İslâm Dini ve İslâm Kültürü
İslâm’ın tebliği ile birlikte, insanların birlikte yaşaması ve bunun da ancak yardımlaşma yoluyla olacağı zorunluluğunda herhangi bir değişiklik olmamakla birlikte, bu zorunluluğun muhtevası konusunda esaslı bir değişiklik ortaya çıkmıştır. Bu değişiklik, insanlar arasındaki ilişkiler düzeninde gerçekleşmiştir. Biz, ortaya çıkan değişikliğin bazı hususiyetleri konusunda açık seçik bir tasavvur oluşturmadan, İslâm toplumun un nasıl ortaya çıktığı ve hu toplumun varlığını nasıl sürdürdüğünü tespit etme imkânına sahip olamayız. İslâm toplumunun varlığı, onun aynı zamanda bir şeyler ortaya koyması anlamına geldiği için, İslâm toplumunun varlığı de kültür arasında doğrudan bir alaka vardır. Bu aynı zamanda İslâm toplumunun birliğini sağlayan unsurlarla, İslâm kültüründe mevcut olan birlik arasında da doğrudan bir irtibat olması gerektiğini düşündürmektedir.
Başka bir vesile ile Islâm toplumunun inşa edici ilkesinin ‘resule ittibâ‘ olduğuna işaret etmiştim.(1) Şimdi bu hususu biraz daha açıklayarak, bunun dünyanın neresinde olursa olsun müslümanlar arasında hâlâ devam eden müşterek unsurlarla olan alakasını kurmaya çalışacağım. Burada hemen söylenmesi gereken husus, resûle ittibâ’nın ilk dönemlerdeki anlamı ile veya gerçekleşme şekli ile daha sonraki dönemlerdeki gerçekleşme şeklinin arasında, şeklen de olsa bir fark olduğudur. Bu farkı da ifade ederek, bunun İslâm toplumu açısından ne gibi neticeler doğurduğu üzerinde durmak istiyorum.
2.1. Bu hususu biraz daha yakından ele alabilmek için, vahyin bizzat Hz. Peygamber tarafından tebliğ edildiği dönem ile, daha sonra, hadislerin yazılı hale geldiği dönemi birbirinden ayırmak gerekecektir. Gelenek bize bu hususla alakalı olarak gerekli terimleri vermektedir. Vahyin bizzat Hz. Peygamber tarafından tebliğ edildiği döneme, sahabe dönemi (veya asr-ı saadet) denilmekte ve bu dönem, esas itibariyle tâbiûn dönemine kadar devam etmektedir. Tabiûn ve tebe-u tabiin dönemini de, aşağıda kısaca üzerinde duracağım gibi, birlikte ele alarak, hadislerin tedvini döneminden ayırmak gerekmektedir.(2) Hadisler tedvin edildikten günümüze kadar geçen dönemi de tek bir dönem olarak kabul edeceğim. Bu ayrımları niçin yaptığımı, daha sonra kısaca temellendireceğim.
Sahabe döneminin en önemli hususiyeti, vahyin nüzulünün devam etmesi ve insanların müslüman olmalarının, doğrudan doğruya Hz. Peygamber’e ittiba yoluyla gerçekleşmesidir. [Serahsî’nin İmam Ebû Yusuf tan naklettiği şu ifadeler, bu dönemi çok güzel açıklamaktadır: “inne’l-vahye kâne yenzilü ve’l-hükmü yetegayyerü sâ’aten fe sâ’atin. Fe’llezîne kânû bi’l-bu’di min rasûlillâhı sallallahü aleyhi ve selleme kânû lâ yedrûne mâ nezele ba’dehüm min hükmı’llâhi te’âlâ fe’emme’l-âne fe-kad istekarre’l-hükmü” “Vahiy iniyor ve hüküm saatten saate değişiyordu. Rasulullah’ın uzağında bulunanlar kendilerinin uzakta bulundukları süre içinde Allah’ın hangi hükmünün nazil olduğunu bilmiyorlardı. Ama bugün artık hükümler değişmez bir şekilde elimizdedir.”](3)
Bu dönemin ayırıcı hususiyeti insanların doğrudan doğruya, vasıtasız bir şekilde Hz. Peygamber’i görerek ve ona gerektiği hallerde sorularını sorarak, bilmediklerini öğrenme imkânına sahip olmalarıdır. Bu dönemde henüz terim olarak sünnetin olması gerekmediği gibi, sünnetin muhtevasının da kesinleşmiş olması gerekli değildir; bu dönemde henüz Hz. Peygamber hayattadır ve her şey ona bağlı olarak yürümektedir.
