İnsan’ın Bilmeye Muhtaç Olduğu Şeyler..
Bil ki insanın, bilmeye muhtaç olduğu şeyler üçtür, ‘in’sanlar da mazi (geçmiş), hal (şimdiki zaman) ve istikbâl (gelecek)tir.
Birincisi: Mazi, insanın daha evvel mevcut olan varlığı bilip tanımasıdır. Daha evvel mevcut olan varlık, insanı yokluktan varlığa çıkaran Allah Teâlâ’dır. Bil ki Allah’ın zâtının hakikati, künhü, insan tarafından kesinlikle bilinemez, İnsan tayfından bilinebilecek olan ancak O’nun sıfatlarıdır. O’nun sıfatları da, celâl ve ikram sıfatları olarak ikiye ayrılır. Celâl sıfatları, selbî (olumsuz) sıfatlardır. Bunlar, “O cevher değildir, cisim değildir, şöyle değildir, böyle değildir” şeklindeki (olumsuz) sözlerimizdir. Selbî sıfatlar gerçekte kemâl sıfatı değildir. Çünkü bunlar, sırf yokluğu ifâde eder. Sırf yoklukta ise kemâl aranamaz.
O halde, “O’nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku” (Bakara, 255) ayeti, herşeyi kuşatan, devamlı olan ve değişmeden uzak olan bir ilme delâlet ettiği için, kemâli ifâde eder. Eğer bu olmasaydı, uyku tutmama işi asla bir kemâle delâlet etmiş olmazdı. Baksana ölüleri ve cansızları da ne uyku, ne uyuklama tutar. Hak Teâlâ’nın, ‘O doyuruyor, kendisi doyurulmuyor” {Enam, 14) ayeti Allah’ın celâlini, kemâlini ve kibriyasını ifâde eder. Çünkü “Kendisi doyurulmuyor” hükmü, zâtı gereği va’cibu’lvücûd olanın, yemeden, içmeden ve kendisi dışındaki herşeyden müstağni olduğunu ifâde eder.
Böylece kemâl, izzet ve yücelik sıfatlarının s’übûtî sıfatlar olduğu sabit olmuş olur. Kemal ve celâle delâlet eden sübûtî sıfatların en kıymetlileri, ilim ve kudret sıfatlarıdır. İşte Hak Teâlâ bu ayette, ta’zim ve medh-ü sena sadedinde kendisini bu iki sıfatla tavsif etmiştir. İlim sıfatı, ayetteki, “Göklerin ve yerin gaybı Allah’ındır” beyanından anlaşılmaktadır ki bu, “O’nun ilmi, külliyyâtın, cüz’iyyâtın, yok olanların, var olanların, hazırların ve gâiblerin hepsi hakkında geçerlidir ” demektir. Bu lafzın, sonsuz kemâle delâlet ettiği hususundaki uzun izah, “Gaybın anahtarları O’nun yanındadır.,.”(En’am,59} ayetinin tefsirinde geçmişti. Kudret sıfatı da ayetteki, “Her iş, O’na döndürülür” buyruğundan anlaşılmıştır ki bu, “Herşeyin dönüp varacağı merci O’dur” demektir.
Herşeyin kaynağı ve başlangıcı O olduğu takdirde, ancak böyle olabilir. Bütün mümkinâtın başlangıcı ve bütün sonradan olma varlıkların, kâinatın ve kâinattaki herşeyin, kendisine varıp dayandığı zatın, varlık ile yokluğu, bilfiil, bilkuvve ve bittekmil erebilmesi,hakim olabilmesi için, kudretinin büyük, meşîetinin geçerli olması gerekir. Bu iki vasıf, mebde’in celâlini ve kibriyasını açıklamak için zikredilmiştir.
İkincisi: İnsanın dünyada yaşadığı zaman içinde, kendisi için önemli olan şeyi bilip tanımasıdır. Bu da, nefsi, ruhanî bilgiler ve kutsî yüceliklerle kemâle erdirmektir ki, bu mertebenin bir başlangıcı ve bir neticesi vardır. Bu ikinci mertebenin başlangıcı, insanın maddî-manevî ibadetlerle meşgul olmasıdır.
Bedenî (maddî) ibâdetlere gelince: Hareketle yapılanların en üstünü namazdır. Sükûnet haliyle ifâ edilenlerin en mükemmeli oruç ve iyilik şeklindeki ibadetlerin en faydalısı da sadakadır.
Manevî ibadetler, Allah’ın gökler ve yer melekûtundaki sanat harikaları hususunda inceden inceye düşünmektir. Nitekim Cenâb-ı Allah, “Onlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler” (am imr«n, 191) buyurmuştur. Bu mertebenin neticesi, sebepler zincirinden geçip, müsebbibe (sebepleri yaratana) varıp dayanmak, bütün mümkin ve muhdes varlıklardan sarf-ı nazar edip, akıl gözünü celâl âleminin nuruna yöneltmek ve ruhu, kibriya âleminin ışıklarına garketmektir.
Bu dereceye ulaşan herkes, O’nun dışındaki herşeyin, O’nun kibriya sahasında, şaşkın olarak koştuğunu, O’nun isimlerinin yüceliğinin boşluğunda fânî ve helak olucu olduğunu görür. Velhasıl, Allah’a doğru yolculuğun derecelerinin ilki, Allah’a ibadettir, sonuncusu da Allah’a tevekküldür. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, “Öyle ise O’na ibadet et, O’na tevekkül et” buyurmuştur.
Üçüncüsü: İnsanın bu maddî (dünyevî) hayatın sona ermesinden sonra halinin asıl olacağını ve yaptığı amellerin sa’îd veya şaki olmasında bir tesirinin bulunup olunmadığını bilmesidir. Cenâb-ı Hak, buna da,”Senin Rabbin yapmakta olduğunuz şeylerden gafil değildir” buyurarak işaret etmiştir ki, bundan murad şudur: “Allah, itaat edenlerin taatlarını boşa çıkarmaz, isyancı ve inkârcı kimselerin hallerini de ihmal etmez.”
Bu şöyle olur: Onlar mahşerde bir araya getirilir, çok önemsiz ve cüz’î şeylerden dolayı bile hesaba çekilirler, küçük büyük kusur hususunda kınanır, azarlanırlar. İşin sonunda bir kısmın cennete, bir kısmın cehenneme gitmesi neticesi hasıl olur.. Böylece bu ayetin, bütün ulivî ve kudsî gaye ve maksatlara, bunların ötesinde gideceği, hatıranın (zihnin) ulaşabileceği başka bir yer olmadığına tastamam şaret ettiği sabit olur. İnsanı, doğruya ileten Allah’tır.
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/149-150-151