İbn Arabi – Futuhat-ı Mekkiyye,cild:9
Asıl ve Feri Hükümlerde İçtihadın Meşru Sayılması ve Görüş Ayrılıklarının Geçerli Sayılması Rahman’ın Nefesindendir
Müçtehidin verdiği hüküm, kendisinin onaylamasıyla Hak yönünden geçerlidir. Hak, söz konusu hükmü müçtehit adına meşru bir hüküm saymıştır ve hükümlerde bir karşıtlık bulunsa bile içtihat hükmüne karşı çıkmayı yasaklamıştır. Böylelikle Allah, iki karşıt hükmü de onaylamış, bu konuda iki müçtehidin de sevap alacağını belirtmiştir. Binaenaleyh Şâri, bu Muhammed ümmeti adına kendisinde izin verdiği alanda müçtehidin yasa koymasını hükme bağlamıştır (şeriat yapmıştır). Bu ayrıcalık sadece Muhammed ümmetine tahsis edilen ayrıcalık mıdır, yoksa önceki ümmetlere de böyle bir hak tanınmış mıdır, bilemiyorum.
Anlaşıldığı kadarıyla, içtihat hakkı, önceki ümmetlerde de vardı. Çünkü Rahman’ın nefesi genelliği gerektirir. Öte yandan Kur’an-ı Kerim’de ‘bir ruhbanlık çıkarttılar’ ayetinde belirtildiği üzere, içtihadın önceki ümmetlerde sürdüğünü anlıyoruz. Onların ruhbanlığı çıkartması, kendi içtihatlarıyla veya genel veya özel bir maslahatın aranmasıyla gerçekleşmiştir. Şâri, ruhbanlığa hakkıyla uyanları övmüş, bunun İsrail oğullarında olduğunu belirtmiştir. Aynı şey dinin aslî konularında geçerlidir. Allah teala şöyle buyurur: ‘Hakkında kanıtı olmaksızın Allah ile birlikte başka bir ilaha dua eden insan’ der.
Kast edilen, kendi inancına göredir. Çünkü gerçekte tek bir ilah vardır, mı nedenle Şâri, bütün gücünü harcayarak ve Allah’ın kendisine ihsan ettiği teorik gücünü kullanarak içtihada hakkını verdikten sonra -ister isabet etsin ister yanılsın- müçtehidin hükmünü onaylamıştır. Ücretini ise hata ederse bir, isabet ederse iki olarak belirlemiştir.
Bilmelisin ki, müçtehit, işin kendiliğindeki durumunu yanlış bilebilir. Bununla birlikte içtihadına göre Allah’a ibadet eder ve çektiği sıkıntı nedeniyle Allah kendisine içtihat sevabı verir. Çünkü içtihat ‘cehd’ (gayret) kelimesinden gelir ve cehd özel olarak gayret göstermek demektir. Çünkü Allah, kullarını gerçekte güç yetirebilecekleri işlerle yükümlü tutmuştur. Hz. Peygamber ise içtihat alanını sadece feri hükümler alanı olarak sınırlamamış, aksine genelleştirmiş tir. Bununla birlikte içtihat alanını -asıllar değil de- feri konularla sınırlayan kimse de bir ‘içtihat’ yapmış demektir. Başka bir ifadeyle içtihat alanının sınırlanması veya genelleştirilmesi de bir içtihattır ve her iki müçtehit de kendi içtihadında sevap kazanır.
————————–
Allah Katında Derecelendirme
Rahman’ın nefesinden yirmi üçüncü tevhit, ‘Allah O’ndan başka ilah olmayandır, dünya ve ahirette hamd O’na aittir, hüküm de O’na aittir, O’na döndürüleceksiniz’’ ayetinde belirtilen ihtiyar ve dileme tevhididir. Bu tevhit, hüviyet tevhidinin bir yönüdür. Alem Allah’ın kelimeleri olduğu için bütün bu kelimelerin kendisinden ortaya çıktıkları Rahman’ın nefesiyle ilişkileri bir ve aynıdır. Bu delil, âlemde bir derecelenmenin bulunmadığını ve Allah’ın katında kimsenin kimseye karşı bir üstünlük sahibi olamayacağını gösterir. Hâlbuki işin başka olduğunu gördük. Varlıklar arasında derecelenme genel olarak ortaya çıkmıştır. Allah şöyle der: ‘’Kuşkusuz ki Âdemoğullarını üstün kıldık ve karada ve denizde onları taşıdık. Onları temiz şeylerden rızıklandırdık. Onları yarattığımız şeylerin çoğundan üstün yaptık.’’ Başka bir ayette ise ‘Bu peygamberlerin bir kısmını diğerlerine üstün yaptık’ veya ‘bir kısmını üstün tuttuk’denilir.
Bir ayette ise ‘Yiyeceklerin bir bölümünü diğerlerinden üstün yaptık.’ denilir. Hâlbuki bütün besinler, aynı suyla sulanır. O halde varlıktaki dereceli yapıyı daha açık anlatan bir ayet yoktur, çünkü Allah ‘’tek bir su ile sulanırlar.’buyurur. Öyleyse üstünlük yoluyla yiyeceklerde farklılık Bir’den ortaya çıkar. Öte yandan her cinsin diğerinden üstün olduğunu belirten pek çok ayet vardır. Kuran -ki Allah’ın kelamıdır- indirilmiş diğer kitaplardan üstündür, hâlbuki onlar da Allah kelamıdır. Kuran’ın bir kısmı diğer kısımlarından daha üstündür, bununla birlikte bütün Kuran -kelamı olması bakımından- Allah’tandır. Ayete’l-kürsi Kuran ayetlerinin efendisidir. Hâlbuki diğerleri de Kuran’dır. Borçlanma ayeti de Kuran’dır. Bundan daha garip bir sır var mı? Buradan ise, akli düşüncenin gerektirdiği hikmetin doğru olmadığını öğrendik. Allah’ın eşyadaki hikmeti ise, bilinmeyen doğra hikmettir. Bu hikmet, akıl yoluyla bilinmese bile, meçhul değildir. Söz konusu hikmetin fikir gücüyle veya teorik araştırmayla tam tespiti mümkün değildir. ‘Allah dilediğine hikmeti verir. Kime hikmet verilmişse, çok iyilik verilmiştir ona.’
————————–
Allah’ın İsmi Olan ‘el-Cami’
‘el-Cami, ‘Allah’ ismidir. Bu nedenle Allah, Âdem’in bedenin yaratılışında iki elini kullanarak şöyle demiştir: ‘İki elimle yarattığım.’ Gökleri ise, ellerle yaratmıştır ki, güç demektir. Çünkü eller, güç demektir. Allah şöyle der: ‘Elleri olan Davud’.Bunun anlamı, güç sahibi demektir. Yoksa burada eller, elin çoğulu değildir. Âdem ile ilgili bir hadiste ‘Rabbimin sağ elini seçtim, her iki eli sağ ve mübarektir’ denilir. Allah Teala, insanın yaratılışının kemal üzere olmasını dileyince, iki elini bir araya getirmiş ve kendisine âlemin bütün hakikatlerini vermiş, bütün isimlerinde o yaratılışa tecelli etmiştir.
Böylece Âdem’in yaratılışı, ilahi ve kevni sureti haiz olmuş, Allah kendisini âlemin ruhu, âlemin bütün sınıflarını ise -kendisini yöneten ruh karşısında- bedenin uzuvları gibi yapmıştır. İnsan âlemden ayrılsaydı, âlem ölürdü. Öte yandan âlemdeki başka bir şeyden ayrılsaydı, bu sınıftan ayrılması, bedendeki organlarda gerçekleşen felç gibi olurdu. Söz konusu organ büyüyen ve algılayan ruhun kendisinden ayrılmasıyla işlevsizleşirdi. Nitekim dünya da, insanın ayrılmasıyla işlevsizidir. O halde dünya hayatı, âlemin organlarından birisi iken insan bu bedenin ruhudur.
el-Cami ismi insana ait olunca, insan zatıyla iki mertebenin karşısında bulunmuş, böylelikle halifelik, âlemi yönetme ve tafsil etme insan adına geçerli olmuştur. İnsan kemal mertebesini elde etmeseydi, dış sureti insan suretine benzeyen bir hayvan olurdu. Burada biz, kamil insandan söz etmekteyiz, çünkü Allah, öncelikte bu tür içinden kamil olanı yarattı. O, Âdem’dir. Sonra Hak, kemal mertebesini bu türe açıklamıştır. Bu kemale ulaşan kimse, kastettiğimiz insandır. O mertebeden aşağıda kalanda ise, kendisindeki kemal ölçüsünde insanlık bulunur. Varlıklar içerisinde insandan başka Hakkı sığdıran yoktur. Onun Hakkı sığdırması, (ilahi) sureti kabul etmesinden kaynaklanır. Öyleyse insan, Hakkın tecelligahı, Hak ise âlemin hakikatlerinin ruhuyla -insandır- birlikte yansıdığı bir aynadır.
Allah, ona arka tarafı tahsis etmiştir, çünkü insan, ortaya çıkan son türdür. Onun başı Hak, sonu halktır (yaratılmış). İlahi sureti bakımından ilk, kevni sureti bakımından sondur. Her iki suretiyle de zâhir ve – ilahi surete sahip olması nedeniyle- kevni suretten bâtın olandır. Bu durumun hükmü, meleklerin onun konumunu bilemeyişinde ortaya çıkmıştır. Hâlbuki Allah, Adem’in ‘halife’olduğunu söylemişti. Allah, bu bilgiyi onlara vermeseydi, durum nasıl olacaktı? Meleklerin Âdem’i tanımayışı, onun meleklere gizli kalmasından kaynaklanır. Onlar, yüce âlemden ahirette olanları ve dünyada olanların ‘bir kısmım’ bilenlerdir. Dünyada olan her şeyi bilselerdi, kendilerine bildirilmiş olmasına rağmen, Âdem’in mertebesinden habersiz kalmazlardı. Onu âlemde sadece Levha ve Kalem bilir.
Bunlar, yüce olanlardır ve onu inkâr edemezler. Kalem onu yazmış, Levha içermiştir. Çünkü Kalem kendisini yazınca, mertebesini ve kendisinden meydana gelecek şeyleri de yazmıştır. Levha ise, Kalem’in yazdığını zevk yoluyla öğrenmiştir. Allah İblis’e şöyle der: ‘Kibirlendin mi, yoksa Yücelerden mi oldun.’ Bu, işin gerçeğini bilerek, bir takrir sorusudur. Böylece İblis’i konuşturarak, onu kendisine karşı tanık tutmuştur. İblis ise şöyle der: ‘Ben ondan daha hayırlıyım.’ Böylece İblis, Allah’ın emrine karşı değil, Âdem’e karşı büyüklenmiştir. Hâlbuki o, yüce meleklerden değildi. Allah onu bu sözü nedeniyle cezalandırmıştır. İblis de, Âdem’e secde etme emri esnasında, Allah’ın nimetine nankörlük yapanlardan olmuştur. Hâlbuki Allah kendisini bu hitapta ‘yüce topluluğa’ katmış, onu unsur yaratılışının uğursuzluğundan uzaklaştırmıştır
Allah Adem’i yaratırken iki elini kullanmasaydı ve bu sayede Âdem iki sureti elde etmemiş olsaydı, iki ayak üzerinde yürüyen bir hayvan olacaktı. Bu nedenle Hz. Peygamber ‘Erkeklerden pek çoğu kemale ermiş, kadınlardan ise Asiye -Firavun’un karısı- ve İmran kızı Meryem kemale ermiştir.’ buyurdu. Kamiller, halifelerdir. Allah Teala, âlemin tümünü Adem’in hizmetine sunmuştur. Yüce ve aşağı âlemdeki her sun hakikat, insana bakar ve her varlık Allah’ın kendisine yerleştirdiği sırrı – bir emanetçi gibi- Adem’e ulaştırmak ister. Burada ‘suri hakikat dedik, yani âlemde mekânına ve mertebesine yerleşmiş belirli bir sureti olan hakikat demektir.
————————–
Sevgi ve Rahmet
Akıl için ilahi telakki tarzı, tecelli eden ve edilen adına sevgiden kaynaklanan Rahmani tecellidir. Bu makamdan Allah, eşler arasına sevgi ve rahmeti yerleştirmiş, kocanın karısında dinginlik bulmasını sağlamıştır. Eşi erkeğin kendisinden ve nefsinden yarattı. Nitekim Allah ‘Sizin için nefislerinizden zevceler yarattı onlara yönelirsiniz, aranıza sevgi ve merhamet yerleştirdi, bu konuda ayet vardır’ buyurur. Yani alamet ve delil vardır. ‘Dûşünenler için.’Düşünenler onun doğru olduğunu anlar. Bu düşünmenin faydası şudur: İnsan bir kadınla evlendiğinde ve ona karşı dinginlik bulduğunda, Allah aralarına sevgi ve rahmet yerleştirir.
Bu durumda, Allah’ın o ikisinin bir aya gelmesini istediği anlaşılır. Birisinin diğerine duyduğu dinginlik kalkıp sevgi kaybolduğunda ise -ki sevgi bu dinginliğin sabit olmasıdır ve İm nedenle yerleşik olduğu için sevgi ‘meveddet (sabit sevgi)’ diye isimlendirilmiştir. Allah da sevdiği kullarına dönük sevgisinin sabitliği nedeniyle el-Vedud diye isimlendirilmiştir-, karı ve koca arasındaki rahmet ortadan kalkar. Bu durumda Allah’ın o ikisinin boşanmasını istediği anlaşılır.
Bu nedenle kişi, bu iş için acele eder ve Allah nezdinde bu makama ulaşmak ister. İnat eder ve direnç gösterirse, ilahi yakınlıktan mahrum kalır. Çünkü ilahi mertebe, ısrar ve inatlaşmayı kabul etmez. Şeriatta sabit hüküm sabittir. Bizim söylediğimizi ise, Allah’ın kullarından tefekkür sahipleri anlar. Allah evliliği onlar için yarattı. Allah aklın zatından bu bilgilerin meydana geliş sebebini ise, tecelli yapmıştır ve bunlar ondan alınır. Tecellinin nedeni ise, sevgidir, çünkü sevgi, âlemin varlık sebebidir.
————————–
Vekalet Tevhidi
Rahman’ın nefesinden otuz altıncı tevhit, ‘Doğunun ve batının Rabbi,O’ndan başka ilah yoktur,O’nu vekil edin’ ayetinde belirtilen vekalet tevhididir ve hüviyet tevhidinin bir yönüdür. Bu tevhitte Allah’ın insan âlemi için yarattığı bütün yararları tahsis ettiği (öğrenilir) Ardından bu hususta Allah’ı vekil edinmesini insana emretti. Bunun nedeni, insanı kendisi için yaratıldığı Rabbine ibadete yönlendirmektir. Yaratılış sebebi hakkında Allah ‘Ben insanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım.’ der. Bu makam nerede,‘Allah sizin halife yaptığı şeyleri infak edin’ ayeti nerede! Allah, mülkü kendisine ait iken, harcamayı insanlara bırakmıştır. İnfakı emrettiği ölçüde bile, Allah kendisini vekil edinmeyi emretti. Dolayısıyla iki durum arasında bir çelişki yoktur. Mülkiyet Allah’a, harcama kula ait!
Öyle ki Allah kuluna harcamayı emretmiş, fakat serbest bırakmamıştır. Harcamada da Allah’ı vekil edinmeyi emretti. Çünkü Allah insana mal sahibini memnun edecek şekilde nerelere harcayacağını göstermiştir. Bu amaçla şeriatlar inmiş, insana malı harcayacağı yerleri belirtmiştir. Bu sayede insan, basiret üzere harcar ve infak eder. Vekilin emretmediği bir konuda arzusuyla infak eden, mal sahibinin malından zayi olan kısmı tazmin itmelidir. Çünkü o, esasta müflistir ve yetkiye sahip değildir. Bu tevhit, mal sahibinin malından (izinsiz olarak) telef ettiği kısımdaki yükümlülüğü üzerinden atma imkânı verir.
İbn Arabi,Futuhat-ı Mekkiyye,cild:9
————————–
İbn Arabi,Futuhat-ı Mekkiyye,cild:9 ”Kısa Notlar”
Mutlak Hak, zatında bilinen ve meçhul olmayandır. Aynı zamanda bilinmez ve bilgi bakımından kuşatıla maz. Allah, bilgiyle ihata edilemez oluşunun (bilinmesi) yönünden bilinirken, bilginin kendisini kuşatamayışı nedeniyle de bilinemezdir. 0 halde O, bilinmediği yönden bilinendir. O’nu bilmek, kendisini bilmemenin ta kendisidir. Allah’tan başka, zıtları kabul etme niteliğine sahip kimse yoktur!
————————–
Allah’ın her varlığa dönük özel yönü vardır, çünkü O her varlığın sebebidir. Her varlık, birdir, iki olamaz! Çünkü Allah, birdir ve O’ndan bir meydana gelebilir. Allah her bir şeyin mutlak birliğinde bulunur. Çokluğun var olması ise, zamanın birliğine kıyasla mümkündür. Zaman ise bir zarftır. Bu durumda Hakkın çokluktaki varlığı, her bir’in salt birliğindedir. Öyleyse Hak’tan bir ortaya çıkmıştır (sudûr). ‘Bir’den bir çıkar’, bu demektir. Bütün âlem O’ndan çıksaydı, yine O’ndan bir çıkardı. Binaenaleyh Allah, salt birliği yönünden bütün birlerle beraberdir. Bunu Allah ehli bilebilir. Filozoflar ise, başka bir tarzda bu görüşü ileri sürer ki, o, filozofların yanıldığı bir meseledir.
————————–
Arş, su üstündedir ve su özü gereği canlılığı kabul eder. Allah Teala her şeyi sudan canlı yapmıştır. Yoksa onlar, yeryüzünün yağmurla canlandığına inanmazlar mı? Ağaçların canlılığı, sulamaya bağlıdır. Hatta havada bile su vardır, yoksa tutuşurdu.
————————–
Bilmelisin ki, varlıklara dönük ilahi yardım, kesilmez. Eksilirse, eksiklik yardımı alandan kaynaklanır, yoksa yardım eden yönünden değildir. Belirli bir durumda yardımın olmayışı Hakkın katma izafe edilirse, bu eksiklik, yardımdan mahrum kalan kimse hakkında bir maslahattır. Çünkü Allah yaratıklarının maslahatlarını en iyi bilendir. Bu nedenle Allah’ı bilenler, dua ederken belirli bir ihtiyacı belirlememelidir. Bunun yerine, bir belirleme yapmadan, kendisinde iyilik bulunan şeyi istemelidir. Nice insan vardır ki, duasında belirli bir şeyi ister, sonra -Allah’ın bildiği bir hikmet nedeniyle- ihtiyacı karşılandığında, belirlemiş olduğu ihtiyacı hakkında pişmanlığa kapılır, belirlememiş olmayı temenni eder durur.