Ancak her şeye rağmen müslümanlar, kendi aralarındaki ilişkilerini nasıl düzenleyeceklerini, neyi nasıl yapacaklarını bilme ve öğrenme imkânlarına sahiptirler ve bu süreçte bir taraftan vahyin tebliği devam ederken, aynı zamanda bir toplum da oluşmaktadır; toplumun oluşması demek, kabaca insanların ferdî fiillerinde olduğu kadar, kendi aralarındaki ilişkilerinde de (buna müşrikler ve diğer din mensupları ile olan ilişkilerini de eklemek gerekir) Hz. Peygamber’i örnek almaları ve bu anlamda onun fiillerinin herkesi bağlayıcı bir merci olması, onun sözleri ve direktiflerinin bu ilişkileri yönlendirici olması anlamına gelmektedir. Bu süreç bize, Hz. Peygamber’in fiillerinin, o daha hayatta iken müslüman davranışının standardını teşkil ettiğini ve bu anlamda onun fiillerinin bir davranış şekli olarak yaygınlaşarak, bir ‘sünnet’ haline geldiğini, yani toplumsal düzenin kendisine bakılarak oluştuğu bir üs ve-i hasene olduğunu göstermektedir. Bu anlamda sünnet ile (ki aslı Hz. Peygamber’in fiilleridir) vahiy arasındaki irtibatı kurmadan, sünnet ile ona ittiba arasındaki irtibatı kurmak mümkün olmadığı için, bu hususun biraz açıklanması gerekmektedir.
Sözlü bir iletişimde, mütekellim ile muhatab arasından üç ayrı hususu birbirinden tefrik etmek gerekmektedir. Mütekellim bir sözü söylerken, bir şey kastederek bir düzen içerisinde ses çıkarır. Bunu yapmakla, aynı zamanda başka bir şey de yapar: Meselâ bir konuda muhatabını bilgilendirir, ona bir şey yapmasını emreder, onu över veya yerer, onu uyarır vs.
Bunun neticesinde muhatabı, bu sözün mûcebine göre bir reaksiyonda bulunur. Sözün mûcebine göre, muhatabın reaksiyonu da değişik isimler alır. Meselâ eğer mütekellim, muhataba bir konuda bilgi veriyorsa, ona inanır veya inanmaz; eğer emrediyorsa, ona itaat eder veya isyan eder; eğer uyarıyorsa, bu uyarıyı dikkate alır veya almaz ilh. Vahiy ile Hz. Peygamber’i bu cihetten dikkate alırsak, o zaman şöyle bir durum ortaya çıkar: Mütekellim olan Yüce Allah, keyfiyeti bizim tarafımızdan bilinmese [yani burada vahyeden ile kendisine vahyedilen arasındaki ilişkinin sırf lisanî bir mütekellim-muhatab ilişkisi olduğunu söylemek doğru olmaz] de vahiy yoluyla Hz. Peygamber’i uyarmış; ona bir şey yapmayı emretmiş; onun bazı şeyleri yapmasını yasaklamış; ona bazı konularda bilgi vermiştir, ilh. Yüce Allah’ın vahyetmekle ne yaptığı ve her bir âyetle ne yaptığı sorusunu soracak olursak, Hz. Peygamber’in fiillerini, vahiy ile irtibatlı olarak anlama imkânım elde ederiz.Diğer taraftan Hz. Peygamber’in kendisine vahyolunan âyetleri etrafında bulunan insanlara ulaştırmasını, yine aynı şekilde anlayabiliriz. Bu durumda Hz.Peygamber,vahyi etrafındaki insanlara ulaştırmakta,’tebliğ’dediğimiz vazifeyi getirmekte;ayrıca insanlara ulaştırdığı vahyi’beyan’etmektedir.
Hz.Peygamber’in bütün fiillerinin,insanlara ulaştırdığı vahyi’beyan’ etmek olduğunu ve bu beyanı da üç şekilde,sözlü,fiili ve takriri bir şekilde gerçekleştirdiği yaygın olarak bilinen bir husustur.Hz.Peygamber’in beyanı,tesadüfen eline Kur’an geçmiş olan birisinin,bu Kur’anı anlayarak anlatması değildir;onun vazifesi budur ve o,bu hususta,kendisine vahyeden Yüce Allah tarafından(keyfiyetini bizim bilmemiz mümkün olmasa da,muhtelif karinelerin bize bildirdiği gibi,mesela Cebrail a.s vasıtası ile)desteklenmektedir.Böyle olunca da,onun fiilleri,herhangi bir insanın fiilleri olmayıp,vahyin mücebleri olarak anlamlıdır.
Burada başka bu soruyu daha sormamız gerekecektir: Mütekellimin sözü ile muhatabın fiili arasında nasıl bir irtibat vardır? Meselâ emretme yetkisine sahip olan birisinin, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, emretme yetkisine sahip olduğu birisine, bir şeyi yapmasını emrettiğinde, muhatab mütekellimin emrettiğini (me’mûrun hih) yerine getirdiğinde, bu fiili kime izâfe edeceğiz? Soruyu daha açık bir şekilde sorabiliriz: meselâ emretme yetkisi müsellem olan birisinin, muhatabına bir şeyi satın almasını emretmesi durumunda, muhatabı bu emri yerine getirerek, satın alınması emrolunan şeyi satın alsa, satın alma işini kime izafe etmek doğru olur? Satın alma işinin faili, satın alan mıdır, yoksa satın almayı emreden mi? Bu soruyu Hz. Peygamber in fiilleri için de aynen tekrar edebiliriz. Hz. Peygamber’in fiillerini, ona o fiilleri yapmasını emreden Yüce Allah’a mı nispet edeceğiz, yoksa sadece Hz. Peygamber’e mi? Bu nispetlerden hangisi daha doğrudur? Bu sorulan gereği gibi cevaplandırabilmek için sormamız gereken başka bir sorumuz daha vardır. Eğer Yüce Allah Hz. Peygamber’e vahyetmese ve ona bildirdiği şeyleri bildirmese idi, Hz. Peygamber yaptıklarını yapar mıydı?(4)
Bu soruları benzer şekilde ilk dönemden başlayarak bütün müslümanlar için de sorabiliriz: Eğer onlar Hz. Peygamber’i tanımasalar ve onun Allahın resulü olduğuna inanmasalar, başından itibaren yaptıklarım aynı şekilde yaparlar mıydı? Bu soruların cevaplandırılması, vahiy ile Hz. Peygamber in fiilleri arasındaki irtibatı kurabilmek için gerekli olduğu gibi, Hz. Peygamber in fiilleri ile müslümanların yaşadıkları hayat arasındaki irtibatı kurabilmek için de zorunludur. Bu sorulara verilecek cevaplar bize aynı zamanda bu süreçte ortaya çıkan dünyanın konumunu tayinde de yardımcı olacak ve niçin bu dönemin asr-ı saadet olduğu konusunu anlamamıza yardımcı olacaktır. Buradan hareketle, Resûle itaatin Allah’a itaat olduğunu daha da açık bir şekilde görme imkânı ortaya çıkmaktadır.
