Selçuklular Anadolu’da
19 Ağustos 1071’de, Büyük Selçuklu Sultanı Alp Arslan’ın süvari ordusu, Bizans ordusunu Van Gölü’ne uzak olmayan bir mesafede bulunan Malazgirt’te yendi ve imparator IV. Romanos’u esir aldı.
1071 Öncesi Bizans İmparatorluğu
Bizans İmparatorluğu, Kutsal Roma İmparatorluğunun mirasçısı idi; ama 1071’de, imparator I. Theodosios’un ölüm tarihi olan 395’te son kez ulaştığı genişlikteki sınırlara sahip değildi artık. Batıda Roma devlet düzeni daha 5. yüzyılda çökmüştü. Doğuda ise Bizans İmparatorluğunun karşısına Sasanîler Devleti İran’da, aynı ağırlıkta ve hatta birçok alanda benzer bir rakip olarak ortaya çıkmıştı. Bizans, Balkan sınırında da Slavların ve Asyalı Barbarların gittikçe artan tehdidini sineye çekmek durumundaydı. Gerçi imparator I. İustinianos (527-565), düzeni sağlamış ve hatta batıda kaybedilen toprakları tekrar ele geçirmişti, ancak Reconquista’nın [kaybedilen toprakları geri alma girişimi] başarısı sürekli olmadı. 7. yüzyıl başında imparatorluğun nihai çöküşü herkesçe görülüyordu. Bu günlerde “kurtarıcı” olarak ortaya çıkan imparator Herakleios (610-641), diplomatik çabalarla Balkanlarda güvenliği sağladıktan sonra, Sasanîlere karşı başarılı bir savaşla, 630’a kadar, kaybedilen doğu eyaletlerini geri almakla kalmadı, aynı zamanda Ermenistan’da yeni toprakları da ilhak etti. Dinsel bir heyecanla yürütülen bu ölüm-kalım savaşında, en önemli maddesini “thema sistemi”nin oluşturduğu devlet reformu büyük rol oynamıştır. “Thema” aslında ordu demekti ve
sistemde ordunun birliği öngörülmekteydi; buna göre hem asker! hem de sivil yönetimin, “Strategos” denilen yetkili asker kumandanın elinde toplandığı “theına” bölgeleri yaratılmaktaydı. Sosyal temeli ise “Stratiot” denilen, askerlik hizmetiyle yükümlü hür köylüler oluşturmaktaydı. Çok çabuk harekete geçirtebiliyor, devlete o zamana dek alışılagelen paralı ordulara göre daha az masraf çıkarıyor ve hatta düzenli vergi ödedikleri için, bir miktar gelir de sağlıyorlardı. Herakleios’un ardılları zamanında geliştirilen bu sistem öncelikle, daha sonraları devletin omurgası işlevini üstlenen Anadolu’da yürürlüğe konmuştur.
Herakleios’un başarısı İslam karşısında boşa çıktı. Çok kısa zamanda halifelerin orduları İran’ı fethettiler; Roma İmparatorluğu’ndan Suriye ve Filistin’i (630), Mısır’ı (640) ve Afrika’nın Trablus’a kadar kuzey kıyılarını (647) kopardılar. Ancak Anadolu ve aynı şekilde, ilki 674’te olmak üzere, defalarca Araplar tarafrndan kuşatılan başkent Konstantinopolis elde tutulabilmişti.
Toprak kayıpları imparatorluk için olumsuz etkiler yapmakla kalmadı. Özellikle Patrikhane merkezi İskenderiye, epeydir Konstantinopolis’in önceliği karşısında, Hz. İsa’nın yaratılışı hususunda farklı görüşleri savunan ulusal ve dinsel bir muhalefetin odağı durumuna gelmişti. İmparatorlar, sokaktaki insanı da, bugün tahmin edilemeyecek ölçüde meşgul eden bu soruna, konsilleri görevlendirerek, birlik sağlamak amacıyla çözüm bulmaya çabalıyorlardı. Mısır’ın düşmesiyle birlikte imparatorluk 7. yüzyıl ortalarından itibaren özellikle Rum karakteıi taşımaya başladı ve Ortodoksluk, artık İskenderiyeli ilahiyatçılar tarafrndan eleştiriye uğramıyordu. Tarihsel ve siyasal ideolojisi bakımından bu Roma İmparatorluğu için artık “Bizans” terimi gündeme gelmişti. Kuzey Suriyeli İsauria Sülalesi zamanında (717-802) kilise barışı bir kez daha ciddi biçimde tehlikeye düştü, çünkü bu yöneticiler -herhalde başarılı bir şekilde yayılan İslam’ın da etkisiyle- ؛kona düşmanlığı (İkonoklazma = tasvir kırıcılık) taraftan idiler. 9. yüzyılda Ortodoksluk yeniden tesis edildi ve İslam akınları da geçici olarak durdu, öyle ki, Amorion (820-867) ve Makedonya (867-1056) sülaleleri zamanında Bizans İmparatorluğu parlak bir dönem yaşadı. “Bulgar kasabı” lakaplı II. Basileios Anadolu’yu, Balkan Yanmadası’nı ve Güney İtalya’yı, Kırım’ı, Ermenistan’ı ve Suriye’nin belli bölümlerini hâkimiyeti altında tutuyordu. Zengin ve soylu aileleri karşısına almaktan çekinmeyerek, popülariteyi umursamadığını açıkça belli eden bu güçlü imparator, devletin içinde çok farklı etnik, dinsel ve sosyal çıkarlar arasında denge kurmayı başarmıştı. Zayıf ardılları zamanında
Konstantinopolis’teki memur aristokrasisi, gücü kendi elinde topladı; bu ise sadece mücadele içinde olduğu askerî aristokrasinin değil, aynı zamanda imparatorluğun savunulmasının da aleyhine sonuç verdi. Savunmanın zaafa uğramasında kuşkusuz yüksek rütbeli askerlerin ve toprak sahiplerinin de payı vardı, çünkü Stratiot denilen hür köylüleri, toprağa bağlı ve sadece elde edilen ürünün sahibi durumuna indirmişlerdi. Halbuki, o sıralarda Bizans, batıda Normanlar, kuzeyde Asyalı Peçenekler ve doğuda Türkler olmak üzere, tüm sınırlarında düşman veya en azından huzursuz komşuların başgös-termeye başladığı dikkate alınırsa, o ölçüde güçlü ve yıldırıcı bir orduya gereksinim duyuyordu. Durum, askerleri iktidardan daha fazla uzak tutmanın olanağı kalmayacak denli tehlikeli bir hal almıştı: Kapadokyalı soylu ve deneyimli bir komutan olan Romanos Diogenes, 1068’de imparator olarak tanındı. Fakat 1071’de birçok milletten gelen lejyonerlerle oluşturulan orduyla, Türklere karşı saldırıya geçtiğinde, memur aristokrasisinin entrikalanyla Romanos Diogenes’in altı çoktan oyulmaya başlanmıştı bile. Sonuç Malazgirt felaketiydi. Bizans İmparatorluğu’nun, iç ve dış sorunlarını aşmada yetersiz olduğu artık daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştı.
