Tek Parti Dönemi -1
Ben Cumhuriyeti tesis ettim. Fakat bugün idare şekli Cumhuriyet midir, diktatörlük müdür, şahsi hükümet midir, belli değil.(M.Kemal Atatürk)
Egemen bir parti vardı, partinin üstünde İsmet Paşa ‘Tanrının bir parçası’ idi. Halk, İnönü’nün yüzünü göremezdi. İnönü yerine, egemen CHP’nin elleri dilediği zaman halkı okşar, yerine göre sıkardı… İnönü adı korku verirdi… Demokrat parti hareketi ortaya çıkıncaya değin, ‘Paşa’ herkes adına düşünen, milletine doğru yolu gösteren, hemen her konuda uygulamaya geçilmesi gerekli buyrukları veren ‘tek’ insandı.(Cüneyt Arcayûrek)
Serbest Fırka’nın kapatılmasından başlayıp, Demokrat Parti’nin kuruluşuna kadar devam eden 16 yıllık dönem (1930-1946) Türkiye tarihinde ayrıcalıklı bir niteliğe sahiptir. Genellikle “Tek Parti Dönemi” ismiyle anılan bu dönemi, öncesindeki veya sonrasındaki dönemlerden ayıran en önemli özellik, bir partinin bulunması ve bu partinin muhalif partiler olmaksızın iktidarı her durumda elinde tutmasıdır. Fakat, bu özellik, söz konusu dönemi ayrıcalıklı kılan tek özellik değildir.
Eğer dönemin ayırıcı tek özelliği siyasal yapıda tek partinin bulunması olsaydı, o zaman bu döneme 1920’li yılları da katmak gerekirdi. Çünkü,1920’li yıllar da, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Serbest Fırka’ya rağmen, çok partili bir siyasal sistemin yürürlükte bulunduğu dönem olarak nitelenemez. Zira, her iki partinin de siyaset meydanında yer alış süreleri yok denecek kadar kısa ve siyasete katkıları da yine aynı şekilde yok denecek kadar azdır. Bundan dolayı, 1930-1946 yılları arasındaki dönemi “Tek Parti Dönemi” olarak isimlendirmenin ve nitelemenin sebeplerini daha başka yerlerde aramak gerekmektedir. Bilhassa da, sadece muhalif bir partinin değil, aynı zamanda her türlü siyasî, kültürel muhalif yapılaşmalara da müsaade etmeyerek, her doz ve yöndeki muhalif sesin yok edilmesinin sistemin bir gereği olarak “meşru” telakki edilmesinde ve buna yönelik uygulamalarda aramak gerekmektedir. 1925’den 1929’a kadar devam eden ve Takrir-i Sükûn kanunlarının yürürlükte olduğu dönemde muhalefetin her çeşidinin yasaklanması, bu dönemin “olağanüstü” şartlarına bağlı olarak açıklanmasına karşılık,
“Tek Parti Dönemi”ndeki tek seslilik çeşitli ideolojik gerekçelerle “olağan” nitelenmiş ve bu doğrultuda değerlendirilmiştir(1). Sonuçta da, Türkiye tarihinin yakın zamanlarında totaliter sistemin yürürlükte olduğu bir dönem varolmuştur.
Totaliter Sistemin İnşası
Serbest Fırka’nın kapatılmasından sonra, Cumhuriyet Halk Fırkası içinde tek partili “totaliter rejim‘’i bütün temelleriyle kurma çalışmaları başlar(2). Serbest Fırka tecrübesi, Cumhuriyet kadrolarına totaliter bir sistemin temellerini atmanın fırsatını sağlar(3). İktidar Partisi’nin ideologları totaliter bir rejimin inşasını gerçekleştirebilmek için, Serbest Fırka denemesini oldukça büyük bir başarıyla kullanırlar. İlk zamanlar Serbest Fırka mensuplarının şahsında açığa çıkan tepki ve eleştirilerin alanını gittikçe genişleterek, sonunda totaliter bir sistemi inşa etmeyi başarırlar.
Totaliter sistemin inşasında basma büyük görev düşer. İktidar yanlısı basın, Serbest Fırka’nın kapatılmasından sonra gerçekleştirilen hukuk dışı uygulamalara meşruluk zemini hazırlamada büyük çaba sarf eder. Bu arada, tek parti idaresinin “gerekliliğini”, çok partili siyasetin “sakıncalarını” dile getirmeyi adeta asli görevleri telakki ederler. Sözgelimi, Hâkimiyet-i Milliye gazetesi bu işte liderliğini kimseye kaptırmaz. Hâkimiyet-i Milliye yazarlarından Zeki Mesut (Alsan) bir yazısında, devlet yönetiminde uygulamaların doğru gitmesi ve yanlışlıkların önüne geçebilmek için gereken eleştiri ve denetimin sağlanması için muhalefet partisinin varlığının gerekli olmadığını dile getirir. Ona göre, eğer muhakkak bir muhalif parti olacaksa bu partinin de muhakkak devrim ilkelerine sadakatle bağlı bir parti olması gerektiğini belirtir. Bu görüşlerini takiben asıl düşüncesini, iktidarı teşvik etmek istediği totaliter sistemi işaretleyen düşüncesini dile getirir; “Memlekette diğer bir fırkanın vücuduna kanunî imkân bırakmayan faşizm de tenkit ve murakabe keyfiyetini kendi içinde temin etmektedir…”(4) Yine Zeki Mesut’a göre “Bir milletin en büyük kuvvet kaynağı vatandaşlar arasındaki birlik ve karşılıklı sevgidir.
Bu birlik ve sevgi milli hayatın hemen her safhasında kendisini göstermelidir. Beynelmilel hayat mücadelesinde muvaffakiyetin ilk şartı, hiç şüphesiz kuvvetli olmaktır. Milletlerin en büyük kuvvet âmili ise bünyelerindeki tecanüs, fertleri arasındaki tesanüt ve mefkurelerindeki birliktir. Diğeri ile didişen, birbirini düşman telakki eden vatandaşlar, asıl millet düşmanlarının bilerek veya bilmeyerek emellerine hizmet etmiş olurlar”(5)– Vakit başyazarı Mehmet Asım (Us) ise, CHF ile TBMM’ni aynılaştırır; CHF’nı eleştirmenin hiçbir şekilde doğru olmayacağını, zira onu eleştirmenin TBMM’ni eleştirmek olacağını yazar(6). Siirt milletvekili Mahmut (Soydan) ise, Hâkimiyeti Milliye’deki yazılarında, Yugoslavya gibi o zamanlar diktatörlükle yönetilen bazı Avrupa ülkelerine dikkat çeker ve bu ülkedeki “diktatörlüğün” ne kadar olumlu özelliklere sahip olduğunu anlatır(7).
Vakit yazarı Sadri Ethem, siyasal partiler için sayı ve çoğunluğun ikinci plânda düşünülmesi gereken şeyler olduğunu ve SCF’nın katıldığı son belediye seçimlerinin “opportunistler, iş adamları, yan müminlerden korkulması gerektiğini ortaya koyduğunu açıkladıktan sonra yazısını şöyle bitirir: “Türk İnkılâbının ve inkılâp fırkasının elini uzatacağı bir insan var: İdealist; kullanacağı bir silah var; inkılâpçı terbiye”(8).
Serbest Fırka denemesinin yanı sıra, totaliter rejimin inşasında Menemen olayının kanlı yüzü, arzulanan gayenin bir an önce gerçekleşmesi için daha da önemli imkânlar sunar. Rejim, Menemen olayıyla sertleşmenin “meşru” gerekçesini elde etmiş olur. Bu konuda Mehmet Asım (Us) şöyle yazar: “Serbest Fırka tecrübesi ile Menemen hadisesi şunu gösterdi ki bu aziz emanetin (Cumhuriyetin) muhafaza vazifesi karşısında Türk gençliğine daha uzun bir zaman Cumhuriyet Halk Fırkasının rehberlik etmesi lâzımdır”(9). Açıktır ki, Mehmet Asım’m yazısında dile getirdiği arzunun açılımı totaliter sistemin zorunluluğu ve aciliyetidir. Yine aynı şekilde Yunus Nadi de devrimlerle ulusal toplum haline gelindiğine göre ayrı ayrı kuruluşlarda toplanmanın ulusal bütünlüğe aykırı olacağını yazar(10).
Basın öncülüğünde totaliter bir sistemin düşüncel temelleri inşa edilirken, muhtemel bir muhalif siyasal oluşumun açığa çıkmasını önleyecek tedbirler de alınır. Konu dahilinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın veya Serbest Fırka’nın yeniden canlandırılmasına yönelik muhtemel girişimlere karşı oluşturulan vazgeçirici/sindirici hava dikkat çekicidir. örneğin Vakit gazetesinde “Terakkiperverlik dirilebilir mi?” başlıklı bir yazıda Vatana mazarrat getirdiği kanaatiyle hükümetçe kapatılan bu fırkaya hayat vermeğe imkân yoktur” denilerek Refet Paşa’nın böyle bir girişimi olmadığı açıkladığı belirtilir(11).
Cumhuriyet gazetesindeki bir yazı da aynı mahiyetedir. Yunus Nadi, “Serbest Fırka siyaset sahnesine avdet edecek mi?” başlıklı yazısında, yetkili bir kişiden edindiği bilgiye göre bunun imkansız olduğunu yazar(12). Ancak bunların basın içinden seçilmiş iki küçük örnek olduğu zannedilmemelidir. Konu doğrultusunda o günün gazeteleri incelendiğinde, sık sık SCF’nın şurada burada yeniden kurulmak istendiğine dair bir haber çıktığı ve hemen arkasından da bu haberin Fethi Bey tarafından tekzip edildiği haberlerinin yer aldığı görülür. Esasında bütün her iki fırkayı da doğmadan yok etmeye yönelik bir oyundur. Başta Fethi Bey olmak üzere eski muhalif siyasilerin ağzından yayınlanan ifadeler ise genellikle ilgili şahsa sanki siyasi bir girişim varmış gibi sorulan soruya karşı alınan cevaplardır.
Totaliter Sistem İçin Model Arayışları
Model arayışı, Türkiye’nin batılılaşma sürecinin temel ve değişmez özellikleri arasında yer alır. “Uygarlığı” sadece Batı’nın şahsında tanıyan Türkiye’nin elitleri, her ne kadar zaman zaman modellerinde değişmeler olsa bile, sonuç itibarıyla batılılaşma sürecinin her döneminde bir Batı ülke ve toplumunu kendileri için ideal bir model olarak kabul eder ve onun gibi olma gayreti içerisinde bulunurlar. Bu durumu, bilhassa siyasal sistemin özelliğinin ne ve nasıl olacağına ilişkin soruların daha yoğun olarak gündeme geldiği 1930’lu yıllarda olanca açıklığıyla görmek mümkündür. 1920’li yıllarda oldukça önemli bir değişim süreci yaşamış ve bunu teorik planda sırf batılılaşma gayesi doğrultusunda gerçekleştirmiş olan Türkiye, 1930’lu yıllarda batılılaştırıcıların “halka rağmen”ci zihniyetlerinin siyasal sisteme yansıyan yüzüyle tanışır. Sivil ve asker seçkinler, hep aşağılayıp, eleştirdikleri “geçmiş”in otoriterliğinden daha katı sistemi batılılaşma adına gerçekleştirirler. Arzulara uygun model bulmakta ise hiç zorlanmazlar.
Yakup Kadri (Karaosmanoğlu)’na göre SCF, CHF için acı fakat önemli bir tecrübe olur. Bu denemeyle anlaşılır ki, CHF’nın “bazı parlâmentocu Avrupa milletlerinde emsalini gördüğümüz fırkalar” dan olmaması ve “henüz kapanmamış olan inkılâp devresinin” örgütü olarak gelişmesini sürdürmesi gereklidir(13). Yaşanan tecrübe açısından Sovyetler Birliği, Türkiye için model olmaya uygundur. “Emperyalist âlem” olan Batının, bu ülkenin rejimini “birtakım boş yaygaralarla, çığlıklarla bozmak” istemesi Türkiye’yi yanıltmamalıdır.” (14).
CHF’nın ünlü “kalem”lerinden Falih Rıfkı (Atay)’a göre; “İnkılap fırkasını komünist ve faşist, yani eski nizamdan yeni bir nizama geçen memleketlerin fırkalarından örnek alarak [yeniden] kurmak” gerekmektedir(15).
O, bu teklifiyle doğrudan doğruya ve açıkça komünist veya faşist partilerin yönetim biçimlerinin Türkiye’de uygulanmasını ister. İlk önceleri, Sovyetler Birliği’ndeki uygulamayı bazı sınırlandırmalarla ve “bizim fırkamız devlet idaresine karşı komünist fırkasının vaziyetini alamaz. Bu büsbütün başka ve bizim için aykırıdır. Fakat halk yığınlarına karşı komşu fırkanın inkılâpçı metotlarından istifade edilebilir”(16) diyerek görüşünü açıklayan Falih Rıfkı, Rusya ve İtalya’ya yaptığı geziden sonra görüşlerinde değişikliğe gider; “Rusya’dan ben bir ders getiriyorum… Rusya’dan komünist değil fakat şuurlu olarak geliyorum: Türkiye’nin iktisat ve inşa planını yapmak, İnkılâp Fırkası’nı komünist ve faşist, yani eski nizamdan yeni bir nizama geçen memleketlerin fırkalarından örnek olarak kurmak. Bürokrasi yerine ihtilâlci metotlar almak, hiç durmaksızın büyük yığının terbiyesine geçmek [gereklidir]”(17). Falih Rıfkı, İtalyan faşizminin anti-demokratik tutumunu ve totaliter uygulamalarını ise şu sözlerle över: “Roma’nın yeni mahallelerinde liberalizm ve demokrasiye aykırı birçok şeyler görülse de 1921 anarşisinden, fakirliğinden, gevezeliğinden, başıboşluğundan hiç bir eser görmedim. Demokrasinin arkasından Ostiya’nın sivrisineği, Roma kırının batağı, İtalyan ahlâkının inzibatsızlığı, İtalyan sokağının pisliği ve İtalyan milliyetperverinin eğilmiş başı yukarı kalktı”(18).
Totaliter sistemin ideologlarından Yunus Nadi (Abalıoğlu), Türkiye’nin en önemli ihtiyacının disiplin olduğunu belirtir. Bunu sağlayacak olan ise sadece CHF’dır. CHF’nın temsil ettiği ”Parti Devleti” ulusun geleceğinin belirlenmesinde ve yönetimde tek güç olmalıdır(19). Yunus Nadi, başka bir yazısında ise İtalyanları yüzyılın en ileri toplumu durumuna yükselten faşizmin, Türk devrimini gittikçe artarak övmesinin ve beğenmesinin Türkiye’ye güç verdiğini ileri sürer(20). Bir başka yazısında ise İsmet Paşa ile Mussolini’yi karşılaştırır ve şunları yazar: “Duçe, İtalyan milletinin aynı zamanda ileri atılmış yüksek bir fikri ve tecelli ettiren ifadesidir. Faşizm Mussolini’nin şahsında tıpkı ok gibi fırlayan bir fikrin bükülmez bir kol ile tatbikat safhasına geçirilmiş şeklidir”(21).
Elbette ki, Türkiye nin batılılaştırıcı ideologları tarafından lider modeli olarak övülen tek kişi Mussolini değildir. Bu övgülerden Hider’de payını alır ve model şahsiyet olarak takdim edilir. Hitler’i “Almanya’nın kalkınması” sağlayan kişi olarak öven Cumhuriyet gazetesi yazarlarından M. Nermi’nin bir yazısı(22) türünün örneklerinden birisi olarak ifade edilebilir. Kazım Nami Duru ise totaliter sistemin “mükemmelliğini” bir başka açıdan ele alır: “Bugünkü devletler Ispartalılar kadar hile devletçi olamıyorlar. Halbuki devletçilik ilk çağın değil, asıl bugünün toplu yaşama yoludur. Bugünkü insanların kafaları, ilmin aydınlattığı telakkilerden çok geridir. Ferdin ancak devlet birliği içinde bütün inkişafını alabileceğini bilenler çok azdır… Çocuk devletindir. Buna inanmak lâzımdır. Çocuğun yetiştirilmesini doğumundan itibaren devlet bakımına, devlet kontrolüne bırakmak lazımdır”(23). Selim Sırrı (Tarcan) ise, “İtalya’da Halk ve Gençlik Teşkilatı” başlıklı bir yazısında, faşist gençlik örgütlerini över; bu örgütleri Türkiye için birer model olarak gösterir. En ilginç olanı da, İtalyan faşistlerinin uluslararası kardeşlik duygularını geliştirdiği için izciliğe karşı olduklarını belirtip, bunu onaylayarak sözlerini tamamlamasıdır(24).
Şef ve Şeflik Sistemi
Milli Mücadele’nin ünlü komutanı Kazım Karabekir, padişah otoritesini yok ederek millet iradesinin geçerli olduğu Cumhuriyet sistemini inşa ettiği iddiasını taşıyan iktidar kadrosunun bu iddiasını eleştirir. İddia ile gerçeklerin örtüşmediğini açıklar. Bunu ise dikkatleri uygulamadaki totaliterliğe çekerek ifade eder. Ona göre totaliter sistemin inşası Meclis’in ikinci döneminde başlar. Karabekir Paşa, seçim kararı alınarak İkinci Dönem Meclisi’nin teşkili için seçim hazırlıklarına başlanmasından itibaren, çoğunluğu Milli Mücadele ile hiç ilgisi bulunmayan kişilerin Mustafa Kemal’in çevresini sardığını ve bunların çoğunluğunun İkinci Dönem’de milletvekili seçildiğini açıklar. Yine açıklamalarına göre, bu kişiler, Mustafa Kemal’i övüp-yüceltmekte çok aşırıya gittikleri gibi, Milli Mücadele’yi başlatan ve yöneten diğer bütün insanları görmezlikten gelme ve değerlerini düşürme anlayışını hakim kılarlar; “Mustafa Kemal Paşa’dan başka ortada kimse bırakılmadı: “O kurtardı ve O kurtaracak” teranesi, hazıra konmak isteyen dalkavukların dillerinde destan oldu. Artık her akşam âleminde onun yüzüne karşı methiye yarışı aldı yürüdü”.(25)
Kazım Karabekir’in dikkat çektiği üzere, kişisel çıkarlarını sağlama almak isteyenlerin savundukları düşünce ve uygulamalar totaliter bir sistemin inşasına yönelik süreci inşa eder. “Şef sürecin temel kavramı olur. “Şef kavramında odaklanan bu yeni anlayışın esas itibarıyla Mustafa Kemal’in şahsıyla ilgili olmayıp, şefperestlerin kişilikleriyle ilgili olduğunu ise, Mustafa Kemal’den sonra da hiç gecikmeden İsmet İnönü’yü “Milli Şef’ ilan etmelerinden anlamak mümkündür. Şevket Süreyya 1924’ten itibaren yavaş yavaş gelişen ve 1930’larda “resmî”leşip, 1940’larda doruk noktasına erişen bu anlayışın mahiyetini ve “resmi”leşmesini sağlayan “meşruluk” dayanaklarını şöyle açıklar: “Normal bir demokraside Devlet Başkanı’nın vazife ve hizmet sınırlarını kanunlar ve şekiller tayin eder. Bu sınırlar ve şekiller içinde bir devlet başkanı, ne bir milli kahraman, ne de bir Milli Şeftir. O sadece, kanunların ve şekillerin emrinde bir reis-i cumhurdur. Fakat bir ülke, eğer bir inkılâp geçirmiş ve bu inkılâp eğer henüz son sözünü söylememişse, o ülkede Kahramanlar Devri sona ermemiş demektir. O zurnan ve bu şartlar içinde, o inkılâbın tarlasını hazırlayan, tohumlarını saçan ve bu tohumların ilk mahsullerini devşiren bir Milli Şef, sadece bir reisicumhur değil, bir Önder’dir. Yahut bizim milli kurtuluş mücadelemizde olduğu gibi, bir Tek Adam’dır. Böyle bir Tek Adam’ın yerini alan İkinci Adam’a ise, tarihin yüklediği büyük bir vazife ve sorumluluk vardır: Başlanılan inkılapları devam ettirmek ve onları ikmal etmek”(26).
Esasen, 1938 yılma kadar, başta Mustafa Kemal olmak üzere, aralarında Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü’nün de bulunduğu bir çok ileri geIen”e ”şef ’ denilmiştir. Ancak bu sıfat 1938’den sonra sadece İnönü için kullanılır. Bu iki dönem arasındaki farklılık “şef kabul edilen kişilerin değişmesi veya sayıları oluşturmaz. Farklılığın temelinde şef ünvanının kullanılış gayesindeki farklılık vardır. “Şef, 1938’e kadar daha çok devlet büyükleri için kullanılan bir saygı ifadesi olmasına karşılık, 1938’den sonra totaliter bir siyasal sistemin gereğine uygun olarak kullanılır. Bundan dolayıdır ki, Nadir Nadi, önceki dönemi kastederek “şef birden fazla olunca şeflik bir sistem olmaktan çıkıyor, anlamını yitiriyor”(27) yakınmasında bulunur. Ancak “şeflik” sistemine gidişin düşünsel temellerinin önceki dönemde büyük oranda inşa olunduğu da bir gerçektir.
Şefliğin, tercih edilen siyasal sistemin gereği olarak kullanılmasında Kadro ekibinin önemli bir katkısı vardır. Kadro dergisi etrafında toplanan ekip, Kemalist ideolojiyi inşa ederlerken, Şefliği de ideolojik bir temele kavuşturur. Kadro ekibinin dışında olmakla birlikte, uzun yıllar CHF umum hatipliği yapan Recep Peker de, “şef’ ve “şeflik” sisteminin inşasında önemli katkısı bulunanlardan birisi olmuştur. Peker, Ülkü dergisindeki bir yazısında “milli şeflerin hükümlerine candan uyan ve inanan disiplinli bir cemiyet kurmak sevdasındayız” diyerek mensubu olduğu kadronun idealini ifade ederken, konuya ilişkin düşüncelerini ayrıntılı şekilde “İnkılap Tarihi Ders Notları”nda dile getirir. Notlarının “şef’ ve “şeflik” bölümünde şunları yazar: “Siyasal Parti hayatında bilhassa üzerinde durulmaya layık başlıca unsur, şeftir. Şef bir siyasal partinin bütün ana düşüncelerini, iradesini, yapış kuvvetini ve şerefini temsil eder. Şef, kendi ruhunda beslediği heyecan ve hararetle partisini ve muhitini ısıtır, aydınlatır. Bütün efradını, kendine ve birbirine içten gelen bağlarla sararak, doğruladığı amaca iletir… Fakat, şef nüfuzu olmaksızın hiçbir toplulukta dirlik, düzenlik ve güler yüzlülük olmaz… Biz, şefi anlamak yolunda en bahtiyar milletiz. Ulusça içinde piştiğimiz büyük hadiseler, şef kıymetini ölçmek ve anlamak hususunda birçok milletlerden ve birçok nesillerin görmediği örneklerle doludur… Bugünkü yaşayışta ulusça üstün olmak gerektir. Ulusça üstün olmak için, kafası ve yüreği işleyen insanların bir büyük ve ana inanışta birleşmiş ve beraber olmaları ve yüce bir şefin ışığı etrafında birleşmiş olmaları ve sarılmaları şarttır. Bizim bugünkü anlayışımız, şef tanıyışımız ve gidişimiz bu sözlerde şekillenir”(28).
“Şeflik”, sadece Türkiye’de özgü bir sistem değildir; bir çok ülkede uygulanmış ve bazılarında da hâlâ uygulanmaya devam etmektedir. Bu nedenle, Türkiye’deki “şeflik” sistemi dünyadaki genel ölçütlerinin dışında değerlendirilemez. Dolayısıyla konuyu genel ölçütleri dahilinde tespit etmek, Türkiye’deki biçimini doğru değerlendirmede önemli imkânlar sağlayacaktır. Bu açıdan dikkate alınacak ilk kavram nasyonal sosyalizmdir.
Nasyonal Sosyalist sistemin ideologlarında Ernest Rudolf Huber, nasyonal sosyalist sistemin odağında yer alan üç temel unsura değinir. Ona göre, nasyonal sosyalist devletin üç temel öğesi vardır: “Ulus, Führer, ve Parti”(29). Bunların en önemlisi ise Führer’dir. Führer, Parti’nin de, Ulus’un da temelini teşkil eder. Onların adeta omurgası konumundadır. Davit Spitz’in açıklamasıyla Führer “milletin İlâhi kaderini tahakkuk ettirmeğe memur bir peygamberdir. Devlet ve Millet birliğinin, Cermen tasavvurunda devlet ve halk ruhunun, mistik cevheridir. Milletin ne istediğini milletten iyi bilen liderdir. Nazi müdafii Wilhelm Stape’nin dediği gibi, “onu lider yapan da budur.” Papa nasıl iman ve ahlâka taallûk eden meselelerde hatadan münezzeh ise, Goering’e göre, aynı şekilde “Lider her türlü siyasî ve halkın milli ve sosyal menfaatlerine taallûk eden diğer işlerde hata edemez ” İtalyan telakkisine göre, liderin hatadan münezzeh olması Allah olduğu için değil, fakat hemen hemen bir Allah kadar büyük olduğu içindir.
Bir faşist ortaokul ders kitabından alınan pasaj buna delildir: “Dini dogmalar münakaşa edilemez, çünkü bunlar Allah tarafından vahyedilmiş olan hakikatlerdir. Faşist prensipler münakaşa edilemez, çünkü bunlar bir dahinin zihninden çıkmıştır: Benito Mussolini’nin.”… Fakat asıl Baldur von Schirach tarafından Hitler gençliği için yazılmış olan meşhur dua gibi bildirilerdir ki, bu ayniyet açık ve tam şeklini almaktadır: “Adolf Hitler, sana inanıyoruz. Sensiz yalnız kalırdık. Senin sayende bir milletizBize, gençliğimizin büyük manevi değerini, arkadaşlığı sen verdin…”” (30)
Karatepe’nin “1924 Anayasasına aykırı bir uygulama”(31) olarak nitelediği ve 1924 Anayasası’nın yürürlükte olduğu zaman kabul edilen “Şef’ sıfatı ve “Şeflik” anlayışı Çetin Yetkin’e göre “faşist ve nasyonal sosyalist kuramlardan esinlenerek ortaya atılmıştır”(32). Şef, nasyonal sosyalizmde kilit terimlerden birisi olan Führer’in karşılığı idi ve aynı işlevi gerçekleştirmek için gündeme getirilir(33). Zaten “Tek Parti” idaresi ve “Parti” ile “Devlet’in aynılaşması da söz konusu etkilenmenin diğer unsurlarını teşkil eder. “Almanya’da 1 Aralık 1933’de çıkarılan “Parti ve Devlet Bir- liği” yasasıyla Parti ve Devlet birleştirilmiş ve parti devleti sistemi geçerli kılınmıştı. Bu yeni oluşumla, bir parti devletinin başında bulunan Führer, ulusun iradesini ve isteklerini ifade edebilecek tek kişi kabul edilmiş oluyordu. Bazı Batılı siyasal bilimci ve düşünürlerin “totaliter liderlik olarak tanımladığı “Şeflik”, “kuvvetli mantıkî terimlerle kalıplanmış mantık ötesi heyecanlandırıcı cazibe üzerine” kurulur. Bu liderliğin önemli bir özelliği, “güden (lider) ile güdülenlerin mythsel (daha doğrusu büyüsel) bir şekilde benliklerini birleştirmeleri” dir. Bu “totaliter lider”, halkla, “bir çeşit dinsel birlik halinde”dir.”(34)
“Totaliter lider” kavramının özelliklerini en açık biçimiyle “Şeflik” sisteminin inşası sırasında, inşa olunmaya çalışılan siyasal sistemin savunucularında görmek mümkün olmaktadır. 1924 yılı ve sonrası için Kazım Karabekir’in dikkati çektiği oluşumun 1930’da felsefî bir dönüşüme uğramasıyla birlikte, şeflik anlayışının sistemleştirilmeye çalışıldığı görülür. Muhalefetin olmadığı dönemin iktidar yanlı basını, şeflik anlayışının inşası görevini büyük bir şevkle yerine getirir. Bunlardan Vakit gazetesi yazan Sadri Ethem “Şef ten söz ederek, hayatın formülünün ancak şef. tarafından belirlenebileceğini belirtir. Ona göre “Şef “Türk milletinin insan şeklini alan timsali”(35) dir. Yarın gazetesinin yazarlarından Arif Oruç ise, totaliter bir sistemin ideolojik temellerini inşa gayretiyle, Serbest Fırka denemesinin önemli işaretler verdiğini belirtir ve Mustafa Kemal’in ülkeyi ikinci kez kurtarmasını ister(36). Bu, demokratik sistemin öngördüğü muhalefeti meşru görmeyen bir sistemin inşasına yönelik çağrı olarak anlam kazanır. Arif Oruç, “Millet Büyük Adamı Bekliyor” başlıklı yazısında çağrısını ısrarla devam ettirir(37). CHF Genel Sekreteri Recep Peker “Şef ’ terimi üzerinde en çok duran ve “Milli şef deyimini ilk kullananlardan birisi olur. Peker, iktidar kadrosunun önde gelen üyelerinden birisi olarak, oluşturulmaya çalışılan sistemin özelliğini 1933’de şöyle açıklar: “…milli şef erin hükümlerine candan uyan ve inanan disiplinli bir cemiyet kurmak davasındayız”(38)– Peker, CHF’na yeni girenlere Ankara Halkevi’nde 22 Nisan 1936’da yaptığı konuşmada da, “parlamenter liberal devlet” anlayışını eleştirdikten sonra, bu tür devletin en iyi örneği olan Fransa’nın bile bunalım döneminde ancak “milli iradeyi temsil ve tatbik kudretinde olan bir tek adamın, Klemanso’nun tek iradesi”ne teslim olmakla başarıya ulaşabildiğini açıklayarak(39) “en iyi devlet sisteminin” ne olduğunu ait görüşünü açıklar. Mahmut Esat Bozkurt ise Tek Parti Dönemi’nin “demokrat” niteliğine dikkat çekerek, yürürlüğe girmiş olan şeflik kurumunun yeri konusunda şunları belirtir:
“Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki kökleri halktadır. Türk Milleti bir piramide benzer, taban halk tepesi yine halktan gelen bir baştır ki, biz de buna şef denir. Şef otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de bundan başka bir şey değildir”(40). Burada çizilen tablo oldukça açıktır. Şef, devlet, parti, parlamento ve millet birbirleriyle özdeşleştirilmekte ve bunun sonucu olarak hiyerarşik bir kurumsallaşma ortaya çıkmaktadır. Bu itibarla 1930 ve 1940’ların Türkiye’sinde yürürlükte olan sistemi totaliter olarak nitelemekte zorlanılmamaktadır. Zira “Totaliter devletler demokrasiye, liberalizme, parlamentarizme muhalif olan ve bütün kudretleri şefte, yani hükümet reisinde toplamayı iltizam eden devletlerdir. Bu siyasî akideye göre demokrasi bir hayal, liberalizm bir yalancılık, parlamentarizyn bir acz ve zaaftan ibarettir”(41). Bu nedenle Taha Parla, Kemalizmin “tesanütçû ideolojisiyle ve tek partili şef sistemiyle, sosyal demokrasinin değil, otoriter ve sınıf ar-üstücü devletçiliğin bir türevi”(42) olduğunu açıklar. Cüneyt Arcayürek’in gazetecilik mesleğine başladığı o yıllarla ilgili açıklamaları ise, dönemin totaliter nitelikte oluşunun şahitliklerinden birisidir: “Egemen bir parti vardı, partinin üstünde İsmet Paşa Tanrının bir parçası’ idi.
Halk, İnönü’nün yüzünü göremezdi. İnönü yerine, egemen CHP’nin elleri dilediği zaman halkı okşar, yerine göre sıkardı… O yıllar, İsmet Paşa’yı kimse sevmezdi. Bizim gezindiğimiz ortamda İnönü adı, korku verirdi… Demokrat parti hareketi ortaya çıkıncaya değin, Paşa’ herkes adına düşünen, milletine doğru yolu gösteren, hemen her konuda uygulamaya geçilmesi gerekli buyrukları veren ‘tek’ insandı”(43).
Şeflik anlayışının bir “şefperestlik”e dönüşmüş biçimine daha çok 1940’lı yıllarda şahit olunur. Dönemin “şefperestlerine” göre, Türk milleti İnönü’nün kişiliğinde “müşfik bir aile babasına kavuşmuştur”(44). İnönü’de, davalarıyla, kaygılarıyla ve umutlarıyla Türk milleti vardır.(45). Onun sesi Türk milletinin sesidir(46). İnönü’nün hayatı, yazıları ve nutukları bir ders ve terbiye vasıtası olarak daima Türk gençliğine örnek olacak niteliktedir. İnönü’nün her nutku tarihi bir kıymet ve nüfuza haizdir. Öyle ki bütün milleti coşturan, bütün gönüllere heyecan veren, en sıkıntılı zamanlarda bile ümit ışığı ve ferahlık havası veren canlı ve ateşli bir emir niteliğindedir. Onun sözleri büyük küçük her Türk’ün kulağına küpe olmaya değer ilham, feyiz ve ders alınacak sözlerdir(47). İnönü’de insan üstü nitelikler vardır: “Hayatında yıllar önce bir kez gördüğü bir kimseyi, hemen herkesi, örneğin; bir küçük çocuğu, ordunun tüm subaylarını adlarıyla çağırabilecek bir hafızaya, yaratılıştan yüksek bir zihin ve düşünce yeteneğine” sahiptir(48).
Cumhurbaşkanlığı döneminde “Milli Şef İnönü ye yönelik oldukça abartılı bir şekilde ululama ve dalkavukluk yapılmıştır tespitinde bulunan Akandere(49), bu tespitinin delili olarak İnönü ye atfen yapılan at yarışlarını, düzenlenen kır gezilerini, ansiklopedi ve kitapları gösterir. Akandere, tespitini şöyle tamamlar: “Milli Şef İnönü’nün herhangi bir şekilde ve konuda söylediği bir nutuk, tarihi bir konuşma niteliği taşırdı. Hatta ne söyleyeceği önceden bilinmeyen konuşmaları bile “tarihi” olarak ilan edilir ve gazetelerde büyük puntolarla adeta müjde verircesine “Milli Şef, Bugün Tarihi Bir Nutuk îrad Edecek” şeklindeki başlıklarla ilan edilirdi”(50).
Mustafa Kemal’in ölümünün hemen sonrasında, CHP’nin 26 Aralık 1938’de toplanan olağanüstü kurultayında, yapılan tüzük değişikliği ile İsmet İnönü “değişmez milli şef’ ilan edilir. Acaba neden sadece “milli şef ilan etmekle yetinilmemiştir de “değişmez milli şef ilan edilmiştir?(51). Bunun cevabını tüzük değişikliğinin gerekçesinde buluyoruz. Gerekçeye göre; şefin sık sık değişmesi, partinin otoritesine zarar verir. Üstelik, tüm ulusun şefinin, milli şef olmuş bir yüksek kişinin, bu şefliğinin her dört yılda bir devam edip etmeyeceğinin görüşülüp tartışılması uygun olmayan bir tutumdur. Bu durum şefin otoritesini sarsar. O halde, milli şef, “değişmez” olmalıdır.
Şu da önemlidir ki, “şef sadece “milli” ve “değişmez” değildir. Bu açıkça belirtilmez ancak o, aynı zamanda “sorumsuzdur. Bu ise “değişmezlik” esasının gereğidir. Çünkü şef, ne yaparsa yapsın, nasıl bir uygulama takip ederse etsin, değiştirilemeyeceğine göre, sorumsuz demektir. İlgili tüzük değişikliğine göre, şefin görevi ancak şu üç durumda sona erebilecektir: 1) Ölüm, 2) Görev yapamayacak derecede hastalık, 3) İstifa. Demek ki, artık bu üç durum dışında, “Milli şef her ne yaparsa yapsın görevini sürdüreceğinden, o tam anlamıyla sorumsuz ve denetim dışıdır.
Şeflik anlayışının halk açısından neleri öngördüğünü ise, şefin şahsında dile getirilen düşüncelerde görmek mümkündür. 27 Ocak 1939’da TBMM’nde hükümet programını okuduktan sonra, güven oylamasından önce yapılan konuşmalar sırasında, Manisa Milletvekili Refik Şevket İnce şunları söyler: “Hükümet için, milli şefimizin gösterdiği kimselere, doğrudan doğruya onun güvenine sahip olduğu için güvenmekliğimiz, milli şefimize karşı millî ve vicdanî bir görevimizdir”(52). Ayrıca milli şef, “ulusun babası”dır(53). O, bir “mürebbi”dir; onun gerçek özelliği budur; tüm çabası ulusu yetiştirmek içindir(54). Şef, ders verir(55); milli şefin sözleri herkes için bir derstir(56). “Milli Şef demek, milli hayatımızın uyanık başı demektir. O, maddî ve manevî cepheleriyle milli hayatı bir bütün olarak yalnız temsil etmez, güder veyeder (peşi sıra götürür)”(57). Öte yandan “milli şef, ulusun iradesini temsil eder. Türk ulusunun bahtını avucunda tutar, o kendi kişisel iradesini açıkladığında bizim özgürlük ve egemenlik aşkımız konuşmaz olur. O, bizim yaşama irademizi gerçekleştirecektir. Türk ulusu geleceğini güvenle ona teslim etmiştir. Bundan daha doğal bir şey olamaz”(58)– Milli Şefin emrinde olmak gerekir, çünkü Milli Şefin emrinde olmak demek, Türk ulusunun emrinde olmak demektir(59).
Şevket Süreyya’nın açıklamaları, hem dönemin özeliklerini belirlemesi ve hem de hakim anlayışın dayanaklarını göstermesi açısından önemlidir: “İnönü Devlet Başkanlığında Atatürk’ün yerini aldığı zaman, bu vazifeye normal bir demokrasi nizamı içinde bir Şekil Adam’ı olarak gelmediğini açığa vuran bir davranışla işe başladı. Çünkü 16 Mayıs 1939’da yayınladığı beyanname ile 29 Mayıs günü için davet ettiği Beşinci Parti Kurultayı’nda, kendisi, Milli Şef ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin de Değişmez Başkanı olarak ilan edildi. Bunu olağanüstü bir manası olmak lâzımdı. Çünkü Milli Şef, normal bir demokrasi nizamının taşıyabileceği bir otorite değildi. Milli Şef, ancak şeflik sisteminin bir Üstün İradesi olabilirdi. Şeflik sistemi ise, ancak otoriter bir rejim biçimidir. Böyle bir rejim, şekiller ne olursa olsun, çoğunluğun iradesini azınlığın iradesine bağlayan bir Kahraman, bir Tek Adam idaresi demektir. Yahut hiç değilse bir Tek Parti sistemidir. Nitekim Atatürk devri; Tek Şef, Tek Parti ve otoriter Hükümet nizamıydı. Eğer bir otoriter sistem, meselâ bazı Güney Amerika ülkelerinde olduğu gibi bir Askeri Dikta veya Oligarşi istibtadı değil de, Halka rağmen fakat halk için bir idareyse, o zaman bu idare, bir İnkılap Rejimi demek olur. Atatürk rejimi böyle bir rejimdi. Ve İnönü Atatürk’ten, böyle bir idare devraldı”(60).
Parti Devleti
Uniform bir toplumun inşası için önemli adımlardan birisi 1935 yılında atılır. Almanya’daki Nazi örneğini izleyen CHF(61), 1935 yılında parti ile devletin birleştirilmesini öngören bir tasarıyı kabul eder. Kabul edilen tasarıya göre, Parti Genel Sekreteri İçişleri Bakanlığı görevine getirilirken, partinin il örgütlerinin başkanları kendi illerine vali olarak atanırlar. Kısacası “Türkiye’de bir parti diktatörlüğü oluşturma yönünde son adım atılmış”(62) olur. Tasarının kabul edilişinden yaklaşık iki yıl sonra, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya arzulanan ve gerçekleşmesi için gerekli girişimlerin yapıldığı ideali şöyle özetler: “tek bir kalp gibi çarpmak gerekir”(63)Bu birliği sağlamanın yolu ise ”Parti” ile “Devlet”’in birleştirmek olarak görülür. Yalnız öncelik “Parti”dedir; yani CHF’nda; Yunus Nadi’nin tanımlamasıyla “bütün milleti aynı hedef istikametinde toplayan muazzam bir aile kucağı”(64) olan Parti (CHF)’de. Parti-Devlet birleşmesi ve Parti Devleti’nin inşası ile gelinen noktayı ise İsmet İnönü 6 Mart 1939’da İstanbul Üniversitesi öğrencilerine yaptığı konuşmada şöyle açıklar: ”[CHF] memleketin bütün menfaatlerini ve bütün evlatlarım kucaklayan bir siyasî aile haline gelmiştir”(65). Başbakan Dr. Refik Saydam ise 28 Mayıs 1939’daki CHP’nın 5. Kurultayında şunları söyler: “CHP demek, Türk milleti demektir ve CHP demek, Türk Devleti demektir; bu mefhumlar birbirine o kadar sıkı bir şekilde bağlıdır ki, birini diğerinden ayırmak imkânsızdır (66). İşte bu anlayış çerçevesinde olmak üzere, İsmet İnönü’nün 1 Haziran 1936 günlü genelgesiyle “ Devleti” biçiminde şekillenen uniform bir toplum için gereken totaliter sistem resmen inşa edilmiş olur.
“Parti” ile “Devlet” beraberliğini sağlayarak “Parti Devletini” teşkil etmeden önce, düşünsel altyapısı titizlikle inşa edilir. 1931 yılı Eylülünde İstanbul Üniversitesinde bir konferans veren Recep Peker “milletçe kütleleşmek”ten bahseder(67). Mustafa Kemal ise zaten çoktandır “maddî ve manevî ne kadar kuvvet varsa hepsini bir araya toplamak ve bir istikamete sevk etmek [ten]”(68) bahsetmektedir. Recep Peker’in 1935 yılındaki sözleri ise, gelinen düşünce aşamasını göstermesi açısından önemlidir: “insanlar tek tek bakıldığı zaman değerleri sıfırdır”(69). Yukarıda zikrettiğimiz örneklerde olduğu gibi bazı “kalem”ler ise her gün “birlik”, “bütünlük”, “tek vücut” olmanın gerekliliğinden, faziletinden bahsederler.
Türkiye’de Parti devletinin inşa edilmesi, elbette ki diğer her konuda olduğu gibi modelsiz gerçekleşmez. İçinde yaşanılan zamanın Batı’daki modelleri bulunmakta zorlanılmaz. Almanya, İtalya veya Rusya, her biri bir şekilde model olurlar. Bu aşamada, Türkiye’deki oluşumu değerlendirmede açılım sağlaması açısından şu soruyu sormak ve cevabını aramakta fayda var: “Parti Devletinin Türkiye şartlarının da üstünde yer alan “evrensel” özellikleri nelerdir?” Bu sorunun cevabını bulabilmek için öncelikle Raymond Aron’un Parti Devleti’yle ilgili tespitlerine göz atmakta yarar var: “Tek partili bir rejimde Devlet partizandır, meşru politika faaliyetinin tekelini elinde tutan partiden ayrılamaz. Partiler Devleti yerine partizan bir Devlet olursa, Devlet politik tartışma hürriyetini kısıtlama zorunda kalacaktır. Madem ki Devlet, tekelci parti ideolojisini ortaya kesinlikle geçerli olarak koymaktadır, şu halde, bu ideolojinin resmi bir biçimde mesele edilmesine göz yumamaz. Gerçekte, politik tartışma hürriyetinin kısıtlanma derecesi, tek partili rejimlerin mahiyetine göre değişir. Ancak, Devletin tekelci parti ideolojisiyle tanımlandığı tek parti rejiminde bütün fikirleri kabul etmeyerek sayısız partizanca fikirleri açık tartışma dışında bıraktırmak esastır”(70).
Raymond Aron’un Parti Devleti ile ilgili bu açıklamaları Türkiye’nin bir dönemiyle büyük oranda örtüştüğü aşikârdır. O halde bu dönemde açığa çıkan özelliklerin tüm siyasal sistemler dikkate alındığında özel bir konumu ve ismi var mıdır? Bu sorunun cevabını bulmamızı sağlayacak nitelikte olması itibarıyla Linz’in “Totaliter” ve “Otoriter Sistemler” terimleri dahilindeki açıklamalarını dikkate alabiliriz. Linz’e göre, totaliter bir siyasal rejim şu özellikleri taşır: Öncelikle “monist” tir. “Fakat monolitik olmayan bir iktidar merkezi mevcuttur; eğer kurumlar veya gruplar arasında bir plüralizm varsa, bu meşruluğunu o merkezden alır ve büyük ölçüde onun hakemliği altında işler; bu plüralizm, eski toplumun dinamiklerinin bir ürünü değil, temelde siyasal yoldan yaratılmış bir şeydir” Ayrıca “tekelci, özerk ve fikren az çok geliştirilmiş bir ideoloji mevcuttur.”
Bu ideoloji partiye ve parti adına gerçekleştirilen bütün faaliyetlere meşruluk zemini hazırlar. Ancak, ideolojinin önemli yönü aynı zamanda Parti ve Parti lideriyle özdeşmiş olmasıdır. ”ldeoloji, belli bir programdan veya meşru siyasal eylem sınırlarının tanımından ibaret olmayıp, sözüm ona bir nihaî anlam, bir tarihsel amaç duygusu ve bir sosyal gerçeklik yorumu getirmektedir”. Totaliter bir siyasal rejimin üçüncü özelliği ise, bu rejimde, ”pasif itaat ve ilgisizlik” yerine “vatandaşların, siyasal görevlere ve kolektif sosyal görevlere katılmalarının ve bu amaçla aktif bir mobilizas- yon içinde olmalarının” özendirilmesi, istenmesi ve bu doğrultuda ödül-lendirilmesidir. Otoriter rejimler ise, sınırlı bir siyasal çoğunluğa, izin veren, “işlenmiş bir yol gösterici bir ideolojiye değil, kendine özgü zihniyetlere sahip olan; gelişimcilerinin bazı aşamaları dışında, yaygın ve yoğun bir siyasal mobilizasyon yaratmayan; bir liderin veya hazarı küçük bir grubun, biçimsel yönden iyi belirlenmemiş, fakat fiiliyatta oldukça tahmin edilebilir sınırlar içinde iktidarı kullandıkları”(71) rejimlerdir.
Konu dahilinde Raymond Aron’un açıklamaları ise şöyledir: “ Totaliter olay ne gibi temele dayanır?… 1- Totaliter olay, politika faaliyeti tekelini bir partiye tanıyan bir rejimde kendini gösterir. 2- Tekelci bir partiye bir ideoloji ruh ve güç verir. Partinin mutlak bir iktidar tanıdığı bu ideoloji, dolayısıyla Devletin resmi gerçeği kesilir. 3- Bu resmi gerçeği yaymak için, Devlet de kendine kuvvet vasıtaları tekeli ve inandırma vasıtaları tekeli olarak iki temel tanır. Haberleşme vasıtalarını, radyo, televizyon ve basını Devlet ve onu temsil edenler yönetirler. 4- Ekonomik ve mesleki işlerin çoğu Devlet’in buyruğu altındadır ve her hangi bir biçimde bizzat Devlet’in parçası olurlar. Devlet ile ideolojisi birbirinden ayrılmaz oldukları için, ekonomik ve mesleki işlerin çoğu resmi gerçeğin rengini taşır. 5- Artık her şey Devlet’in işi, her iş ideolojiye bağlı olduğundan, ekonomik veya mesleki bir işte yapılan bir hata, aynı zamanda ideolojik bir hata olur. Bundan, kişilerce yapılması ihtimali olan bütün hataların politikleştirilmesi, ideolojik bir şekle sokulması ve sonuç olarak hem polisiye hem ideolojik olan bir terör doğar. Kendinden anlaşılır ki, totalitarizmin tanımlanmasında, ya partinin tekeli, ya ekonomik hayatın devletleştirilmesi, ya da ideolojik terör esas olarak görülebilir. Bütün bu unsurlar birleştiği ve gerekleri tamamıyla yerine getirildiği takdirde, totaliter olay tam olur”(72).
Özet olarak; Totoliter rejimleri otoriter rejimlerden ayırmanın bir ölçütü olarak, bu rejimlere egemen olan tek-parti içindeki kadronun niteliğine bakılır. Tek-parti sistemleri yeni bir insan ve yeni bir toplum yaratmak idealine sahip oldukları, dolayısıyla bu hedef doğrultusunda topyekûn bir toplumsal değişim arayışı içinde bulundukları zaman “totaliter” bir sistemi inşa ederler. Partinin hedefinin kısmî toplumsal değişim olması ve siyasal iktidan ellerinde tutanların Batılılaşma’yı hedeflemeleri halinde “demokrasi öncesi” evrede bulunan siyasal rejimlerden ya da “otoriterlik”ten söz edilir(73). Konuyla ilgili olarak Giritli’nin açıklamaları şöyledir: “Totaliterizm/totaliterlik çoğulcu demokrasiyi reddeden bütün sağcı veya solcu dikta rejimleri için günümüzde sık sık kullanılan bir deyimdir… “Totaliterizm” kelime anlamından da anlaşılacağı üzere, toplum veya devlet hayatının tümünü kaplamak, tümüne yön vermek amacını güden “total-bütüncü” bir sistemdir. Bu anlamda sağ veya sol totaliterizmden söz edilir. Hiç şüphe yok ki faşizm, nasyonel sosyalizm, teokrasi ve komünizm gibi sağ ve sol totaliter ideolojiler bakımından ideoloji ve sosyal taban yönünden farklar vardır.
Ne var ki bu sistemler arasında siyasal yapı ve yöntem bakımından göze çarpan benzerlik dolayısıyla hepsine “totalitérizm” denmesi y erindedir. Gerçekten ideoloji bakımından, ister sağ ister sol olsun, modem totaliter rejimler kuruluş, yapı ve yöntem bakımından yakın benzeyişler ve ortak nitelikler göstermektedir. Bu ortak nitelikler şöyle özetlenebilir; 1- Hiç kimsenin ret ve tenkit edemiyeceği ve sosyal hayatın çeşitli yönlerini kavrayan bir “resmi” ideoloji, 2- Devlet mekanizması bir kaynaşmış bir tek parti sistemi 3- Siyasal iktidar tekeline sahip bir diktatör veya büro, 4- Vatandaşı yakından gözetleyen ve baskı metodlarına başvuran bir polis rejimi, 5- Bütün düşüncelerin tek kalıba sokulmasına yarayan güçlü bir propoganda örgütü, 6- Bütün ekonominin tek merkezden yönetimi ve denetimi, kamu hürriyetlerinin, totaliter rejimlerin bu katı statüsü ile bağdaşmayacağı ise ortadadır”(74).
Özellikle Giritli’nin bu açıklamaları, uygulamalarıyla bildiğimiz Tek Parti döneminin bire bir özellikleri olmaktan başka bir anlama gelmemektedir. Tek Parti döneminde sivil ve asker seçkinler içinde hüküm süren totaliter sistem yanlısı havanın Serbest Fırka’nın kapatılmasında etkili olduğu kuşkusuzdur. Esasen, sivil ve asker seçkinlerin 1930’da parti ile devletin kaynaştığı bir rejim kurmayı düşündüklerine ilişkin kuvvetli belirtiler vardır. Ağırlık, saf faşist ideolojiden çok faşist-komünist örgütlenme yöntemlerinin, ya da bürokratik yöntemlerden çok inkılapçı yöntemlerin benimsenmesi yönündedir. Bu konuyu rejimin bir sözcüsü olarak örneğin Falih Rıfkı yazılarının en önemli konusu haline getirmiştir(75). O sıralarda temelleri atılmaya başlanan totaliter siyasetin ilk kurbanı ise, o zamana kadar milliyetçi ideolojinin başlıca kaynağı durumunda olan Türk Ocakları örgütü olur. 1931 Mayıs’ında Üçüncü Parti Kongre’sinde altı ilke -Cumhuriyetçilik, Milletçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkılapçılık- benimsenir ve Kemalizm resmi ideoloji olarak kabul edilir.
Tek Parti anlayışını hem temsil eden, hem de dile getiren Recep Peker, Parti genel sekreteri seçilir ve Haziran 1936’ya kadar bu görevde kalır. Bundan sonraki dört yılda, parti, devlet üzerindeki denetimini güçlendirmeye devam eder. Sonunda, 1935 yılında, Almanya’daki Nazilerin örneğini izleyen CHF kongresi, parti ile devleti birleştiren bir kararı kabul eder ve bu karar, Türkiye’de bir parti diktatörlüğü kurma yönünde atılmış adımlardan en önemlisi olur.
Muhalefetin Yok Edilmesi
Serbest Fırka tecrübesinin, Türkiye’nin batılılaşma sürecinin önemli aşamalarından birisini oluşturduğunda kuşku yoktur. Öncelikle siyasal yapıda etkisini gösteren yeni yapılaşma, daha sonra tüm toplumsal alanlara yansır ve böylelikle Türkiye’nin batılılaşma tarihinin farklı ve önemli bir aşaması oluşur. Serbest Fırka’nin kapatılmasını takiben yeni bir döneme girildiğinin en önemli işareti Mustafa Kemal in Ruşen Eşrefe verdiği demeçle açığa çıkar: “Milletin tarihinde bazı devirler vardır ki; muayyen maksatlara erebilmek için maddî ve manevî ne kadar kuvvet varsa hepsinin bir araya toplamak ve aynı istikâmete sevk etmek lâzım gelir… Memleketin ve İnkılâbın içerden ve dışardan gelebilecek tehlikelere karşı masuniyeti için bütün milliyetçi ve cumhuriyetçi kuvvetlerin bir yerde toplanması lazımdır… Aynı cinsten olan kuvvetler müşterek gaye yolunda birleşmelidir”(76). Bu sözlerle ne anlatılmak istendiği ise fazla bir zaman geçmeden anlaşılır. Çünkü, batılılaştırıcı kadro, takip eden yıllarda topluma her yönüyle kendi damgalarını vuracak ve hiçbir şekilde kendisine muhalif söz, davranış ve oluşuma müsaade etmeyecektir. Hatta, kayda değer bir muhaliflik söz konusu olmasa dahi, kendi kontrolünde olmayan herhangi bir söz, davranış ve kuruluşa müsaade etmeyeceğini Türk Ocakları’nı kapatarak gösterecektir.
2.Yazı için bkn: