İstanbul’da Endülüslü Musevî alîmler
Osmanlı devleti, yükseliş döneminde Fatih devrinden başlayarak dünyanın en büyük gücü olma konusunda önemli adımlar atmış ve örnekleri günümüzde de gözlemlendiği üzere bu yolda Doğu’dan ve Batı’dan pek çok muteber insanı bünyesinde istihdam etme yoluna gitmiştir. Nitekim bu amaçla Fatih Sultan Mehmet Viçen-za’dan, Venedik’ten, Floransa’dan, Mısır’dan, İran’dan, Timur ülkesinden, Ege Adaları’ndan pek çok insanı ülkesine davet etmiş, bunun dışında fethettiği Bizans İmparatorluğu ve Trabzon Rum devleti gibi devletlerin önde gelen kişilerine de çevresinde yer vererek onlara iltifat etmiştir.
Bu tavrın ilerleyen yıllarda da devam ettiğine, gerek Yavuz Selim’in gerekse de Kanuni Süleyman’ın çıktıkları seferler sonrasında ele geçirilen ülkelerdeki ilim adamı ve sanatkârları beraberlerinde İstanbul’a getirdiklerine şahit oluruz. Bu çerçevede 1492’de İspanya’da yaşanan bir dramın hemen akabinde pek çok değerli fikir adamı, tüccar ve siyasetçi de Osmanlı ülkesine iltica etmiş ve yine bu kişilerden birikimleri doğrultusunda istifade edilme yoluna gidilmiştir. Bu yazıda Endülüs’ten kaçarak Osmanlı hizmetine giren birinci ve ikinci kuşak Yahudilere ve bunların Osmanlı ülkesinde oynadıkları role değinilmeye çalışılacaktır.
Osmanlıların Yahudi cemaati ile ilk teması Orhan Gazi zamanına tesadüf eder. Esasen bu hükümdar zamanında Osmanoğulları beylikten devlete geçmiş ve kurumsallaşmanın ilk temel örneklerini vermişlerdir ki, bu kurumsallaşmadan Yahudi cemaati de nasibini almıştır. 1326’da Bursa’yı ele geçiren Orhan Gazi, burada bulunan Yahudi cemaatine dokunmamış ve hatta onlara bir havra inşaatı için izin vermiştir. Dönemin çalkantılı siyasi gelişmeleri karşısında Yahudiler Osmanlı nezdinde bir huzur ve sükunet ortamı bulmuş, bunun sonucunda 1376 yılında Macaristan’dan, 1394’te de Fransa’dan kovulan Yahudiler Osmanlı ülkesine göç etmişlerdir.
Osmanlı ülkesindeki Yahudiler geldikleri yerlere nispeten dört ana gruba ayrılmaktaydılar. Osmanlıların hizmetine giren İlk büyük Yahudi grubu “Romaniotlar’’ olarak adlandırılmakta idiler. Bunlar Anadolu’nun batısı, İstanbul ve Balkan şehirlerinin bir bölümünde yaşamakta ve Yunan dilini konuşmakta İdiler. İkinci grup İse köken olarak Almanya ve Fransa’dan gelen “Eşkenaziler”dlr. Bu grup 15. yüzyıldan İtibaren büyük oranda Osmanlı ülkesine göç etmeye başlamıştır. Fakat Eşkenaziler, 1492 yılında Ispanya ve 1496’da Portekiz’den kovularak Osmanlı ülkesine sığınan ve yazımızın da merkezinde bulunan “Sefarad” Yahudilerinin yanında küçük bir topluluk teşkil etmekteydiler. Seferad İbrani dilinde Ispanyol anlamına gelmektedir. İstanbul, İzmir, Edirne, Selanik gibi büyük şehirlerin yanısıra Anadolu’daki diğer önemli ticaret merkezlerine de yerleştirilen bu grup, Anadolu’daki en kalabalık Yahudi cemaatini oluşturmakta ve ispanyolcanın bir versiyonu olan kendi yerel dillerini kullanmaktaydılar. Osmanlı ülkesinde yaşayan son büyük Yahudi cemaati İse Osmanlıların Mısır ve el-Cezire’yi ele geçirmeleri İle Osmanlı egemenliğine giren “mustaribe”ler- dir ki bu grup Arapça konuşmakta ve bu nedenle de Araplaşmış manasına gelen “mustaribe” kelimesi İle anılmaktaydılar.
Osmanlı devletinin İlk yıllarından İtibaren Yahudi toplumuyla ilişkilere rastlanmaktadır. Orhan Gazi, Bursa’yı ele geçirdiği zaman burada bir Yahudi cemaati İle karşılaşmış ve bu cemaatin ibadetine tahsis edilmek üzere bir mahalle ve sinagog İnşasına izin vermiştir. I. Murat Edirne’yi ele geçirdiğinde Edirne hahambaşısını Rumeli’deki Yahudiler üzerinde yetkili kılmıştır. I. Murat bu hareketi ile ileride Osmanlı devleti bünyesinde yer alacak olan Yahudi millet sisteminin de temellerini atmıştır.
İstanbul’un fethinden sonra kuşatma esnasında gösterdikleri tarafsızlıktan dolayı Yahudi cemaatine havralarına sahip olma hakkı tanınmış, Haham Rabbi Moşe Kapsali’ye de iltifatta bulunulmuştur. Moşe Kapsali’yi şeyhülislamla beraber biat merasimine davet eden Fatih, Yahudi cemaatinden alınacak vergileri de yine ona tevdi etmişti.
Yahudiler, bilhassa 1492 yılında İspanya’da Müslüman egemenliğinin son bulması ve Katolik engizisyonunun başlaması ile büyük baskılara maruz kalmış, bunun sonucunda da zamanın padişahı 2. Bayezid’in yardımları İle aradıkları huzurlu ortamı Osmanlı ülkesinde bulmuşlardır. Bu tarihten itibaren Osmanlı imparatorluğu adeta Yahudilerin dalgalı denizde sığındıkları bir liman vazifesi görmüştür. Nitekim 15. yüz- yılın İkinci yarısında Türkiye’ye yerleşmiş olan İsaak Zarfati, Macaristan ve Almanya’da binbir zorluğa göğüs germekte olan birçok Yahu’diyi bu nedenle Osmanlı İmparatorluğuna davet etmiştir. O, kaleme aldığı mektubunda kısaca şu satırlara yer vermişti: “Almanya’daki kardeşlerimizin ölümden beter kederler içerisinde olduklarını duydum.
Despotik yasalar, zorla vaftiz edilmeler, sürgünler sıradan ve günlük olaylarmış. Doğuya giden bir Hıristiyan gemisinde yakalanan Yahudinin denize atılması için yasalar yapmışlar. Heyhat, Almanya’da Rabb’ın kavmine ne kötülükler reva görüyorlar. (…) Kardeşler, ben İsaak Zarfati, soyum Fransız olsa da Almanya’da doğmuş ve oradaki hocalarımdan eğitim almış olsam bile size derim ki; Türk ülkesi hiçbir şeyin eksik olmadığı bir ülkedir. Eğer isterseniz burası sizin İçin en hayırlı yer olacaktır. Kutsal topraklara giden yol sizin için Türk ülkesinden geçiyor. Hıristiyanların egemenliği altında yaşamaktansa Müslümanların egemenliğinde yaşamak sizler için daha iyi değil mi? Burada herkes asması ve inciri altında rahatça oturabiliyor. Burada en değerli esvapları giymenize izin var. Şimdi ey İsrail bütün bunları görüp neden uyuyorsun. Uyan ve bu lanetli toprakları ebediyyen terket!”
Endülüs Emevileri döneminde İspanya ilim ve kültür açısından altın çağını yaşarken bu ülke Yahudileri de söz konusu alanlarda önemli katkılarda bulunmuşlardır. Siyasi alanda ilk akla gelen isim Halife 3. Abdurrahman’ın veziri Hasday b. Şaprut’tur. Aslen tıp doktoru olan bu değerli şahsiyet zaman içinde siyasi kademenin en üst noktalarına kadar yükselmiştir. Onun dışında özellikle felsefe alanında Endülüslü ünlü Müslüman düşünür İbn Hazm’ın çağdaşı olan İbn Cebirol ile 12. yüzyılda yaşayan Kurtubalı düşünür Moşe b. Meymun ilk akla gelen önemli simalardır. Özellikle Batı’da Maimunides olarak da bilinen sonuncu düşünür aynı zamanda tıp konusunda da önemli bir bilgi birikimine sahipti.
Nitekim Moşe b. Meymun’un tıp şöhreti felsefe alanındaki ününden hiç de geri kalır değildir. Selahaddin’in veziri olan Kadı el-Fadıl’ın doktorluğunu yapan Maimunides, sonradan Eyyubi hanedanının da doktorluğunu yapmıştır. Düşünsel alanda ise Maimunides, Aristo’nun görüşlerini Tevrat’la uzlaştırmaya çalışmış ve kullandığı yöntem itibariyle de kendisinden sonra gelen Thomas Aquinas ve Spinoza gibi Batılı düşünürler üzerinde derin tesirler bırakmıştır. Her ne kadar ömrünün en verimli yıllarını Selahaddin Eyyubi idaresindeki Mısır’da yaşamışsa da Endülüs doğumlu bir düşünürdür.
Tüm bunların yanısıra İspanya’da ilerleyen yıllarda açılan çeviri okullarında da Yahudi asıllı pek çok kişiye rastlamaktayız. Yahudiler bilim ve edebiyatla ilgili Arapça yazmaları Latinceye aktarmak suretiyle Avrupa’nın aydınlanmasında önemli roller oynamışlardır. Abbasiler zamanında Bağdat’ta kurulan ve 9. yüzyılda altın çağını yaşayan Beytü’l-Hikme’de, hatırlanacağı üzere Sanskritçe, Rumca, Koptça, Yunanca, Süryanice pek çok eser Arapçaya çevrilmiş ve İslam kültürü büyük ölçüde bu çeviriler üzerine bina edilerek gelişmişti.
İspanya’da bulunan Hıristiyanlar da benzer yöntemi izleyeceklerdir. Nitekim 12. yüzyılda Tuleytula başpiskoposu şehirde Arapçadan Latinceye çeviri yapan Beytü’l-HIkme benzeri bir kurum oluşturmuş ve burada Müslüman ile Hıristiyanların yanısıra önemli ölçüde Yahudi mütercim de istihdam etmişti. Bu okulların benzerleri Işbiliye ve Mürsiye’de de açılacaktır. Pek çok Yahudi araştırmacı bu dönemi bir altın çağ olarak ifade eder. 1492 yılında Gırnata’nın düşmesi bir yerde bu çağın da sona erme tarihidir. İlerleyen yıllarda Yahudi cemaati böylesine bir parlak gelişim çizgisini 19. yüzyılda Almanya ve Avusturya’da, 20. yüzyılda da Amerika’da yakalayabilecektir.
İspanya topraklarındaki Hıristiyanların başlattığı Reconquista hareketi sonrasında artan dinsel bağnazlık, bu parlak ve çok kültürlü medeniyetin de sonunu getirecektir. 1492’de Endülüs Müslümanlarının son dayanak noktası olan Gırnata’nın düşmesi ve bunun sonrasında da gerek Müslüman ve gerek Yahudilere dinsel baskıların artması sonucunda Endülüs kültürünü oluşturanlar sığınak arama derdine düşeceklerdir.
Osmanlı ülkesine Endülüs’ten gelen ilk göç dalgası sonrasında hemen gözümüze ilişen simalardan biri Hoca İlya el-Yahudi diye de bilinen alimdir. Ancak bu zat, sonradan İslam dinine geçecek ve Abdüs-selam el-Muhtedi adı ile anılacaktır. Bu zat, İslamiyete geçen diğer bazı erbab-ı kalem muhtedi gibi eski dinine reddiye tarzında bir eser kaleme almıştır. Tevrat’a oldukça vakıf olan Abdüsselam el-Muhtedi söz konusu çalışmasında Yahudilerin Tevrat’ta yaptığı tahribat, Hz. Muhammed’in peygamberliğinin ispatı gibi bölümlere yer vermiştir. Kendisi ayrıca veba hakkında bir eser kaleme aldığı gibi astronomi İle de yakından ilgilenmiştir. Bu konu hakkında bir de İbraniceden Arapçaya çeviri yapmıştır.
Bu dönemde Osmanlı ülkesine gelen ve tıp bilgisi nedeniyle de Moşe Calinus diye adlandırılan Moşe Galino ben Yahuda, Osmanlı hekimbaşısı Ahi Çelebi olarak da bilinen ve Eminönü’nde Evliya Çelebi’nin meşhur rüyasına mekan olan Ahi Çelebi Camii’ni de yaptıran Ahmet b. Kemal et-Tebrizi nin emri üzerine Türkçe bir eser de kalem almıştır. Onun da diğer bazı Endülüs kökenli Yahudi alimler gibi tıbbın yanında astronomi ile de uğraştığını görmekteyiz.
Yahudilerin bu dönemde beraberlerinde getirdikleri en önemli tekno- gelişmelerin başında matbaa gelmektedir. 1494’te İstanbul’da ilk matbaa Yahudiler tarafından açıldığı gibi, yine 2. Bayezid’in saltanatı döneminde yirmi İbranice eser basmışlardır.
Özellikle Kanuni Sultan Süleyman ve 2. Selim zamanında, Endülüs kökenli Yahudiler arasından devletin siyasetine etki edecek önemli simalar çıkmıştır. Bunların en önemlileri Donna Grasia Nasi ve yeğeni Yosef Nasi’dir. Aslen Portekizli olan bu iki kişi Portekiz engizisyonundan kaçarak önce İngiltere ve Hollanda’ya ardından da Venedik’e sığınmışlardır. Burada iken Donna Grasia Nasi’nin muhteşem servetine gizliden gizliye Yahudiliği yaşadığı gerekçesi ile el konulmuştur. Bunun üzerine bu güçlü kadın, Kanuni’nin hekimlerinden Moşe b. Hamun’u aracı kılarak serveti ile birlikte Osmanlı ülkesine sığınmak istediğini bildirmiş ve bizzat padişahın devreye girmesi sonucu serbest kalarak İstanbul’un yolunu tutmuştur.
Donna Grasia Nasi, muhteşem zenginliği ile kısa zamanda İstanbul’un en tanınan simalarından biri olarak bizzat devrin padişahı Kanuni Sultan Süleyman tarafından çeşitli ihsanlara nail olmuştur. Hayatını ve servetinin azımsanamayacak bir bölümünü Avrupa’da eziyet gören Yahudileri kurtarmaya adamış ve başarılı da olmuştur. Bu uğurda yeğeni Yosef Nasi ile beraber bizzat Kanuni’ye başvurmuşlar ve sonuç olarak İtalyan şehir devletlerinden Ankona’ya ticari ambargo uygulanmasını sağlamışlardır. Yahudi cemaati arasında “La Sinyora” yani “Hanımefendi” olarak anılan Donna Grasia Nasi, 1568 yılında muhteşem servetini yeğeni ve damadı Yosef Nasi’ye bırakarak vefat etmiştir.
Yosef Nasi ise Osmanlı Yahudileri içinde en meşhur olanlarındandır. Bu zat, halasından aldığı muhteşem serveti daha da büyüttüğü gibi gerek Kanuni ve gerekse de 2. Selim zamanında devlet siyasetini yönlendiren simalardan olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman 1566 yılında Fransa kralı 9. Charies’a bir mektup göndererek Yosef Nasi’nin Fransa hükümetine verdiği 150.000 düka altını acilen ödemesini İstemiştir. Yosef Nasi’nin yıldızı 2. Selim in tahta geçişi İle daha da parlamıştır. İslam devletlerinde özellikle klasik dönemde gayrimüslimlere yönetici kademede görev verildiği nadir rastlanan olaylardandır. Yosef Nasi de bu istisnalardan birini teşkil eder.
Kendisine Ege denizindeki Naksos adasının valiliği verilmiştir. Bunun yanısıra Nasi, Kıbrıs adasının fethedilmesi yönünde 2. Selim’e telkinlerde bulunmuş, fakat Osmanlı donanmasının Kıbrıs’ın fethinden sonra Haçlı donanmasına Inebahtıda yenilmesi üzerine gözden düşmüştür. Onu meşhur eden en önemli projesi ise Filistin’in kuzeyinde yer alan Tiberya’da bir Yahudi yerleşim merkezi kurma teşebbüsüdür. Yosef Nasi burada bir Yahudi yerleşim merkezi kurmak için hem Kanuni, hem de 2. Selim’den ferman almış ancak bu proje çeşitli nedenlerden dolayı hayata geçirilememiştir.
Nasi’nin 1579’daki ölümü üzerine ise siyaset sahnesine bir başka Endülüs kökenli Yahudi’nin, Salamon Aben Yaeş’in çıktığını görüyoruz. Aben Yaeş Osmanlı sarayında yükselerek Midilli dükü unvanını aldığı gibi aynı zamanda 3. Murat döneminde, İngiliz kraliçesi I. Elizabet’le de kraliçenin doktoru olan akrabası vesilesi ile irtibat kurmayı başardı. Bunun sonrasında İspanya’ya karşı Osmanlı-İngiliz ittifakını destekleyen en önemli figürlerden biri oldu. Hatta kraliçe ile padişah arasındaki bir takım müzakerelerin takibini de Aben Yaeş üstlenmiştir.
Kanuni döneminde Endülüs kökenli Yahudiler sadece siyaset alanında değil ilim alanında da önemli simalar yetiştirdiler. Bu dönemde nüfuz kazanan önemli bir sima Moşe b. Hamun’dur. 1493 yılında Grana- da’dan göç ederek İstanbul’a gelen Josef b. Hamun’un oğlu olan bu zat, muhtemelen Osmanlı başkentine geldiğinde henüz bir çocuktu. Baba mesleğinde hızla yükselen Moşe b. Hamun, Kanuni döneminde saraya intisap etmiş ve özellikle padişahın muzdarib olduğu nikris ya da nam-ı diğer gut hastalığını iyileştirmesi ve sultanın acısını hafifletmesi vesilesiyle de iltifata nail olmuştur. Ancak dönemin en önemli tabibi Kaysunizade ile de ihtilafa düşmüştür.
Bu İhtilaf sırasında Kaysu- nizade’nin suçlamalarına maruz kalmıştır. Moşe b. Hamun diş hekimliği konusunda uzman bir hekimdi. Nitekim diş hekimliği ile ilgili kaleme alınan Osmanlıcadaki ilk önemli eser kendisine alt olup bu eserin yazımı sırasında hiçbir şekilde Türkçe konusunda yardım alma İhtiyacı hissetmemiştir. Moşe b. Hamun’un evladına bir takım ayrıcalıklar verilmiştir. Nitekim çocuklarından Josef de baba mesleğini devam ettirecek ve hatta 2. Selim zamanında saray hekimliğine yükselecektir.
İbn Cani el-lsralli de Endülüs kökenli İkinci belki de üçüncü kuşak tıp alimlerinden biridir. Onun araştırmaları daha çok kendi yaşadığı devir olan 17. yüzyıl başlarında oldukça yaygınlaşan tütün kullanımının fayda ve zararları üzerine hasredilmiştir. İbn Cani, tütün konusunda halk arasında türlü fikirlerin öne sürüldüğünü dile getirmiş ve bu konu hakkında dişe dokunur herhangi bir çalışma olmaması nedeniyle Motaridis adında bir İspanyol tabibin bu konu hakkında kaleme aldığı bir eseri Frenkçeden Arapçaya çevirmiştir.
16.asrın İkinci yarısı İle 17. yüzyıl başlarında yaşayan Endülüs kökenli bir diğer Yahudi bllimadamı da Selanik’te yaşayan ve Koca Davud adı ile anılan ünlü astronomdur. Bilindiği üzere Selanik, Endülüs’ten gelen ve Seferadim adı ile anılan Yahudi grubunun yerleştirildiği en önemli merkezlerden biridir. Nitekim bu özelliğini 20. yüzyıl başlarına kadar da muhafaza etmiştir. İşte bu şehirde yaşayan Koca Davud lakaplı Davud el-Riyazi ilerleyen yıllarda İstanbul’a gelmiş ve ünlü astronom Takıyeddin b. Muhammed b. El-Maruf’la birlikte çalışmıştır.
Bilindiği üzere Sokollu Mehmet Paşa ve Hoca Saadettin Efendi’nin desteğini alan Takıyeddin 1575 yılında İstanbul’da Tophane sırtlarında bir rasathane kurmuş ve önemli incelemelerde bulunmuştu. Koca Davud burada çalıştığı gibi bir yandan da Hoca Sadettin Efendi’nin oğluna da hocalık yapmıştı. Ne yazık ki bu değerli alim geride bir eser bırakmamış ya da bir eseri bu vakte kadar keşfedilmemiştir.
Görüldüğü üzere 1492 yılında İspanya’da gerçekleştirilen ve Müslümanlarla Yahudileri hedef alan büyük göç dalgası en ziyade Osmanlı ülkesini etkilemiştir. Asırlar sonra bir benzerini 1933 yılında Darülfünun ilga edilerek İstanbul Üniversitesi’nin açılması sırasında Hitler’in zulmünden kaçarak Türkiye’ye sığınan Yahudi profesörlerle yaşayacağımız bu olay sonrasında Yahudiler Osmanlı toplumunda tıp, kültür, siyaset, astronomi, ekonomi gibi alanlarda son derece etkin bir güce kavuşacaklardır. Ancak 17. yüzyıldan itibaren bu güç çeşitli nedenlerle büyük ölçüde Ermeni ve Rumların eline geçecektir.
Önder Kaya – Fatih’in Müjdelenen Şehri,syf:61-68 (Küre yay.)