1071’den Önce Türkler, Türkmenler ve Selçuklular
Türk boylarının daha 6. yüzyılda, İstemi Han (ölümü 576) yönetiminde, Altaylar’dan Volga kıyısına kadar uzanan bir devleti vardı. Geçici bir süre Çin hâkimiyetinde kaldıktan sonra, bugünkü Moğolistan’da 744’e kadar varlığını koruyan başka bir devlet kurdular; Orhun nehri kıyısında bulunan yazıtlar işte bu dönemle ilişkilidir. Bu bozkır devletleri, boyların federasyonu biçiminde, bir beylik etrafında birleşmeyle meydana geliyor, bu beyliğin başı da bütün boyların lideri oluyordu. Boylar, oymak ve obalardan oluşuyor, birey ise doğuştan itibaren karışık bir haklar ve görevler sistemi içinde yerini alıyordu. Orta Asya’da her ne kadar kentler ve tanın alanları var idiyse de, yine de göçebeler hayvan yetiştiricisi olarak toplumun ekonomik, okçu süvari olarak da askerin çekirdeğini oluşturmaktaydılar. Göçebeler, hanlarından sadece korunma değil, aynı zamanda savaşta başarı ve buna bağlı olarak da ganimet beklerlerdi.
İslami yayılma, İran’ın kuzey doğusunda Türk boylarıyla karşı karşıya geldi. Abbasî halifeleri ve daha sonra diğer Müslüman yöneticiler, Türklerin askeri yeteneğini gördüler. Türk kölemenlerden kendilerine ordu kurdular; Türkler ise beklentilerin aksine, efendilerini iktidardan indirmeye eğilimliy
diler. Böylece 1 O. ve 11. yüzyıllarda Türk asker kölemenlerden ortaya çıkan Gazneli hanedanlığı, Hindistan ile Hazar Denizi arasındaki büyük bir bölgeye hâkim oldular; emirleri altındaki insanlar ise Türk değil, diğer yerli Müs-lümanlardı.
Türk boylarının Şaman inancı, misyoner faaliyetlerini hoş gördüğü için, bunlar arasında Nestoryanik Hıristiyanlık, Budizm ve İslam gibi dinler kolaylıkla kabul görmeye başladı. Boylar halinde yaşayan Müslüman Türk göçebeler için “Türkmen” nitelemesi kullanılır oldu. Bu müslümanlık, Ortodoks olmayan, kısmen Heterodoks bir İslam anlayışı idi ki, Türkler bunu gezgin dervişlerden ve gezici tacirlerden, ilkel biçimiyle dinin inceliklerine vakıf olmadan öğrenmişlerdi. Bu şekilde göçebeler arasında hep gündemde olan ganimet savaşları, dinsel bir gerekçeye de kavuşmuştu. İslam topraklarının sınırlarında kâfirlere karşı savaşan erkekler artık “Gazi” unvanı taşıyorlardı (Arapça “gaza” kökünden gelir, Avrupa dillerine ise “Razzia” şeklinde girmiştir).
1 O. yüzyılda Maveraünnehir’e hâkim olan Karahanlı federatif devletini, bazı haklı gerekçelerle ilk Türk-İslam devleti olarak gösterebiliriz. Bunların daha kuzeyinde Sir Derya’nın aşağı mecrasında aynı şekilde Oğuz Türkleri bulunuyordu. 1000 yılı civarında, Kınık boyundan olup, adıyla anılan hanedanlığın babası olan Oğuz beyi Selçuk, tebaasına örnek olarak İslam dinine geçti. Ardılları Tuğrul Beg (ö. 1063) ve Çağrı Beg (ö. 1058), Gaznelilerin hizmetine geçtiler. Horasan ve Harezm’de öyle yerleştiler ki, Türkmenlerin kültürel açıdan ileri olan bu ülkeye verdiği zararlardan ötürü, çekilmez hale geldiler. Onlardan kurtulmak yönünde tüm çabalar boşa gitti. Gazneli Mesud’a savaş alanında galip gelen hep Selçuklular olmuştur. Tuğrul Beg, fetih çalışmalarında tedbiren Bağdat’ta Şiî Büveyhîlerin himayesinde bulunan halifenin onayını alıyordu. Büveyhîleri 1055 yılında devirdi ve halife ona Sultan unvanını verdi. Bundan böyle Selçuklu tarihinde Sünni inanca angaje olmaklık, belirgin biçimde izlenebilir; ancak bu, dinsel bağnazlıkla değil, daha çok siyasal hesaplarla ilgili bir tutumdur. Çünkü Selçukluları ilgilendiren husus, Şiî yöneticilerin yerine geçmekti. Çok kısa bir zamanda Selçuklular fethettikleri ülkelerin kültürel geleneklerini kabullendiler; bu ise onları kendi boydaşlanyla karşı karşıya getirdi. Çünkü Türkmenler Sünnî karakterli büyük bir İslam devletinden ziyade, hayvanları için otlak yeriyle ilgileniyorlardı. Tuğrul Beg ve onun ardılı Alp Arslan (1063-1072), kontrolü zor, ama savaşçı olarak vazgeçilmez olan bu Türkmenleri devletin sınır bölgelerinde tutmaya çaba gösteriyorlardı. Türkmenlerin yoğun olarak yaşadığı
Azerbaycan’dan ve Kuzey Mezopotamya’dan hareketle Anadolu içlerine doğru ani akınlar düzenlendi. Afşin adlı bir Türkmen beyi, 1067-1068 yıllarında Kayseri kentini kuşatma altına aldı. Sultanın ise Anadolu’yu fethetme gibi bir amacı kanıtlanamamıştır; o daha çok Şiî Fatımîler tarafından yönetilen Mısır’ın ön bölgeleri olan Suriye ve Filistin ile ilgileniyordu. Bu savaş alanlarını ise Türkmenler hiç sevmiyordu, çünkü Orta Asya iklimine alışkın olan atları, çöl sıcağına karşı dayanıklı değildi. Diğer yanda Anadolu çok cazibeli otlak alanları sunuyordu. Alp Arslan, çok hassas bir prestij kaybını göze almaksızın, Türkmen boylarının kaderine karşı kayıtsız kalamazdı. İmparator Romanos Diogenes, Türkmenlere saldırdığında, Sultan Alp Arslan bu meydan okumayı fırsat bildi. Anadolu’nun Türkleşmesinin başlangıcı olan Malazgirt Savaşı anında, Türkmenlerin, tamamen İslamlaşmış ülkeyle olan temaslarından bu yana yüz yıl bile geçmemişti.
Malazgirt’ten Birinci Haçlı Seferi’ne (1071-1097)
Alp Arslan, barış imzalamak ve tutsak imparatoru serbest bırakmakla, kontrollü bir muzaffer komutan olduğunu gösterdi. Anlaşılan odur ki, istese yapabileceği halde, Bizans’ı yok etmek gibi bir düşünceye sahip değildi. Oğlu ve ardılı Melikşah da (!072-1092) böyle bir amaç dile getirmedi. İran ekolünden bir devlet adamı olan veziri Nizamü’l-Mülk’ün desteğiyle, öncüllerinin Maveraünnehir’den Suriye’ye kadar fethettiği toprakları güvenlik altına aldı. İmparatorluğunun sınırlarım uydu devletlerle sağlamlaştırdı ve etki alanım uzak Hicaz topraklarındaki kutsal Mekke ve Medine kentlerine kadar genişletti. Daha geç dönemde kurulan Anadolu Selçuklularından farklı olarak Büyük Selçuklu denilen bu imparatorluk, Melikşah’ın ölümünden sonra hemen dağılma belirtileri gösterdi.
Bizans’ın merkezi gücü Anadolu’da 1071’den sonraki yıllarda tamamen çöktü. Bir yandan Kilikya’da ve Batı Toroslar’da Ermeni Hetumi ve Rupeni hanedanlıkları ortaya çıkarken, kökeni itibariyle bir Ermeni olan vali Phila-retes ve onun gibi diğerleri de Doğu Toroslar’ın güney yakasında bağımsızlıklarını ilan ettiler.
Türkmen beyleri bu kaostan yararlanarak, kendi adam ve çabalarıyla Anadolu’ya sızıyorlardı. Bu harekâtın kesin döküm ve tarihleri belgeleneme-mekle birlikte, mahiyeti ortadadır: Batıya dönük bir kavimler göçü. Türkmen beyi Çaka, kıyıda birkaç yerleşim bölgesini ele geçirdi ve yerli denizcilerle bir filo oluşturup, korsan saldırılarla Ege’yi huzursuz etmeye başladı.
Kendilerini İslam mücahidi olarak gören Türkmen beyliği Danişmendliler, Anadolu’nun kuzeyinde önemli bir güce sahiptiler. Fakat aynı zamanda dört Selçuklu beyi ortaya çıkmıştı. Bunlar, halden memnun olmayan Türkmenlerin yardımıyla kuzeni Alp Arslan’a başkaldıran ve bu uğurda can veren Ku-talmış’ın oğullanydı; babalannın bu durumu onlara Anadolu yaylasının güney kıyılarında belli bir itibar kazandırmıştı. Kutalmışoğulları, Fatımîlerle bağlantı kurmayı amaçlıyorlardı, ama Süleyman hariç, hepsi Melikşah’ın takibinden kurtulamayıp öldüler.
Birlik içindeki bir Bizans, rahatlıkla Türkmen akınına karşı koyabilirdi, ancak general ve bürokratlar arasındaki iç savaş artan şiddetiyle devam etti. Tutsaklıktan kurtulan İmparator Romanos’un gözlerine rakipleri tarafından mil çekildi ve bu kötü muamele sonucunda öldü. Veliahtlık iddiasında bulunanlar, Türkmenlerin desteğine gereksinme duyuyor, Türkmen beyleri de böylece yeni yeni kentleri ele geçirme fırsatım yakalıyorlardı. Bu bağlamda Süleyman, Nikaia’ya (İznik) yerleşti ve böylece Rum Selçuklu Sultanlığının, yani Roma İmparatorluğunun toprakları üzerinde bulunan Anadolu Selçuklu Sultanlığı’mn kurucusu oldu. Dikkati çeken önemli husus, Sultanlık unvanını veren bu kez Büyük Selçuklu İmparatorluğu ile ittifak eden halife değil, aksine Anadolu Selçukluları’m o zamanlar henüz güçlü olan Daniş-mendlilere karşı kullanmayı uman Bizans diplomasisi olmuştu.
Askeriyenin ve toprak ağalarının temsilcisi olan imparator Aleksios I. Komnenos’un (1081-1118) yönetiminde Bizans yeniden istikrara kavuştu, ve 1086’da imparatorluğun batıdaki en tehlikeli düşmanı olan Norman kontu Robert Guiscard aniden öldü. Türkmenlere gelince; imparator biliyordu ki, daha önce IV. Romanos’un da denediği gibi, büyük bir askerî saldırıyla bile bu işin üstesinden gelinemezdi. Aleksios, Süleyman’la bir tür saldırmazlık antlaşması (Modus vivendi) imzaladı; bu da kendisine doğuda gücünü genişletme olanağı veriyordu. Bu ise Melikşalı ile sürtüşmeye yol açtı. Süleyman 1086’da Büyük Selçuklu ordusuyla giriştiği bir savaşta öldü. Genç oğlu Kılıç Arslan esir alındı. Türkmenleri kontrol altında tutmayı önemsediği ve yeni bir Selçuklu hanedanlığı ile doğacak rekabeti önlemek için her şeyini ortaya koyduğu halde, Melikşah bu ülkeyi doğrudan işgal etmeyi düşünmedi. Hatta Aleksios’a bir antlaşma önerdi, ancak temkinli imparator bunu imzalamayı, Sultanın ölümüne kadar erteledi. J. Kılıç Arslan (1092-1107), daha sonra babasının mirasını üstlenebildi, ancak hem Bizans’ın hem de Büyük Selçukluların desteklediği Danişmendlilerin tehdidi altındaydı.
Birinci Haçlı Seferi’nden İstanbul’un Fethine (1097-1204)
Anadolu’da küçük adımlar stratejisi uygulayan Aleksios, İstanbul’un kapıları önüne kadar gelmiş olan büyük Haçlı Orduları tarafından ciddi biçimde rahatsız ediliyordu. Karakteristik özelliği olan diplomasi sanatındaki ustalığıyla, Anadolu’yu ele geçirmek değil, geçiş yolu olarak kullanmak isteyen Haçlıların savaş gücünden, kendi planları doğrultusunda yararlandı. 1097’de İznik’i, kısa bir süre içinde de Anadolu’nun tüm kıyılarını yeniden ele geçirdi. Türkmenler böylece Anadolu’nun içlerine hapsedilmiş ve yeni oluşan Haçlı devletleri sayesinde klasik İslam ülkeleriyle olan bağlantıları kesilmişti. Başkenti Ikonion’a (Konya) kaydıran Anadolu Selçukluları için ise Danişmendlilerle sürtüşme ana sorunu oluşturuyordu. İran’daki Büyük Selçuklu kuzenleriyle olan ilişkileri ise her zamanki gibi kötüydü. Sonunda 1. Kılıç Arslan da tıpkı bir zamanlar babası gibi bunlara karşı savaşırken öldü. İmparator İoannes Komnenos’un (1118-1143) Anadolu’nun güney kıyılarında başarıyla yürüttüğü kara harekâtları, Anadolu Selçukluları ile Danişmendlilerin zaman zaman birlikte hareket etmelerine neden oldu. 1141’de son önemli Danişmendlinin ölümünden sonra durum değişti. Anadolu Selçukluları sultanı II. Kılıç Arslan (1156-1192) artık Anadolu topraklarındaki en önemli İslam hükümdarı haline geldi. Bizans tarafında, doğu Akdeniz havzasında en kudretli ve saygın Hıristiyan monark olan imparator Manuel 1. Komnenos (1143-1180), Türklere karşı askeri bir harekâtı gerçekleştirebilmek için yeteri kadar güçlüydü. Ancak 1176 tarihinde felaketle sonuçlanan ve ikinci Malazgirt olarak nitelenen Myriokephalon (Sultan Dağı üzerinde bir boğaz) Savaşı, bunun için artık çok geç olduğunu açıkça ortaya koydu. Sultan doğudaki küçük Türk beylikleriyle savaşlarında daha serbest hareket edebilmek uğruna bu zaferden gerçi tam olarak yararlanmadı, ama Türk-menlerin Batı Anadolu’ya gerçekleştirdikleri ani akınları önlemek için de ne istekli ne de buna muktedirdi. II. Kılıç Arslan’ın 1186’da belli ki, göçebe miras uygulamasına dayanarak imparatorluğu 1 O oğlu arasında paylaştırması, herkesin herkesle çatışmasına neden oldu. Bu, zayıflamış Bizanslıların değil, Kilikya Ermenilerinin lehine oldu; Hükümdarları II. Leon (1187-1219), Antakya Prensliği’nin hamisi olarak ortaya çıktı ve 1198’de Kutsal Roma-Cerınen İmparatoru VI. Heinrich’in elinden krallık tacı giydi. Anadolu Selçukluları’nda en nihayet 1. Keyhüsrev’le (1204-1211) tek hükümdarlık sistemi yerleşmiş oldu. 1204’te İstanbul, tarihinde ilk kez bir dış düşman tarafından fethedildi. Ama Müslümanlar ya da dinsizler değil, Dördüncü Haçlı Seferi’ne katılanlar tarafından. Bu, Bizanslılar ve Romalılar arasında yüzyıllardır süregelen ve Haçlı seferlerinin beklentileri karşılamaması dolayısıyla derinleşen güvensizliğin bir sonucuydu.
Anadolu Selçukluları’nın Parlak Dönemi (1204-1243)
İstanbul artık, boğazın iki yanındaki bölgeleri içine alan Latin Iınparator-luğu’nun başkentiydi. Ege’deki adalar Venedik’e verilmiş iken, imparatorluğun uydu devletleri, Yunanistan’ın da büyük bölümünü ellerinde bulunduruyordu. Epir, Trabzon ve Kuzeybatı Anadolu’da Rum beylikleri ortaya çıktı. Bu arada, Bizans İmparatorluk geleneğine değer veren Theodor L Laskaris (1204-1222) İznik Bizans İmparatorluğunu kurdu. Büyük Selçuklu Sultanlığı, nihai olarak küçük devletlere aynlarak dağıldı ve Mısır ve Suriye’deki Ey-yubî sultanlarının gücü, Sultan Selahaddin’in 1193’te ölümüyle kayıplara uğradı, öyle ki Doğu Akdeniz havzası, çok sayıda devlet arasında parçalandı.
Anadolu Selçukluları bu durumdan hemen yararlandılar. Gerçi karşılıklı savaşlardan sonra -bu arada L Keyhüsrev 1211’de savaşta öldü- Laskaris hanedanlığının ele geçirdiği bölgeyi tanımak zorunda kaldılar, ama Karadeniz ve Akdeniz kıyılarında geniş bir alanı ele geçirip, Kırım, Ermeni Kilikya ve Trabzon’da da etkilerini artırdılar. Doğudaki yerel Türk beyliklerini dikkate almadılar ve etki alanlarını Ağrı’ya kadar genişlettiler. Fakat bu çatışmalar bittikten hemen sonra, Anadolu Selçukluları, tüm komşu güçlerle dostane ilişkiler kurmayı başarıyla gerçekleştirdiler, öyle ki Anadolu, hanedanlığın en önemli hükümdarı Sultan L Keykubâd (1219-1236) yönetiminde altın çağını yaşadı.
13. yüzyıl seyahatnameleri Anadolu’yu, tıpkı Bizans’ın en iyi dönemlerinde olduğu gibi, ekonomik gelişmeler ülkesi olarak betimler. Her zaman olduğu üzere ziraat ön plandadır, fakat sultan artık somut teşviklerde bulunmaktadır; ayrıca bağcılık, bahçecilik ve meyvecilik de yapılmaktadır. Maden ocaklarından gümüş, bakır, demir ve şap çıkarılmakta ve dağlık ormanlardan odun indirilmektedir. Türkmenlerin tarımdaki payı zor teşhis edilebilir, ama her halükârda ülkenin sadece bir bölümü göçebeleşme sürecine girmiş ve huzurlu dönemlerde göçebelerle yerleşik halk arasında ortak bir yaşam sürdü-rülebilmiştir. Göçebe yaşam tarzının temelini her ne kadar hayvancılık oluşturuyorsa da, sığır ve at yetiştiriciliğinin Türkler gelmeden önce de Anadolu’da önemli bir rol oynadığı dikkatten kaçırılmamalıdır. Gerçi Türkınenler halı dokumacılığını Anadolu’ya getirdiler, ama kaynakların “halı” terimiyle,
Anadolu’da eskiden beri yapımı bilinen altın ve simle işlenmiş halı veya lüks tekstil dokumacılığını kastedip etmediği belli değildir. Bazı alanlarda, örneğin moda ürünü olarak da Fransa ve İngiltere’de bile revaçta olan Türkmen başlığı gibi kuşkusuz spesifik bazı ipuçlan var. Her ne ise, çoğu tanm ürünü, dış satım malı olarak saptanabilir. Bir geçiş ülkesi olarak da Anadolu belli bir rol oynar. Ticaret anlaşmalanmn imzal^anması ve değerli altın sikkelerin bastırılmasıyla Sultanlar Anadolu Selçuklu ülkesini, dünya ticaret ailesi halkasına dahil etmişlerdir. Bizzat kendileri ve diğer yüksek rütbeli devlet adamları, ulaşımı; insan, hayvan ve eşyalar için konaklama ve depolama amaçlı tesisler yaptırmak suretiyle teşvik etmişlerdir. 13. yüzyıldan kalan kervansaraylann kalıntılan bugün, Samsun’dan çıkıp, Tokat, Sivas ve Kayseri üzerinden Konya’ya giden ve buradan da Alanya, Antalya, Denizli ve Kütahya’ya ayrılan kervan yolunun etrafını süslemektedir. Selçuklu döneminden kalma bazı köprüler hâlâ günümüzde ulaşıma hizmet etmektedir.
“Rum ülkesinin, Ermenilerin, Frenklerin ve Suriye’nin Sultanı” hükümdar kentteki köşklerde, taşradaki saraylarda ikamet eder, etrafındaki bilgin ve sanatçılara değer verirdi. Iran örneğine göre işleri yürüten ve birçoğu da zaten İranlı olan memurları görevlendirirdi. Yazı dili Arapça ve Farsçaydı. İç ve dış yönetim biçiminin aynn-tılanna burada girmeyecek, bürokratik ve merkezi yönetim anlayışları üzerine genel bir değinmeyle yetineceğiz.”
Resmi din Sünnî İslam’dı. 13. yüzyılda yapılıp da sultan ve onun devlet adamları tarafından vakfedilen cami ve medreselerin sayısı çoktur. Medreseler din adamıyla yetinmiyor, aynı zamanda memur da yetiştiriyordu. İslam’ın, yöneticilerden istediği sosyal talepler; hamam, şifahane ve diğer hayır kurumlan gibi çeşitli yapılarla karşılanıyordu. Sultanlar, Sünnî hükümdarlar olarak tanınmaya büyük önem verdikleri halde, diğer farklı görüşlere, siyasal ve sosyal ayaklanmalara kaynaklık etmedikleri sürece hoşgörüyle yaklaşıyorlardı. Hatta Anadolu’da uygulanan İslam anlayışı, diğer Arap-İs-lam ülkelerinde kuşkuyla algılanan din dışı izler taşıyordu. Öyle ki, ünlü mutasavvıf ve şair Celâleddin Rumî (ö. 127!) tarafından Konya’da kurulan ve sultanlarca hararetle desteklenen Mevlevi Dergâhı’nın ibadet biçiminde, müzik ve dansa [sema], merkezi bir işlev yüklenmiştir.
Devletin hoşgörüsü, Hıristiyan kiliselerin cemaatini de kapsıyordu. Dinler arası evlilikler toplumun her sınıfında sık rastlanan bir olaydı. Hatta Konya sarayında Hıristiyan olup hanedanla akrabalığı bulunan yüksek rütbeli kişiler vardı. Zamanla İslam’a geçişler arttı; bunun nedeni bazen kariye
rinde yükselme isteği, bazen de İslam’ın başarısını Tanrının istediği yönündeki samimi inanış idi. Dinler arası sohbetleriyle Mevlevi Dergâhı, Hıristiyanların İslam toplumuna uyumu hususunda çok katkı sağlamıştır. Fakat Anadolu’daki Rum Hıristiyan cemaati, metropol İstanbul’dan ayrı olmak ve kilise mallarına el konulması nedenleriyle dağınık bir durumda kalmışlar ve yok olmaya mahkûm olmuşlardır.
Saray kültürü, ekonomik gelişmesi, dışarıya karşı barışçıllığı ve dinsel hoşgörüsüyle Anadolu Selçuklu Sultanlığı, tarihçiler tarafından çoğunlukla çok pembe gözlüklerle betimlenmiştir. Bu arada, ancak yeni araştırmalarla lâyıkıyla ortaya çıkan bir husus göz ardı edilmiştir: Türkmenlerin rolü.
Türkmenler, beylerinin yönetiminde, imparatorluğun kenar bölgelerinde yaşıyor, böylece sınır korumasında yararlı oldukları gibi, kültürel gelişim içindeki ülkeye en az zarar verecek konumda bulunuyorlardı. Onları kontrol etmek, güçlü bir merkezi yönetim için dahi zordu, ve bu bir kez ortadan kalktı mı, kendilerine verilen otlak alanlarının sınırlarını genişletmek için akınlara kalkışırlardı. Söz konusu halk grupları, örneğin Batı Anadolu’daki Rumlar için böyle akınlar, sonuçları itibariyle korkunç olurdu. Sadece, güvenilmez boydaşlarına muhtaç olmak istemeyen sultanlar, köle ve paralı askerlerden oluşan hazır bir ordu kurdular; böylece Türkmenlerin devletle olan zoraki bağları daha da gevşedi. Otlakçılık aleyhine tarımın gelişmesi ve yönetimin merkezi uygulamaları, Türkmenlerin yaşam alanlarını gittikçe daralttı. Bunun sonucunda, onlar da devlete karşı kayıtsız, hatta düşmanca bir tutumiçine girdiler.
Türkmenler kendi İslam anlayışlarını Orta Asya’dan beraberlerinde getirmişlerdi. Her zamanki gibi, cami ve medreselerin uzak olduğu yerlerde, bazıları olasılıkla eski Şamanlara benzeyen şeyhler ve dervişler, artık sivilleşmiş devlette yeri olmayan “gaza” geleneğini canlı tutuyorlardı. Tarikat izlerinden başka bu ilkel dindarlık anlayışında, ağaç ve taşların yüceltilmesi veya ilkel toplumlarda olduğu üzere konuk ağırlama pratikleri gibi İslam öncesi unsurlar da vardı. Göçebe kadınları yüzlerini açıkta bırakır, toplum içinde, kentlerde hoş karşılanmayacak ölçüde serbestçe dolaşırlardı. İster Hıristiyan ister Müslüman olsun, kent halkı Türkmenleri itici bulur, onları aşağılardı. Türkmenler bu ülkenin imajım, Batılı gözlemcilerin daha 12. yüzyılda “Türkiye”den bahsedebileceği kadar belirlemişlerse de, yaşamlarım devletten ve sultanlığın yarattığı kültürden neredeyse tamamen soyutlanmış bir şekilde sürdürüyorlardı.
Daha I. Keykubâd zamanında Anadolu Selçuklu Sultanlığının dış politika ufukları kararmaya başlamıştı. 1220’de Moğol hükümdarı Cengiz Han’ın (ö. 1227) orduları İran’ı zapt edip, Türkmen ve diğer halklardan oluşan bir grubu batıya doğru zorladılar. Sultan, Doğu Anadolu’da baş gösteren bu huzursuzluğun üstesinden geldi, ancak oğlu ve ardılı II. Keyhüsrev’e (12361246) ağır bir miras bıraktı. Yeni sultan bu durumun farkında görünüyordu. Monarşik yönetimini güçlendirmek için, tahta geçer geçmez, kardeşini bertaraf etti; bu, Selçuklu Hanedanlığının tarihinde eşi görülmemiş bir uygulama idi. 1240 yılında, gezgin Türkmen şeyhi Baba İshak’tan etkilenerek Türkmen-ler Doğu Anadolu’da ayaklandılar ve sultan bu halk ayaklanmasını acımasız bir sertlikle bastırdı. Bu şekilde sarsılmış Anadolu Selçuklu Sultanlığı, Moğollarla askerî açıdan karşı karşıya gelmek için yeteri kadar güçlü değildi. 1243 tarihli Kösedağı yenilgisinden sonra II. Keyhüsrev, ülkesinin batısına kaçtı; bu arada muzaffer Moğollar, Kayseri’yi talan ediyorlardı. II. Keyhüs-rev’in veziri ise duruma hâkim olup, onlarla bir ateşkes anlaşması sağladı.
Moğol Hükümdarlığı ve Beylikler Dönemi’nin Başlangıcı (1243-1307)
Anadolu Selçuklu Sultanlığı, artık Moğollara haraç ödeyen uydu bir devlet haline gelmiş, ama geçici bir süre için işgal edilmekten kurtulmuştu. II. Keyhüsrev’in kendi aralarında kavgalı oğullarının yerine, Moğolların müdahalesine meydan vermeksizin, devleti şimdiye kadarki haliyle tutmaya çalışan vezirler yönetimi üstlenmişlerdi. Bu devlet adamlarının başında, doğuştan Rum olan Celâleddin Karatay geliyordu.
Bu görece sükûnet, 1256’da ilk kez hassas bir şekilde bozuldu. İran’ın Moğol hükümdarı Hülagu Han, Orta Asya’dan gelen göçebe akınları için yere gereksinim duyup, bu nedenle ordu komutanı Baycu’ya, askerleriyle birlikte Anadolu’ya çekilmesini emreder. Bu, antlaşmaya aykırı davranışın arkasında her ne kadar doğrudan düşmanca bir amaç yoksa da, yine de Moğol göçebeler, Anadolu için ciddi bir tehdit oluşturuyorlardı, özellikle de otlak alanlarını kaybetmeyi göze alması gereken Türkmenler için. Türkmen ve Hı-ristiyanlardan oluşan Anadolu Selçuklu Sultanlığı ordusu, Moğollar tarafından darmadağın edildi ve Karatay’ın yerine, “Pervane” adıyla tarihe geçen Muineddin Süleyman göreve getirildi.
Bu yıllarda uluslararası dengede önemli değişiklikler oldu. 126l’de Bizanslılar Miklıail VIII. Palaiologos (1259-1282) liderliğinde İstanbul’da yönetimi ele aldılar ve Latin İmparatorluğunu ortadan kaldırdılar. Laskaris Hanedanlığının önem verdiği Batı Anadolu’nun aksine ilgi alanlannı artık Balkan Yanmadası’na çevirdiler. Mısır’da 1252 yılından beri Eyyubî Sultanlarının yerine, Türk kölemenlerden oluşan Memluklar yönetime geçmişti. Memluklar, Moğolları 1260’ta Suriye’de, Ayn Calut yakınında yendiler; böylece putperest Moğollara karşı İslam’ın öncü savaşçıları olarak kendilerini kabul ettirdiler. Anadolu’da güç dengelerindeki bu kayma, her şeyden önce, devletin sınırlannda gittikçe bağımsızlaşan Türkmenlerin işine yaradı. Batı Toroslar’da 1255’te, onu sevmeyen resmî tarihçilere göre kuşkusuz bir haydut diye nitelenen Karaman adlı bir odun tüccarı, bir beyliğin kurucusu olarak ortaya çıktı. Karamanlılar ve diğer Türkmenler, Selçuklu Devleti’ne ve Kilikya’daki Ermenilere destek veren doğal düşmanları Moğollara karşı, Memlukların desteğini istiyorlardı. Ermeniler baştan beri Moğollarla iyi geçinmenin kendi yararlarına olacağını anlamışlardı ve Haçlı çevrelerinde kabul gören, Orta Asyalı bu büyük gücü İslam’a karşı ikinci bir cephe açacak biçimde harekete geçirme planına aktif olarak katılmışlardı. Memluk sultanı Baybars (1260-1277), Romalı Haçlı Ordusu devletlerini hemen tamamen dağıttıktan sonra, Anadolu’ya el atma zamanının geldiği düşüncesindeydi. Bu kararda Pervane’nin de katkısı olası görünmektedir. Baybars, Moğolları 1277’de Elbistan yakınlarında yendi ve Kayseri’de kendini Rum [Anadolu] Sultanı ilan ettirdi. Fakat Selçuklu-Moğol merkezî yönetiminin genel olarak çöküşü beklentisi gerçekleşmedi ve hemen yine geri çekildi. Bu ise, Moğolla-nn merhametinden artık umarı kalmayan Karamanlılara -herhalde ciddi olmayan- bir Selçuklu veliahdını tahta geçirme fırsatını verdi. Birkaç denemeden sonra bu girişim fiyaskoyla sonuçlandı. Bunun üzerine, ilk önemli kurbanı Pervane olan daha güçlü bir Moğol baskısı süreci başladı. Pervane’nin ardından Sahip Ata adıyla bilinen Fahreddin Ali, Anadolu Selçuklu devlet sanatının siyaset geleneğini bir kez daha temsil etti. Onun 1288 yılında ölümünden sonra anarşi belirgin biçimde yayıldı. Siyasal ve dinsel kardeşlik teşkilatı Ahiler tarafından yönetilen kentler, Türkmenlerle çatışma halindeydi. Moğolların gaddar, fakat zaman içinde etkisiz kalan cezalandırma seferleri, bu kaos ortamına düzen getirmeyi amaçlıyordu. Anadolu’ya gönderilen Moğol valileri, o yerin tavnna ayak uyduruyor ve İran’daki hanlarına karşı darbe eğilimi içine giriyorlardı Moğol hâkimiyetinin genel olarak gerilemesinden ilk planda Kilikya’daki Ermeniler zarar gördü: Memluklar ve Karamanlılar tarafından kıskaç içine alınarak, 14. yüzyılda tamamen
imha edildiler. Moğolların 1300 civannda İslamlaşması, Anadolu’daki politik duruma etki etmesi bakımından geç olmuştur.
Moğollar, Ön Asya tarihine büyük fatih ve yıkıcı olarak geçtiler; bu, Anadolu söz konusu olunca göreceli olarak değerlendirilmesi gereken bir husustur. Ekonomik ve kültürel açıdan bakılınca, [II. Keyhüsrev’in Kösedağ’da Moğollara yenilmesi tarihi olan] 1243 yılı, hiçbir şekilde mutlak bir kesinti ifade etmez. Günümüze kalan kitabeler gösteriyor ki, kervan-saraylann yapımı, küçük çapta da olsa, bu tarihten sonra da devam etmiş ve ancak Baycu’nun 1256’da Selçuklu topraklarına girmesiyle, on yıllık bir duraksamaya uğramıştır. Pervane zamanında yapım çalışmaları yeniden başlamış, ama Sahip Ata yönetiminin ilk yıllarında durdurulmuş ve 13. yy. sonlarına kadar bir daha gündeme gelmemiştir. Daha sonraki dönem hakkında kesin belgelere sahip değiliz. Moğollar Anadolu’da hiçbir zaman çok sayıda olmadılar. Bu bağlamda onların Anadolu’ya zorladıkları Türkınenler daha önemlidirler, çünkü Anadolu Selçuklu Sultanlığı’nın sınırlannda toplanmış ve buradan hareketle siyasal açıdan aktif bir rol oynamışlardır.
Güç politikası bakımından önemsiz olan Trabzon Rum İmparatorluğu ve Bizanslıların elinde kalan Nikaia (İznik), Nikomedia (İzmit), Brussa (Bursa), Sardes (Sard), Philadelphia (Alaşehir), Magnesia (Manisa), Herak-leia Pontika (Karadeniz Ereğlisi), Phokaia (Foça) ve Smyrna (İzmir) gibi batıdaki birkaç kent hariç Anadolu, 14. yüzyıl başında Müslümanlarca yönetilmekteydi. Katalon lejyon erleriyle kalkışılan Reconquista başansız oldu ve Bizans, Anadolu tarihindeki belirleyici faktör rolünden çekildi.
Anadolu Selçuklu Sultanlığı, ismen hâlâ Moğolların hâkimiyeti altında görünürken, gerçekte bağımsız devletlere ayrıldı. Bunun nedeni, Selçuklu Hanedanlığı’nın erkek soyunun 1307’de Moğollar tarafından yok edilmesi değildir, aksine gelişen olayların yanı sıra oluşan bir durumdur; çünkü sultanlar on yıllardır artık anılmaya değer bir rol oynamamışlardır.
Selçuklu-Moğol kurumlan en uzun süre Orta ve Doğu Anadolu’da varlığını korumuştur. Oralarda, Kayseri, Sivas ve Tokat merkez olmak üzere Moğol valiler yönetimde bulunmuşlardır. Bunlardan biri olan Eretna, kuşkusuz kısa süreli bir beyliğin kurucusu olmuştur. Güneydoğuda, Ermenek merkez olmak üzere Karaman Beyliği topraklarını genişletmiştir. Beyliğin başkentleri, daha sonra Karaman olarak değiştirilen Larende ve eski sultan kentini ele geçirmek yönünde birkaç girişim başansızlıkla sonuçlandıktan sonra da, 1320’lerden itibaren Konya olmuştur. Batıda hâkimiyet, Alişir
Beyliği yönetiminde olan ve zaman zaman Sahip Ata ailesinin etkisi altına giren Türk-Kürt aşireti Germiyanoğullarmm elindeydi. Beyliğin merkezi Kütahya idi. Önemli bir beylik olan İsfendiyaroğullarmm başkenti ise Kastamonu’ydu. Merkezi Antalya olan Hamitoğulları, güney kıyılarını ve arka bölgeyi kontrol ediyorlardı. Beyşehir, Akşehir ve Bolvadin’i elinde bulunduran Eşrefoğulları’nın hâkimiyeti kısa süreli olmuş, 1326’da Karamanoğul-ları ile Hamitoğulları tarafından paylaşılmıştır.
BizanslIlardan yeni koparılmış bölgelerde de beylikler ortaya çıkmıştır. Menteşe adlı bir Türkmen beyi, daha 13. yüzyılda Karia’da bir hâkimiyet kurup, Milas, Milet ve Muğla’ya el koymuştu. Başta Gerıniyanoğulları’nın bağımlısı olan Muhammed bin Aydın, Menderes vadisine ve Efes’e hâkimdi. Anadolu’nun kuzeybatı köşesindeki Saruhan ve Karasi beylikleri hakkında, varlıkları dışında fazla bir şey bilinmiyor. O zamanlar çok önemsiz bir hâkimiyet sahasını elinde bulunduran Osmanlılar, Eskişehir’in kuzeybatısındaki Söğüt civarını yurt edinmişlerdi.
Beyliklerin hemen hemen tümü, yanlarında din büyüğü şeyhlerini bulunduran Türkmen beylerine bağlı olup, bu haliyle “Gaza” düşüncesini taşıyorlardı. Ağırlıklı olarak Farisi kültür özellikleri taşıyan Anadolu Selçuklu sultanlarına göre, halka daha yakındılar ve dikkat çekici biçimde, Türk dilinin ve edebiyatının geliştiği çevreyi oluşturuyorlardı. Buna karşın Beylikler Dönemi, kesinlikle Selçuklu geleneğinin kesintiye uğraması olarak değerlen-dirilmemelidir. Yönetici tabakalar, gelenekçilerin direncini kırdıktan sonra, derhal kent toplumlarına uyum sağlamışlar ve Türkmen beylerinden, tıpkı örnek aldıkları Selçuklular gibi, saraylarda yaşayan ve dinsel ve halk yararına vakfiyeler kuran, geleneksel anlamda İslam hükümdarları ortaya çıkmıştır. Bu arada Osmanlılar dışında, din savaşı (cihad) düşüncesi tavsamıştır. 14. yüzyılda Türkçenin, klasik İslam yazı dilleri Arapça ve Farsçaya karşı bir üstünlüğünden henüz söz edilemez. Fakat Türkmenlerin, o zamanlar belirmeye başlayan İslam kültürüne yakınlaşması önemliydi. Bu nedenle Anadolu’nun tamamen Türkleşmesi yolunda beylikler önemli bir aşama olmuşlardır. Türkmenlerin gittikçe artan yerleşikliği ve Anadolu Bizans kültürünün yok olması bağlamında değerlendirilmesi gereken bu süreç, bu ülkenin siyasal parçalanmışlığı sayesinde önemli ölçüde hızlanmıştır.
Kaynak:
Cogito – Selçuklular – Sayı: 29 Güz, 2001 (JEAN-PIERRE BODMER)