Ezeli Sır: Kader

bediuzzaman-said-nursi-1 Ezeli Sır: Kader

Kâmus der ki kader lûgatte, ölçme, tahmin, ölçerek takdir ederek tâyin; kelâmda Allah’ın iradelerini icrâdan yâni kazâdan evvel takdir etmesi, ölçmesi mânasındadır. Kader ezelden ebede kadar câri ahval ve hâdisatta hâkim olan küllî ilâhi hükümdür. Kader, ölçüp biçip hü­küm vermek; kaza ise, bu hükmü infâz etmek yâni ezelde verilen hükmü ademden fiil hâline getirmektir. İslâm’da her şeyin takdîr-i ilâhı ile yani kadere tevfikan vücuda geldiğine inanmak şarttır. Cebriye mezhebi, bütün fiil ve hâdiselerin ezeldeki takdir üzre vukua geldiğine inanır. Ona göre, irâde-i cüz’iye bir vehimden ibaret. (Batı dillerin­de, fatalizm.)

Bu karanlık mefhuma yeni bir aydınlık getirmek kimin haddi? Said Nursî İslâm irfanının, cihanşumûl hakikatlerini küçük bir risalede toplamış. Dinleyelim: (Kader Risalesi, 26. söz.)

«Kader ve cüz-i ihtiyarî imâna taalluk eder, ilim ve nazariyeye de­ğil. Kader, nefsi, gururdan; cüz-i ihtiyari, adem-i mesuliyetten kurtar­mak içindir. Kader inancı, avam için bir melce, «ye’sin ve hüznün ilâ­cı.» Kur’an, insanı, seyyiatından mes’ul tutar. Çünkü seyyiatı isteyen kendisi. Ama insan hasenatıyla da iftihar etmemeli. Çünkü hasenat, kudret-i ilâhiyenin eseridir. Demek ki seyyiatı isteyen nefs-i insânîdir. Ya istidâd ile, ya ihtiyâr ile. (Ne var ki seyyiatı yaratan da Hak.) Keşb-i şer, şerdir, halk-i şer, şer değildir. Tembelliği yüzünden yağmurdan zarar gören insan: «Yağmur rahmet değildir» diyemez.

Halk ve icadda şerr-i cüz’î ile beraber hayr-ı kesîr vardır. Şerr-i cüz’î için hayr-ı kesîri terketmek, şerr-i kesîr olur. İcâd-ı İlâhîde şer ve çirkinlik yoktur. Şer, kulun kisbine ve istidadına aittir. İnsan kanun-u ilâhiyeye nüfuz edemez, zâhire takılır. Tam bir acz içindedir. Acaba Kur’an küfür ve isyana neden bu kadar ehemmiyet vermiş? Şun­dan: küfür, isyan ve seyyie, tahriptir, ademdir. Bir tek emr-i itibari, bü­yük tahribata yol açabilir. Dümencinin ufak bir yanlışı koca bir gemiyi batırabilir.

İnceleyin:  Kulların Fiillerinin Yaratılması

Kader ile cüz-i ihtiyâri uzlaşabilir mi? Evet. Şöyle ki:

1 — Cenab-ı Hak, Âdil-i Mutlaktır, insanın cüz-i ihtiyârisi olmasa sevap ve ikab da olamaz. Gerçi kader ve cüz-i ihtiyârinin hakiki mahi­yetini bilmiyoruz. Ama bilgisizliğimiz olmadıklarına delalet etmez.

2 — Mevcûdâtın mahiyetini bilmek ayrı, vücudunu bilmek ayrı. Herkes kendi içinde bir ihtiyârın varlığını duyar.

3 — Kader, ihtiyâri te’yid eder. Çünkü kader, ilm-i İlâhinin bir nev’idir. İlm-î İlâhî ihtiyarımıza taalluk etmiş, öyle ise, ihtiyâri te’yid ediyor, iptal etmiyor.

4 — Kader, bilgidir. Bilgi ise, bilinen’e bağlı. Zaman sonsuz bir bü­tün: hem mâzi, hem hâl, hem istikbâl, Dâire-i mümkinât içinde uzanıp gider. Kader, ilm-i ezelîdendir, İlm-i ezelî, ezelden ebede her şeyi ku­caklar; olmuş ve olacak. Biz de muhakemelerimizle onun dışında kala­mayız.

5 — Kadere göre, müsebbebler sebeblere bağlıdır. Meselâ falan adam filan zamanda ölecekti. Çünkü kader ölenin o tüfekle ölmesini ta­yin etmişti. Cüz-i ihtiyariyle tüfek atan adamın kabahati yok diyeme­yiz. Cebriye fırkası, sebebe ayrı müsebbebe ayrı bir kader tasavvur eder, Mu’tezile ise, kaderi inkâr eder. Kısaca, ehl-i sünnet için, silâh atılmamış olsa adam belki ölür belki ölmezdi. Cebriye için, silâh atılsa da atılmasa da adam ölürdü. Mu’tezile için, silâh atılmasa adam ölme­yecekti.

6 — Cüz-i ihtiyârînin temeli: meyelân. Mâturîdi’ye göre, meyelân bir emr-i itibarîdir. Kula verilebilir. Eş’âri için, zaten mevcuttur; emr-i itibârı olan, o meyelâna tasarruftur. Öyle ise, o tasarruf o meyelân bir emr-i nısbîdir. Muhakkak bir vücud-u hârîcîsi yoktur. Emr-i itibârî, illet-i tâmme istemez. İllet-i tâmme olması için lü­zum, zaruret, vücup… şart. Demek ki illet-i tâmme olsaydı, ihtiyâr da ortadan kalkardı. Emr-i itibârlnin sübut bulması için – hiç değilse – bir rüçhaniyete ihtiyaç var. Meyelânı dizginlemek kaabildir. Kur’an «şu şerdir, yapma» diye emrediyorsa, kul meyelâmnı susturabilir.

İnceleyin:  Hafızasını Kaybeden Nesiller

7 — Demek ki irade-i cüz’iyye zayıftır, bir emr-i itibârîdir. Fakat Cenab-ı Hak, o cüz’î iradeyi irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdî yapmıştır. Yâni demiştir ki: «Ey kulum! İhtiyârınla hangi yolu istersen seni o yola götürürüm. Öyle ise mesuliyet sana aittir.»

«Duâ ve tevekkül, meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tevbe dahi, meyelân-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.»

Yazı şu ezelî hükümle tuğralanıyor: «Kadere îman, îmanın erkânındandır. Kısaca, hayat-ı insâniye bütün teferruatıyle kaderin mikya­sı ile çizilmiştir ve kalemiyle yazılıyor.»

Üstâd şimşek pırıltıları ile aydınlanan bu karanlık bölgelerde bü­yük bir güvenle dolaşıyor. Üslûb kesîf ve izahlar inandırıcı. Asırları ku­caklayan bir tefekkürün çağdaş idrâke seslenişi, yaralanan bir idrâke, yabancılaşmış bir idrâke. İrfanımızın madde-i asliyesi olan bu fikirle­ri ne kadar anlıyabiliyoruz? Heyhat; ne meselenin kendisine âşinâyız ne mefhumlara.

Cemil Meriç, Kırk Ambar, s. 417-419.

Yusuf Aslan

Tarih talebesi ve ilme pek meraklı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir