürdür.
Ölünün hiçbir tasarrufu olmadığını farzetsek bile, onu çağıran veya ondan yardım isteyen kimse ulûhiyyet değil, sebebiyetin itikadında hata etmiş olur. Allah’dan başka zahirî sebebiyet olduğunun itikad edilmesi câhillerin itikad ettikleri gibi ulûhiyyet itikadı değildir. Gerçekten yukarıdaki beyanımızdan anladığın üzere Allah’dan başkasına sebebiyet itikadı yanlış bir şey değildir. Ancak Vehhabilerce yanlıştır. Şayet tevessül, ölünün Allah katındaki rütbesine olursa işin câiz olduğu açıktır. Çünkü ölüm, insanın dünyada iken Allah katındaki makamını değiştirmez.
S — Peygamber (s.a.v.), Allahü Teâlâ’ya tevessülün bir türünü veya Allah’a yaklaştıran bir şeyin beyanını terk etti mi?
C — Hayır, Resûlullah (s.a.v.) insanı Allah’a yaklaştıran veya tevessülün çeşitlerinden hiçbirisinin beyanını terk etmemiştir.
Yukarıda geçen Osman b. Hanîf hakkında rivayet edilen hadisteki tevessülü anladın. Hattâ Peygamber Efendimiz kendi yüzüsuyu hürmeti ile, ondan önceki peygamberlerin hürmeti ile tevessül etmiştir. Âdem (a.s.), Peygamber Efendimiz dünyaya gelmeden önce onunla tevessül etmiştir. Bunların hepsi bundan önceki makalelerimizde yazılmıştır. Bundan sonra, soranlara rehber olacağı umulur. Resûlullah’ın (s.a.v.) makamı diğer insanlarınkinden üstündür. Şunu da ekleyelim ki, Efendimiz (s.a.v.) ubûdiyetin kemalindeydi. Kendisi, Allah’ın rububiyyetini ve sonsuz kudretini; herkesin O’nun kulu olduğunu; Allah’ın geniş fazl ve kereminin şümûlünü iyi biliyordu. Yine Efendimiz (s.a.v.) mutlak Efendinin (Allah’ın) katında kulları için manevî makamlar olup, her birinin bir meziyeti olduğunu, Allah’ın verdiği nimetler için ancak Aziz ve Çelil olan O’na kulluk yapmak gerektiğini biliyordu. Kullar arasında irtibat ve menfaat tebâdülü olması da gerekir. Peygamber (s.a.v.) bu inceliklerin tümünü herkesten daha ziyade bilirdi ki, Hz. Ömer’den dua talep etmiş ve Uveysü’l-Karanî’den de talep etmesi için Hz. Ömer’e emretmiştir.
Fatıma binti Esed hakkında geçen hadîse göre, kendisi de önceki peygamberlerin hürmetine tevessül ederek Allah’tan dilekte bulunmuştur. Bir ihtiyacımız olunca, bize tevessül etmemizi emretmiştir. Hattâ hikâyesi geçen âmâya, «Şayet öyle bir ihtiyacın olursa bunun gibi yap!» diye buyurdu. Hz. Osman’ın hilâfeti zamanında bir iş için kendisine gidip gelen adam da Hz. Peygamberin buyurduğu gibi yapmıştır. Bu olayı daha önce beyan ettik. İşte Veh- habîler hiçbir mahzur olmayan bu tevessül işinde Müslümanları tekfir etmektedirler.
S — Peygamber’den (s.a.v.) rivayet edilen, «Sizi Allah’a yaklaştıracak hiçbir şeyi terk etmeden hepsini size beyan etmişimdir», hadîs-i şerifi sabit midir? Bu doğru ve sabit ise, dirilerin ölülerden dua talebinde bulunmaları, Resûlullah’ın (s.a.v.) buyurduğu emirlerden olup bunu yapmak câiz mi olmaktadır?