Burada kısaca söylenmesi gereken şey, Hz. Peygamber’in tebliği ve beyanı ile birlikte, bu tebliğ ve beyân merkezli bir toplumsallaşma sürecinin, daha doğrusu yeni bir toplumsal düzenin ortaya çıktığıdır; bu toplumsal düzeni ifade eden en temel terim, sünnettir. Sünnet esası itibariyle vahiy, görünüşü itibariyle Hz. Peygamber’in fiilleri ve yaygınlaşarak toplumsal düzene esas teşkil etmesi itibariyle de icmaya tekabül etmektedir. Sünnet, bir yönüyle sadece Hz. Peygamber’in davranış düzenini ifade ederken, diğer yönüyle de onun müslümanlara örnek teşkil eden, yani genelleştirilmeye müsait her türlü fiilî olarak anlaşılabilir. Bundan dolayı bir fiilin sünnet olması demek, sadece Hz. Peygamber’in o fiili düzenli bir şekilde yapması anlamına gelmemektedir; onun bir defa bile yaptığı bir fiili, etrafında bulunan insanlar açısından, nasıl davranacaklarına esas teşkil edebilmekte, yani toplumsal alanda müşterek bir davranışa dayanak teşkil edebilmektedir. Bütün bu hususları yine çok kısa olarak, -ilk dönemlerde olduğu gibi daha sonra da- müslüman olmanın Hz. Peygamber’e tâbî olmak anlamına geldiğini söyleyerek, ifade edebiliriz.
2.2. Hz. Peygamber’in ahirete irtihali ile birlikte, din tamamlanmış ve müslümanlar Kur’ân ile Hz. Peygamber’de gördüklerine dayanarak yaşamakta ve bu süreç içerisinde ortaya çıkan ‘sünnete’ ittiba ederek hem ferdî hayatlarında hem de birbirleri ile olan ilişkilerinde, hayatlarını sürdürmekte idiler. Asr-ı Saadette herkesin, yani sahabenin, bildikleri doğrudan doğruya Hz. Peygamber’i müşahedeye dayandığı için, bu bilginin dışında herhangi bir şeye ihtiyaç hissetmemektedirler. Onlar, bu bilgiye dayanarak hayatlarını sürdürürken, aynı zamanda bu bilgiye ittiba etmektedirler. Buna ittiba etmek demek, gördükleri ve görerek öğrendiklerini bilfiil yapmaları anlamına gelir. Yani bu dönemde bilgi, esas itibariyle yazılı değil, neredeyse tamamen amelî ve bilfiil -söz de esas itibariyle bir fiildir- nakledilen bir bilgidir.(5) Onların bilfiil naklettikleri ve bunu naklederken de yeniden ‘ürettikleri’ bilgiye tabi olanlara, ‘tâbiûn ve tabiûn’e benzer bir şekilde tâbî olanlara da ‘tebeü’t-tâbi’în denilmesi de bunu ifade etmektedir. (Hadisin yazılı hale getirilmesini, ilmin sadırlardan satırlara aktarılması olarak niteleyenler de, bu durumu ifade etmekteydiler).
2.3. Teferruatını burada ele alamayacağımız -ancak ehline malûma birçok nedenden dolayı, bilfiil nakletme sıkıntılı duruma düştükten sonra, bunun yazılı hale getirilerek, hayatını bunun nakli ve muhafazasına adamış olan bir alim simimin, yani teknik anlamda muhaddislerin ortaya çıkması, daha önceki iki dönemden epeyce ayrı telakki edilebilecek bir durum ortaya çıkarmıştır. Islâm hakimiyetinin yayılması neticesinde, yeni doğanlara ve ihtida ederek ‘yeniden doğanlara’ dini öğretmek için, yenilerin içine doğduğu toplumsal düzenin kendisine dayandığı esasları yazılı bir hale getirmek, aynı zamanda sistematik bir yeniden düşünme ve yeniden üretme imkânını sağlamak anlamına geldiği için, bir taraftan dinin muhafazası, diğer taraftan zaman içerisinde ortaya çıkan muhtelif sapmalar karşısında, bunların tespiti ve bunlar karşısında doğruya ulaşma konusunda ehil olan herkesin müracaat edebileceği dayanakları hazırlamak anlamında da geliyordu.
Sistematik olarak yeniden düşünme ve yeniden üretme gayreti, asılların nakledildiği dilin müstakil bir şekilde araştırılmasını zaruri hale getirdiği gibi, Hz. Peygamber’in siyerinin de yazılması; yani içinde yaşanılan dünyanın tarihinin yazılması da, gerekli hale geliyordu. Bütün bunlara ek olarak, müslümanların geliştirdiği ve bilebildiğim kadarıyla müslümanlara has tayin edici iki ilim bulunmaktadır ki bunlardan birincisi, cerh ve ta’dîl diğeri de fıkıh usûlü ilmidir. Birincisi sayesinde ortaya çıkan ricâl ilmi bize, özellikle ilk asırlarla ilgili olarak, dünya tarihinin hiçbir dönemi hakkında bulunmayan zengin malumatı verdiği gibi, İkincisi sadece delile ittiba eden ve delilden başka bir şeyi dikkate almayan komütikatif bir kültür ve toplumsal düzenin nasıl olup da varlığını sürdürebildiğinin açıklamasını sunmaktadır.
Bütün bu sürecin kendisine bağlı olarak gerçekleştiği sünnet de, bu imkânı kendisinde taşımaktadır. Sünnet, bir taraftan ferdî-insanî farklılıkları dikkate alacak kadar şumüllü; diğer taraftan bütün farklılıkları bir esasta toplayacak kadar da birleştirici özelliklere sahiptir. Bundan dolayı müslümanlar arasında tarih boyunca hep, ‘çokluk içinde birlik’ gibi önemli bir özellik muhafaza edilebilmiştir. Esasta birlik ama teferruatta çokluk, müslümanların etrafları ile olan ilişkilerinde tayin edici bir esas olagelmiştir. Bunun en önemli alametlerinden birisi, içtihad anlayışında ortaya çıkmaktadır. Içtihad, birlik içinde çokluk veya çokluk içinde birliğin tecessüm ettiği en esaslı ilkedir.
Bu taraftan bakıldığında müslümanlar arasında ortaya çıkan ihtilafların da esas itibariyle arzu edilmeyen veya kendinde negatif şeyler olmadığı; aksine bir toplum içinde yaşamanın ve canlı bir toplumsal hayatın vazgeçilmez ön şartı ve neticesi olarak kabul edilegelmiştir. Islâm toplumunun tarih boyunca hep delile ittiba ve zahirin tayin ediciliği hususundan taviz vermemesi ve bu noktayı, bütün gayretlerde esaslı bir müracaat kriteri olarak kabul edilmesinde, sünnetin tayin edici yerini görmek gerekmektedir.
Burada günümüze kadar devam eden bu süreci yakından tahlil etmemiz mümkün değildir; ancak şu kadarını söyleyebiliriz ki, zaman içerisinde ortaya çıkan ulema, en azından iddia olarak, Hz. Peygamber’in varisi olmuş; bu çerçevede dinle hayat arasındaki irtibatı sağlamada, onun yerini almıştır. Bu konuda sadece misal olarak Osmanlı döneminden bir şeyhulislâm’ın bazı ifadelerini nakletmek istiyorum.16
İbn Kemal, Risâletul Mürıîre isimli risalesinin başında şunları söylemektedir:
“İlmin alametlerini ve bunun yayılmasını yükselten Allah’a hamdolsun. O, şer’in şi’ârını ve hükümlerini, kullarına (halkına) dîni üstün kılmak ve düşmanlarını kahretmek için hidâyetini ve resulünü göndererek izhar etti.Helal kıldığını helal, haram kıldığını da haram kıldı. Ümmetinin alimlerini, yeri canlandırmak için yağmurlar gönderdiği gibi şeriat yolunda parlak lambalar kıldı. Ve onları Hakk yolunda irşad sürecinde alametler ve deliller kıldı ki,kulları onlar vasıtası ile (Hakka) yollar bulabilsinler. Ve onları kalplerin hastalıklarını tedavide deva ve ilaç kıldı. Ve onlarda, maksadlarına ulaşmada kesin bir menzil ve minhac oluşturdu.(7)
Burada ve mezkur risalenin devamında ortaya konulan tavır, bir taraftan ilmin toplum içerisindeki yerini ortaya koyduğu gibi, diğer taraftan da aynı zamanda ulemânın konumunu ortaya koymaktadır. Kısaca ulemâ, onun ifadesi ile “Yüce Allah’ın yer yüzündeki halifeleri ve enbiyânın varisleridir’’. Ulemânın kendisini böyle görmesi ve bundan daha önemlisi toplumun onları böylece kabul etmesi, onların tayin edici bilgi kaynaklarından olan sünnetin onların müşterek zeminini teşkil etmesi sayesinde, hem toplumun kendi durumunu ölçmelerini hem de bütün bir İslâm coğrafyasında müşterek bir kültürün muhafaza edilerek sürdürülmesini sağlayabilmiştir (sünnet-ulemâ-toplum). Bizim bugün mutlaka dikkate almamız gereken husus, tebeu tâbiîn döneminden sonra ortaya çıkan ilimdir. Çünkü ilim ve ulema, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Hz. Peygamber in ahirete irtihalinden sonra, onun hayatta üstlendiği beyân vazifesini üstlenmiş ve bu vazifeyi günümüze kadar başarıyla ifa etmiştir.
İslâm Kültüründe Birlik ve Çokluk:Buraya kadar esas itibariyle İslâm kültüründe tayin edici olan müşterek unsurlara ve bu unsurların nasıl olup da ortaya çıkıp muhafaza edildiğine, özellikle Hz. Peygamber’in sünnetini dikkate alarak işaret etmeye çalıştık. Bu müslümanlar arasından her şeyin müşterek olduğu ve aralarında hiçbir farkın bulunmadığı anlamına gelmemektedir. Müslümanlar arasında müşterekler olduğu kadar farkların da mevcut olduğu tartışılamayacak kadar açık bir husus olduğu için, bunu ayrıca belirtmeye gerek yoktur. Ancak bu çerçevede söyleyebileceğimiz bir şey vardır ki, müslümanlar arasındaki müşterekler gibi, onlar gibi ve kadar olmasa da, ihtilafların da sünnetle irtibatı vardır. İhtilafların sünnetle irtibatı, en azından İmam Şafii’den beri dile getirilen bir husustur; ancak ihtilaflar sadece sünnete bağlı olarak ortaya çıkmış değildir. Müştereklerin ortak bir esası olması gibi bir zaruret olmakla birlikte, ihtilafların kaynağının bir olması gerekmez; ihtilaflar insandan insana, toplumdan topluma ve dönemden döneme farklı nedenlerle ortaya çıkabilirler.
Bu durumun bir yönü ‘teklif-mükellef-mükellefin içinde bulunduğu şartlar’la, diğer yönü ise doğrudan doğruya teklifi unsurun içinde taşıdığı meşru ihtilaf imkânı ile alakalıdır: Çünkü teklif aynı olsa bile, mükellefler, mükellefiyetlerin yerine getirilme vasıtaları, başta dil ve tarih olmak üzere, kabaca fizikî ve beşerî coğrafya olarak isimlendirilebilecek birçok faktöre bağlı olarak değişmektedir. Bu ise, mükellefiyetler değişmese de, mükellefiyetlerin yerine getirilmesi için gerekli olan unsurlarda ister istemez farklılaşmalara, dolayısıyla da müslümanların yaşadıkları fizikî ve coğrafî şartlara bağlı olarak ortaya çıkardıkları şeyler arasında bazı farkların ortaya çıkarmasına neden olabilmektedir.
Bu farklı unsurları dikkate alanlar, sanki dinde de bir farklılaşma varmış gibi bir tavır sergilemek istemektedirler.(8) Ancak dikkat edilecek olursa, farklılaşan din değil, dinin yaşanması için gerekli olan yardımcı unsurlardır ve bu unsurlar, fizikî ve coğrafî şartlara bağlı olarak farklılaşmaktadır. Bütün bu farklara rağmen, dünyanın neresinde olursa olsun müslümanlar, kendilerine tevatü- ren ulaşan (ki bu hakikî anlamıyla icmâen demektir) mükellefiyetler konusunda herhangi bir farklılığı aralarında taşımamakta; aksine her şeye rağmen aralarındaki müşterek unsurları sürdürmektedirler.
Bazı Mülahazalar: Biz, peygamberi olan bir dine mensubuz; son zamanlarda ortaya çıkan söylem, bizi, Kitâbı olmakla birlikte, peygamberi olmayan bir din mensubu gibi görmekte ve bunun neticesinde de, bir taraftan kültür, onun dinî değeri dikkate alınmayarak yok sayılmakta; diğer taraftan da dini her şeyi meşrulaştıran bir araç haline getirmektedir. Bu hususta karşımıza çıkan sihirli soru ise, “Kur’ân’da var mı?” sorusu olmaktadır. Sünneti ve icmâyı dikkate almayan bu tavır, esas itibariyle dini geçersiz kılma sürecinde etkin bir rol alma eğilimindedir. Bundan dolayı, sünneti ihya ve bu ihya sürecinde öncelikle icmayı dikkate alma, bizim toplumsal varlığımızı sürdürmemizin olmazsa olmaz şartı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Son zamanlarda ortaya çıkan bu tavır, daha önce bilinmeyen bir tavırdır. Bugün yapılacak olan şey, eskiden olduğu gibi, ‘sünnetin ihyası ve bid’atin imâtesi’dir. Bugün neyin sünnet olduğu sorusu, başlı başına bir soru olmakla birlikte, üzerinde asırlardan beri icma edilenden daha farklı olamayacağını hemen söylemek gerekmektedir.
Şunu söylemek gerekir ki, tarihin bize öğrettiği en önemli hususlardan birisi, Islâm toplumunun sünnete ittiba ile var olduğu ve varlığını da aynı şekilde sünnete ittiba ile sürdürebilmiş olduğudur.
Bugün karşı karşıya olduğumuz ‘hermeneutik durum’ öyle gözüküyor ki, ilk defa karşılaştığımız bir durum da değildir. Bu yönden Yunus Emre’nin yaşadığı dönemle ilgili olarak söyledikleri, böylesi bir durumun nasıl kavrandığını da ifade ettiği için, hatırlanmasında fayda görüyorum. Yunus şöyle diyor:
işitin ey ulular, âhir zaman olısar
Sağ müslüman seyrektir, o da gümân olısar.
Âlim okur tutmaz, derviş yolun gözetmez
Bu halk öğüt işitmez, ne sarp zaman olısar.
Gitti beylerin yiğitleri, binmişler birer atı
Yediği yoksul eti, içtiği kan olısar.
Mürşidin izinden giden er, elini çekmiş şerden
Deccâl yükseliyor yerden, âhir zamân olısar
Tuhaf mahlûk ulaştı, göz yumanlar peşine düştü
Helâl harâm karıştı, kazanç ziyan olısar
Kişi kendin yavuz sanır, ettiği kalır sanır
Yarın mahşer gününde işi beyân olısar.
Ey Yunus imdi senin aşk ile geçe günün
Sevdiğin kişi senin canına cân olısar.(9)
Yunus’un tespit ettiği sıkıntılı durum zaman içerisinde aşılmış ve bunun neticesinde dünya tarihinin gördüğü en görkemli medeniyet olan Osmanlı medeniyeti, böyle bir kriz halini müteakiben gerçekleşebilmiştir. Bunun nasıl tahakkuk ettiğini tespit etmek, bugün benzer sıkıntılardan nasıl kurtulunacağı konusunda sadece bize değil, bütün insanlığa yol gösterecektir; Mevlânâ’nın eserlerinden yapılan tercümelerin Amerika’da en çok satan eserler arasında olması, tesadüfi değildir.
Tahsin Görgün,İlahi Sözün Gücü,syf:166-176
Dipnotlar:
1-Kur’an ve Fıkıh -bkn:http://ilimcephesi.com/kuran-ve-fikih/
2-Bu ayrımın, bu İki dönemde hadislerin yazılmadığı veya rivâyet edilmediği anlamına gelmedigini burada söylemeye gerek görmüyorum.
Serahsi, elMebsût X, s. 7
4.) Kadı Abdül Cebbar da insan fiilleri ve onların hüsün kubuhla ilişkisini ele alırken benzer bir tavır sergilemekte, benzer sorular sormaktadır Kadı Abdülcebbar, El-Muhtasar fi Usûli’d Dîn,Resâ’ılu’l Adl ve’t Tevhid (dirase ve thk. Muhammed Ammâre), Kâhire: Dâru’l-Hilâl, 1971, c1, içinde, ss. 168-253, söz konusu mesele için bak. S. 210 vd.; Ayrıca fikıh usulü eserlerindi de, Hz. Peygamberin nasıl davrandığı sorusu cevaplandırılırken, benzer bir usul takip edilmektedir. Meselâ Serahsi. Usûl 2,s. 90 vd; Abdulaziz el-Buhari, Keşfu’l Esrar 3,s. 374 vd ve orada zikredilen diğer eserler.
5-)İmam Şafii ve daha sonra Kadı Abdulcebbar gibi birçok alim icmayı bu şekilde nakleden yani ammenin ammeden bilfiil naklettiği bir bilgi türü olarak kabul etmektedirler ki,bu husus bir taraftan İslam toplumunun esasları açısından,diğer taraftanda sünnetin bu süreç içinde edindiği yeri gereği gibi ifade etmesi açısından oldukça önem arz etmektedir.
6.) Bu tavır bilindiği gibi çok yaygındır; mesela başka bir misal için bak: Serahsi, el-Mebsut l, s. 2-3
7.) İbn Kemal, Risâletul-Münîre, İstanbul: Matbaa fi-Cemâl, 1308, s. 2; Benzer bir şekilde Güngör, ulemayı, geçmişin ve geleceğin kurucuları olarak nitelerken, ulemanın tarihte sahip oldukları yeri dikkate almaktadır (İslamın Bugünkü Meseleleri, istanbul,1981, s 195-243)
8.)Mesela Clifford Geertz, lalam Observed (Chicago 1968) isimli eserinde böyle bir yaklaşımı benimsemektedir.
9.)Yunus Emre,Divanı 2,(nşr.Mustafa Tatçı),Milli Eğitim Bakanlığı yay.İstanbul 1997,s.115(bu neşirde dördüncü beytin ilk mısrası muhtemelen yanlış okunmuştur;bu neşirde mezkur mısra şu şekilde verilmektedir: Ya’ni er gelmiş erden elini çekmiş şerden; ben, içerik itibariyle daha doğru olduğunu düşündüğüm şekli, Hüseyin Arif tarafından yapılan başka bir neşirden aldım: Divanı ve Hayatı ile Yunus Emre, İstanbul 1977, s. 258)