C — Evet Peygamber’in (s.a.v.) böyle buyurduğu sâbittir. ölülerin dirilere yaptıkları dua bir kardeşin kardeşine duası kabilin- dendir. Gerçekten, sahih hadis bize bildirmiş ki, dua hususunda diri kişi ile ölü kimse arasmda hiçbir fark yoktur. Yukarıda geçtiği üzere ölü kimse, diri kimse gibi dua eder. Zira ölüm câhillerin zannettikleri gibi fânilik veya yokluk ve bitiş ve hiç oluş değildir. Ölüm, ancak bir yurttan başka bir yurda intikâl etmekten ibarettir.
Şiir:
ölümü ölüm zannetmeyin çünkü o,
Gerçek bir hayattır, emelin sonudur.
ölümün hücumu sizi korkutmasın çünkü o, bu dünyadan bir intikaldir.
Devamla tekrar ediyoruz ki, şüphesiz Âdem (a.s.) ve diğer peygamberler, Peygamberimiz’e (s.a.v.) dua etmiş ve o da, Berzah âleminde ümmetine dua etmektedir. Hattâ izahımızdan anladığın ve ilerde de anlayacağın üzere, vefat etmiş babalarımız da bize dua ediyorlar. Şunu diyelim ki, bizler sîzlerden, tevessüle mübahdır demenizi, Müslümanları, önderiniz Muhammed b. Abdulvehhab gibi tekfir etmemenizi istiyoruz.
Vehhabîlerin Müslümanları küfürle suçlamalarının hiçbir geçerli delili yoktur. Vefat etmiş ve ruhu âhiret âlemine gitmiş sâlih bir kişiden dua istemek niçin küfür olsun? Farz edelim ki ölülerin, Vehhabîlerin dediği gibi duymaları, anlamaları, bir şey yapmaları mümkün değildir. Bu faraziyeye göre bile -haşa- onda uluhiyet vasfı tasavvur edilmiş değildir ki?.. Vehhabîlerin görüşüne göre Müslümanların yanıldıkları farz edilse bile, bu hatâ ölmüş kimseyi bir sebep, bir vesile kabul etmekten ileri gelmektedir ki, ehl-i İslâmın tekfir edilmesi için sebep teşkil edemez.
Müslümanların bu davranışları aklın, vicdanın, mantığın ışığında; din kurallarının aydınlığında hiçbir vecihle küfüre yorulamaz. Bir kimse aslında sebep teşkil etmeyen bir şeyi sebep edinirse o adam cahil olabilir-, ama asla kâfir olamaz. Bu sorunun cevabı bu kadar yeterlidir.
S — Resûlullah (s.a.v.) Allahü Teâlâ’nın, «Ey Resûl! Sana Rab- binden gönderilen şeyleri tamamıyla bildir» (Maide, 67) meâlinde buyurduğu âyet-i celile ile amel ederek, yine Mâide sûresinin, «Ey iman eden kimseler! Allah’ın azabından sakınıp ona vesileye (yaklaşmaya) yol arayınız» (âyet, 35) âyetinde buyurulan vesileyi halka bildirdi mi?
C — Bu doğru bir soru değildir. Doğrusu şöyledir: Maide sûresinde, mü’minlere, onunla emir olundukları vesileyi halka beyan et ti mi, diye sorulmalıdır. Zira bu âyette bilfiil mü’minler emr olunmuştur. Gerçi âyet-i celilenin hitabına Peygamber de (s.a.v.) dahildir.
Soru sahibinin sualinin tamamında, Allahü Teâlâ’nın meâlen buyurduğu, «Ey Resûlüm! Sana Rabbinden gönderilen şeyleri tamamıyla bildir» (Mâide, 67) âyet-i celilesini delil olarak zikretmesi cehâlet eseridir ve bir şaşırtmacadır. Çünkü bu âyetteki emir ve hitab, Allah’ın risâletini ve vahyini bütün halka bildirmesi ile ilgili olarak yalnız Peygamber’e (s.a.v.) mahsustur, öyle ise soranın bu sözü fazladır, tekrardır. Zira Efendimiz (s.a.v.) emir olunduğu vesileyi ümmetine bildirmiş ve onu hadis-i şerifinde yeterli bir ifade ile yorumlamıştır.
Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: Bir kimse sana Resûlullah (s.a.v.), Allah’ın kendisine indirdiği şeylerden bir şey ketmettiğini (sakladığını) bildiğini haber verse, şüphesiz yalan söyler, diyerek sonra şu âyet-i celileyi okudu: «Ey Resûlüm! Rabbinden sana indirilen şeyleri bildir!» Müslim ve Buharî bu hadîs-i şerifi rivayet etmişlerdir.
Kur’ân-ı Kerim Arapça’dır ve Arap lügatiyle nâzil olmuştur. Vesile kelimesinden yalnız bir mânâ (diri kimse) kastetmenizin hiçbir mânâsı yoktur. Delilsiz bir iddiadır. Bunu gerektiren bir şey de yoktur. Şüphesiz Osman b. Hanîf ile başkasının hakkında rivâyet edilen hadîslerde mutlak tevessül sarahaten bildirilmiştir. Hele hadîsin sonunda, «Şayet bir ihtiyacın olsa, yaptığın gibi yap», buyruğu ile açıkça tevessüle işaret etmiş ve diğer makalelerimizde beyan ettiğimiz üzere Hz. Osman b. Affan’ın (r.a.) hilâfeti zamanında onunla amel edilmiştir.
S — ölülerin dua etmemesi ve meşrû olmayan şeylerle onlara hitab etmemek itikadından, onların kerametlerinin inkân lâzım geliyor mu? Evet, lâzım gelir, dediğiniz zaman, bize kesin delillerini beyan edip bu nev’i tevessülün (ölüye tevessül) cevazı hakkında sahabeden, tabiînden veya onlara tâbi olan imamlardan bir nakil zikrediniz.
C — Evet Enbiya ve salih zatların Allahü Teâlâ katındaki kerametlerini inkâr eden sizin gibilerin, ölülerin kerâmetlerini de inkâr etmeleri lâzım gelmektedir. Çünkü Allahü Teâlâ katında hiçbir makamları olmayıp bize dua etmeleri mümkün olmaz şeklindeki itikadınıza göre ruhların hiçbir şey yapmaya güçleri olmazsa, onların ne gibi bir kerametleri olacaktır? Sizin de onlara keramet isbat etmenizin ne mânâsı olacak ve bununla beraber sizler onlar için hiçbir fiil olmadığını ve onların Allahü Teâlâ nezdindeki makamlarıyla tevessül etmek küfür olduğunu iddia ettiniz.
Şu halde onlar için ne gibi bir şey olabilir?
Mezkûr tevessül için (ölülere) sahabe, tâbiîn ve onlara iktida eden imamlardan caizdir, diyen kimseler hakkında bizden açıklama istemenize gelince, şunu deriz ki;îbn Teymiyye’den önce ve sonra gelen bütün ümmet câiz olduğunu kabul etmişlerdir. Sorduğunuz bu suali çevirip sizden soralım: Acaba sizin de sahabe, tabiîn ve onlara uyan imamlardan bu nev’i tevessülün men’ini .ve şirktir diyen kimseyi bize zikretmeniz mümkün müdür? Bütün hak mezheblerde Peygamber’in (s.av.) türbesini ziyaret edenlerin ona tevessül etmelerinin câiz olduğunda ittifak etmediler mi? Bu husus için size Han- belilerin, kezâ bütün imamların nasslarını zikrettik. Fakat inkârcı iddianız için ne selef, ne de sened hiçbir isnad yoktur. Hattâ âlimlerin tümü Kabr-i Şerifi ziyaret eden her kişinin tevessül etmesi yalnız câiz değil, belki ondan matluptur dediler.
İşte ümmetin icmâı budur. Kâfi ve kalblere şifa veren akli ve nakli deliller kitabımızda geçmişti. Sonra size şunu da diyelim ki, ölümden sonra ruhlarda öyle bir güç vardır ki, hayatta, dünyada oldukları zaman o kadar iş göremezlerdi, diye imamınız İbn Kayyım bunu itiraf etmedi mi?
Bu konu tâ imamlarınıza kadar ulaşmıştır. Sizler ise, enbiyânın mucizeleri ve evliyanın kerâmetleri hakkında arasıra hevânıza tâbi oluyor, arasıra da hakkı kabul ediyorsunuz. «Ibtalci, inkarcı kişi, ister istemez illâ tenakuza (çelişkiye) düşer» diyene Allah rahmet eylesin. Bizim sizi dalâletle vasıflandırdığımızın sebebi ise, sizin Müslümanları tekfir edip kendilerini, mallarını helâl etmekle Cehennemin köpekleri olan selefiniz Haruriye tâifesinin yoluna sülük ettiğinizdendir.
Hiç şüphe yok ki, Haruriye tâifesinin kınanması hakkında Peygamber’den (s.a.v.) tevatür yolu ile birçok hadîs-i şerifler rivayet edilegelmiştir. Şayet diyecek olsaydınız ki: İnsanların bütün işlerinde vasıtasız olarak Allah’a müracaat etmeleri evlâdır. Allah katında, sebeblerin, vasıtaların sona erdiği bir makam vardır. Nitekim Hz. İbrahim (a.s.) (ateşe atılırken) Cebrail (a.s.) ona, «Bir ihtiyacın var mı?» diye sorunca İbrahim (a.s.), «Ama senden yoktur», demiştir, diyecek olsanız ve bu yolda gidip itikad ederseniz, bizler size itiraz etmeyip, sizinle şiddetle münakaşa etmeyecektik. Eğer, tevessül hakkında tekfir’den başka bir fikriniz olsaydı, biz sizin için bunlar kendi kafalarına müctehidtirler ve böyle zannetmişlerdir, işlerin sonucu Allah’a havale edilir.
Birçok müctehidler ictihadlarında hata etmişlerdir, diyecektik. Ama size böyle diyemeyiz. Çünkü ictihadlarında hatâ eden âlimler; kendilerini sizin yaptığınız gibi takdis etmeyip halka zorla, kılıçla kendi fikirlerini beğendirmediler. Belki doğru, başkalarının fikrinin daha doğru olduğu ihtimalini câiz kılar. Peygamber’den (s.a.v.) rivâyet edilen, «Müslümana sövmek fâsıklıktır, onunla dövüşmek küfürdür (küfre benzer büyük bir günahtır)» ve (Taberâni İbn Mesud’dan) «Birisi Müslüman kardeşine «Ey kâfir» deyip de o adam hakikat kâfir ise (mahzuru yok); değilse, söylediği söz kendisine döner», hadîsi mâlumdur. îmam Mâlik te lif eylediği «Muvatta» kitabı için Abbasîler’den El-Mansur’un halkı o kitabı esas olarak kabule zorlamasına razı olmadı. İslâm ümmetini, âlimlerin hürmetini, hidâyet imamlarını ve Resûlullah’-ın vârislerinin hukukunu ve nefsini küçültmeyi düşünerek «Muvatta» ile amel edilmesi için Harun er-Reşid’in teklifini reddetti. Fakat câhil kimse, kendi nefsini tâzim etmekten başka bir şey bilmez. Âlim kimse ise, Rabbini tâzim etmekten başka bir şey bilmez. Allahü Teâlâ’nın makamını yükselttiği kimseyi tâzim etmek Allah’ı tâzim etmek demektir. Nitekim Allahü Teâlâ, «Kişinin Allah’ın nişanlarına hürmet göstermesi, kalbleri Allah’a karşı gelmekten sakındırır» (Hac, 32), diye buyurmuştur.
Daha sonra soru sahibi der ki: Rabbini bilen ve zikrine özenen bir Müslüman, Allah’ın hitab ve münâcatından zevk aldıktan sonra bu âlemden diğer bir âleme naklolmuş, Allah’dan başka kimsenin onun hâlini bilmediği ölü kullardan birine teveccüh ederek ondan hacet dileyip ona hitab etmesi caizdir, dememiz bizim için mümkün değildir. Buharî’nin «Sahih» kitabında zikredilen Ümmü’l- Â’lâ’nın hadisi sizce malûmdur ki, ondan şöyle rivâyet edilir: Sahabenin muhacir kısmından Ebu’s-Saib, Ümmü’l-Â’lâ’nın yanında vefat ederken, ona şöyle der: «Benim sana şehâdetim budur ki, gerçekten Allah sana ikram etmiştir» deyince, Resûlullah (s.a.v.) Ümmü’l-Â’lâ’ya, «Allah ona ikram ve ihsan eylediği hangi şeyi sana haber verdi?» diye buyurmuştur. Buna benzer çok hadîsler vardır. Hepsi de, ölülerin dünyada yaptıkları amellerine göre Berzah âlemine göç ettikleri yolundadır. Bedir savaşında şehid olan veya Ukkâşe ve Muhsan gibi, haklarında Cennet ehli olduklarına dair hadîs nassı olanlardan başka ölen hiçbir kimse hakkında Cennetlik veya Cehennemliktir, diye kesin hüküm vermemiz câiz değildir.
Ben derim ki: Soru soran hazretin, söylediği bu vaaz şeklindeki cümlelerin içine dercettiği bazı şeyleri kaçırmadan eleştirip hesabını yapacağız. «Rabbine teveccüh edip manevî zevk alarak onun zikrine özen gösteren…» ifadesiyle sözünün zâhirini süslediği cümlesine evet deriz. Allah’ın zikri o kadar zevklidir ki, kalblerinin tümüne tesir ediyor. Fakat ancak tevessül meselesi ilmî, tahkiki bir konu olup hakkında kapalı konuşma ve dedikodunun faydası yoktur.
Bu şekilde reddedilmez.
Yukarıda dedik ki: Şayet Vehhabîlerin fikirleri, sualde zikrettikleri mânevi kemâl makamı olsaydı, bunu eleştirmeyecektik. Fakat onlar Müslümanlardan, Resûlullah’a (s.a.v.) ve ümmetinden sâlih zatlara tevessül eden kimseyi tekfir ettiler. Bu konu nerede, sualdeki konu nerede? Bunlar, biribirlerinden uzak mânâlardır. Şayet soru soranın maksadı, Allah’ı zikredip ona münâcaatta bulunmak tevessülden evlâdır demek ise, evleviyyet hususunda bizimle onların aramızda muhalefet yoktur. Fakat insanların manevi dereceleri ayrı ayn olup, bazılarının diğerlerine nazaran dereceleri daha üstündür. Bazıları, her hususta Evvel ve Âhir olan Allahü Teâlâ dan medet umar. Her şeyin O’ndan geldiğini yine O’na döndüğünü bildiği halde, kendisine sebep ve vasıtalar edinmesinde hiçbir mahzur yoktur. Kezâ müsebbib olan Allah’a itimat eden kimsenin, Allah’ın kudretini düşünüp, hikmetine bakıp sebepleri terk ederek hacetini doğrudan doğruya Allah’dan istemesinde hiçbir mahzur yoktur. öyle ise, ne bu kimse ve ne de öteki kimse günahkârdır.
Bazı insanların faziletçe bazılarından üstün olduğu sözünü kabul etsek bile, soruyu soranın dediği gibi ölülere hitap etmek Allah’ın zikrinden gelen zevk ve ünsiyeti keser demesi doğru mudur? Yoksa tevessül konusunu vaaz ve edebiyat üslubuyla kendi lehine mi çevirmek istiyor? Niçin bunu bir diriye yapılan talep ve tevessül hakkında demiyor? Ondan hacet talep edip tevessül edilen bir vezir veya kral veya bir halife bile olsa, mütevessil kimsenin Allah’a münacaatı ve talebi ve O’nunla ünsiyeti daha iyi değil midir?
Soru sahibi sorusunda «Birçok câhillerin, ölülerin halini ve hangi durumda öldüklerini bilmiyoruz» diye câhillerin dedikleri sözleri sualine dercetmiş; bu ise Müslümanlar hatta Allah hakkında beslenen kötü bir zandır.
Soru soranın dikkatini şuna çevirelim: Hadîs-i şerifte, «Hayatı ne şekilde (hayır veya şer) geçmişse kişi o hâlet üzere ölecektir.» Bu Allah’ın bir âdetidir. Bu âdet ve kaidenin dışmda kalan ölünün hükmü şazzdır, istisnadır.
Daha sonra deriz ki: Bu âlemde (dünyada) bazı işler hattâ Şeriat işleri ve fıkıh hükümleri bile, zannî bilgiler üzerinde tesis edilmiştir. Buna göre, ölülerimizi yıkamamız, kefenlememiz, üzerinde namazları kılıp Müslümanların mezarlıklarında gömmemiz, mallarını vereselerine vermemiz ve daha başka şeyler yapmamız vâcibtir. ölülerin durumları hakkında, tahkiki bir bilgi sahibi değiliz. (Lâkin o tahkiki bilgiyi zaten hiçbir kimse şart koşmamıştır).
Öyle ise, hayatta iken hayırlı ve iyi durumda olan kimseyi ölümünden sonra, hayırlı ve salih kişilerden saymamız vâcibdir. Sâilin sorusunda geçen vesveselere uyup da, ölüler hakkında bundan başka konuşmamız caiz değildir.
Biz Vehhabîlerden birisine, ölü babasının durumu nedir, Müslüman mıdır, kâfir midir? desek, kendisi öfkelenecek mi, yoksa öfkelenmeyecek mi? Pederi hakkında cezm ve yakîn bilgiden başka bir şeyle (zanla) amel etmememizi ister mi? Yine sâil, müteveffa pederi hakkında cezm ve yakin bilgiden başka, bir şeyle (zan, şek) ile amel etmememizi ister mi?
Sâilin işaret ettiği Osman b. Mazun’un hadîsine gelince, o hadîs-i şeriften maksat, Allah’ın geniş tasarrufunu anlatmak ve ubu- diyyet rütbesi, Allah’a yapılan rica ve yalvarma makamından öteye geçmez, demektir.
Ümmü’l-Â’lâ’nın söylediği sözüne gelince, Saib’e yaptığı duasında, Allahü Teâlâ’nın kesin olarak Ebu Saib’e ihsan edeceğine kanaat getirerek cezm etmiş ve bu kesin kanaatinin şâhidlik olduğunu nitelemiştir. Zannederim ki, Ümmü’l-Â’lâ, adama dindarlık ve sâlihlikle tanıklık etseydi Resûlullah’ın cevabı da, ona göre olacaktı. Hazret-i Peygamber, bu mezkûr hadisin sonunda, «Şüphesiz ben ona hayr ümit ediyorum» diye buyurmuştur. Acaba soru sahibi hayr ricasıyla, hayr zannedilmesinin arasındaki farkı biliyor mu? Niçin kendisi Buhari’nin Enes b. Mâlik’den (r.a.) rivayet ettiği şu hadîsi zikretmedi? Halk bir cenazeyi götürürken onu iyilikle övdüler. Peygamber de (s.av.), «vacip oldu» diye buyurdu. Diğer bir cenazeyi götürürken, ondan kötülükle bahsettiler. Efendimiz buna da «vacip oldu» diye buyururken, Ömer b. Hattab (r.a.), «Ne vacip oldu», diye sordu? Resûlullah, «Evvelki hakkında iyilikle konuştunuz, ona Cennet vacip oldu. Bundan da kötülükle bahsettiniz, ona Cehennem vacip oldu. Sizler yeryüzünde Allah’ın şahitlerisiniz», diye buyurdu.
Veya sâil niçin Buharî’nin Hz. Ömer’den rivayet ettiği şu hadisi de zikretmedi(1). Hz. Ömer Peygamber’den (s.a.v) şöyle anlattı: «Herhangi bir Müslümana dört adam iyilikle tanıklık ederse, Allah onu Cennete dahil edecektir.» Biz sahabiler ve «üç adam da olsa», dedik. Kendisi «Ve üç de olsa», «Ve iki de olsa» diye buyurdu. Hz. Ömer, «Sonra şahidin bir adam olmasının kendisinden sormadık», demiştir.
Ya sâil, yine Hz. Ömer’in Peygamber’in (s.a.v.) Uhud şehidleri- hakkında «Ben bunların şâhidiyim» buyurduğunu neden söylemedi?
Sonra Vehhabîlerin hepsine deriz ki: Sizler, Buhari’nin rivayet ettiği Peygamber’in (s.a.v.), «Allah’a yemin ederim ki, şirkten (sîzlerin Allah’a ortak yapacağınızdan) korkmuyorum. Lâkin dünyada zengin olup ona rağbet etmenizden korkuyorum» buyurduğu kavlini niçin zikretmediniz? Veya ona inanmadınız mı? Sizler, ancak heva ve hevesinize göre konuşmayanın (Peygamberimizin) kavlini yalanlıyor, ona düşmanlık ediyorsunuz. Peygamber (s.a.v.) ümmeti hakkında şirk korkusundan emin olduğu halde siz onlara müşriktir deyip kan ve mallarını mübah kıldınız.
Yine sual edene deriz ki: Müslümanlar hakkında iyi zannımız bize kâfidir. Zaten Şeriate göre Müslümanlar hakkında güzel zan etmek bizden talep edilmiştir. Kaldı ki, has kullar salihler… Ama Müs-lümanlar hakkında, iyi sayılmaları için kesin bilgi olması gerekir dediğin şeyi ulemadan hiçbirisi dememiştir.
Sâil daha sonra der ki: Hakkında iyilik rivayet edilmeyen o masum kimse hakkında hüsn-i zan (güzel zan) etmekten ziyade, tahmini bir kanaattir. Biz ona deriz ki: Hakkında yerme vârid olmayan masum bir kimseye karşı kötü zan etmen de tahminidir. Hele bilhassa üzerinde hayır ve salâh alameti zâhir olan veya hayatında veya vefatından sonra kendisinden kerametler zâhir olan kimseler hakkında kötü zan, daha beterdir, öyle bir kimsenin halinin değiştiğine itikad etmek de Müslümanlara, Allah’a karşı kötü zandır. Nitekim insanın anne ve babasına karşı tahmini de böyledir. Hüsn-i zandan bir şey tahminidir şeklindeki bu cümleden maksadınız nedir? Zaten hüsn-i zan etmenin ötesi ne olursa olsun hepsi hüsn-i zannın eseridir.. Meselâ, bir zattan dua talep etmek de yine buna binâendir.
Sonra sâil der ki: ölüleri vesile etmemenin cevazı hakkında açık bir nassı bize bildirdiğinden dolayı cidden çok seviniyorum.
Ben de derim kis Akli ve nakli delillerin çoğunu zikrettik. Halbuki söylediğimiz delillerden tek bir hadîs bile kâfi idi.Ruhlara hayat, idrak ile ilim olduğunu isbat edip de, sonra onlara tevessül ve istiğâseyi men eden kimse, son derece tenâkuza düşmüş, melzumu lâzımlarından kesmiş bir kimsedir. Peygamber’in (s.a.v.) kabri ziyaret edilirken ona tevessül edilmesine dair ümmetin icmaı olduğunu zikrettik. Bu konuda Osman b. Hanif’in hadîsinden başka bir delil olmasa bile, o tek başına kâfi ve şâfi bir delildir. Hulâsa, bütün şeriatlar, ilk çağ filozofları, Müslümanlar, Avrupalı, Amerikalı ve Hindliler ruhlara hayat ve hayatla ilgili şeyler olduğunu, bedenden ayrıldıktan sonra bu âlemde kendileri için geniş tasarruflar olduğunun isbatında ittifak etmişlerdir. Bu, İbn Kayyım’ın «Kitabu’r-Ruh» adlı eserinde beyan ettiğinin aynısıdır. Maddî perde ve tabiat yoğunluğu ile bedenimizin karanlığını bizden kal dırmasını Allah’dan dilerim.
Kaynak:Ebu Hamid bin Merzuk – Bera’atü’l –Eş’ariyyin(Ehl-i Sünnet’in Müdafaası),syf:616-625,Bedir yay.
Dipnotlar:
1) Buharı, Ömer’den (r.a.) Resûlullah’ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: «Hangi bir Müslüman ki, onun hakkında dört (mü’min) hayır ile senâ ile şehâdet eder, Cenab-ı Hak o Müslümanı Cennete dâhil eder.» Biz dedik ki, «Üç kişi şehâ- det ederse de böyle midir?» Resûl-i Ekrem:
«Üç kişi şehâdet ederse de böyledir», buyurdu. Sonra, «İki kişi şehâdet ederse e böyle midir?» dedik. Resûl-i Ekrem, «İki kişi şehâdet ederse de böyledir», buyurdu. Bundan aonra biz, Resûl-i Ekrem’den bir şâhidden sormadık.» (Tecrid-i Sarih c. 4, s. 571.)