İbn Arabi – Futuhat-ı Mekkiye,cild:1 Notlarım
Bizi sırat-ı müstakime ulaştır….Ayet Meali Tefsiri
Bizi sırat-ı müstakime ulaştır. O nimet verdiklerinin, gazap
ettiklerinin yoluna veya sapkınların yoluna değil’ Ayeti
Tümel kul, Hakka ‘Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.’dediğinde, Hak ona şöyle der:
-‘Bana kulluk etmenin anlamı nedir?’
Buna kul şöyle karşılık verir:
-‘Cem ve tefrika (birlik ve ayrım) makamında tevhidin sabit olması’ Kurtuluşun tevhitte bulunduğu -ki tevhit sırat-ı müstakim, başka bir ifadeyle kendisinin fani ya da -anlayabilirse- baki olmasıyla zatı müşahede etmek demektir- nefste karar kılınca şöyle der: ‘Bizi doğru yola ulaştır.’ Ardından, nefsin doğru demesiyle (yol) iki yol olarak karşısına çıkmıştır: Birisi eğri yol -ki bu iddia yoludur-, İkincisi ise dosdoğru yol -o da tevhit yoludur.- Nefs bu iki yol hakkında ancak kendilerinde yürüyenlere göre bir ayrım yapabilir. Böylelikle nefs, kendi Rabbini doğru yolda yürürken görmüş ve onunla Rabbini tanımış, kendisine bakmıştır. Bu sayede kendisiyle Rabbi arasında -ki Rabbi ruhtur- lâtiflikte bir yakınlık meydana gelmiştir. Bileşik âlemde eğri yola bakmıştır ki, o da nefsin şu ifadesidir: ‘Nimet verdiklerinin yoluna’ Sözü edilen yol, nefse bitişik bileşik âlemdir. ‘Gazap edilmiş5 olanlar ise neftsen ayrık âlemdir. Söz konusu âlemin mensupları, nefse bitişik âleme kıyasla sapkınlar ve öfke duyulanlardır.
Nefs, her iki yolun başında durmuş, eğri yolun sonunun helak, doğru yolun sonunun ise kurtuluş olduğunu görmüş, her nereye giderse kendi âleminin onu takip edeceğini anlamıştır. Nefs doğru yol üzere yürüyerek rabbinin mertebesine yönelmek isteyip ‘Ancak sana ibadet ederiz?’ sözüylebunun kaynağının bizzat kendisi olduğunu öğrendiğinde, aciz kalmış ve onu başaramamış. Bunun üzerine ‘Ancak senden yardım isteriz’ ayetiyle yardım dilemiş, Rabbi de onu ‘bize hidayet ver’ dileğine karşı ikaz etmiştir. Nefs bunun farkına varmış ve şöyle demiş: ‘Bize hidayet et’ Böyleliklecsırat-ı müstakim (doğru yol)’ sözüyle görmüş olduğu şeyi -ki o senin zatının bilgisidir-nitelemiştir.
———————-
Yaratan Yarattığından Ayrılmaz
Allah şöyle der: ‘0 göklerde ve yerde Allah’tır.’ Başka bir ayette ise ‘Size göklerde ve yerdeki her şeyi amade kıldı.’ buyurur. Lokman oğluna ‘Miskal tanesi hardal çölde veya yeryüzünde veya göklerde olsa, Allah onu getirir’ der. Çünkü Allah, yerdedir,göktedir ve çöldedir. Allah, her nerede isek, bizimle beraberdir. Yaratan yarattığından ayrılmaz. Zelil eden, zelil etmekten ayrılmaz. Ayrılmış olsaydı, nitelik de kendisinden ayrılmış, bu isim ortadan kalkmış olurdu. Allah şöyle der: ‘Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım.’ Yani, bana karşı zelil olsun ve boyun eğsinler diye yarattım.
Onlar, benim üstünlüğümü ve izzetimi bilmedikçe, karşımda zelil olamazlar. Allah onları el-Müzil ismiyle yarattı, çünkü onları kendisine ibadet etsinler diye yarattı. Allah kendisini yaptığı her iş karşılığında bütün nefisler üzerinde ‘kaim olan’ kayyum diye nitelemiş ve şöyle buyurmuştur. ‘Onları korumak kendisine ağır gelmez’ Allah, göklerde ve yerdeki her şeyi korumakla kendisini nitelemiştir. Binaenaleyh bir dereceyle Allah âlemin talep ettiği varlığının korunmasının yerine getirirken, bir dereceyle âlem, Allah için korunmuş olur.
———————-
Allah’ın Yaradılıştaki Hikmeti
Sıcaklık soğukluğa aykırıyken yaşlık kuruluğun zıddıdır. Allah ise, içerdikleri zıtlığa rağmen hepsini tek bir cisimde toplamak istemiş, bunun için sıcaklığı kuruluğa eklemiş, o ikisinden acı safrayı yaratmış, sıcaklık ve yaşlığı bir araya getirmiş, ondan kan meydana gelmiş, onu bu ikisine komşu yapmıştır. Kandaki yaşlığı, safradaki kuruluk tarafına ait yapmıştır.
Bunun nedeni, fiilde ona mukavemet etmesini sağlamak üzere, komşuluk ilişkisidir. Dolayısıyla o ikisinden hiç birini terk etme! Onun otoritesi insanın hayvani mizacında gözükür. Kandaki sıcaklık onun ardından gelmiş olsaydı, safranın onu takıp etmesi gerekirdi. Safra kendisini takip ederse, sıcaklık veya kuruluk olmalıydı. Kuruluk takip ederse -ki sıcaklığın edilgenidir-, kuruluk cisimde güçlenir ve hastalığın bedene girmesine yol açar. Hastalık, Rabbin insanı yükümlü tuttuğu bilgilerle ilgilenmek, onları elde etmek ve mutluluğa ulaştıran ameller için çalışmaktan bedeni alıkoyar. Safranın sıcaklığı komşu olsaydı, safranın niceliğinde artış gerçekleşir ve yine hastalık olurdu. Bu nedenle yaşlık, safrayı takip etmiştir.
Allah Teâlâ soğukluk ve yaşlığı birleştirmiş, bu karışımdan balgam ortaya çıkmıştır. Balgamın yaşlığını kanın sıcaklığından sonra getirmiştir. Öyle olmasaydı, daha önce zikrettiğimiz gibi, bu karışımdaki niceliksel artış nedeniyle hastalık ve illetler ortaya çıkardı. Soğukluk ve kuruluğu birleştirmiş, bu karışımdan acı kara meydana gelmiş, karadaki kuruluğu balgamın yaşlığından sonraya bırakmıştır. Halbuki soğukluğu karadan sonra getirmemiştir ki, balgamın yaşlığında artış olmasın -çünkü yaşlık soğukluğun edilgenidir-. Balgamın soğukluğuyla karanın soğukluğu arasında meydana geldiğinde ise artar ve balgamın niceliği fazlalaşır. Bu durumda cisme illet ve hastalıklar girer, çünkü cisim (hastalıkları) kabul edicidir.
Allah’ın yaratılıştaki hikmetine bakınız! Bu hikmet, bedenin sağlıklı kalmasını sağlamak amacı taşır. Söz konusu cisim, Rabbinin davetine kendisini ulaştırmak üzere latifenin bineğidir. Bu cisimsel binek üzerine ilahi ruh egemen olur ve sardığında/kapladığında beden hamile kalır. Bunun neticesinde ise iyi (salih) veya kötü bir takım ameller ortaya çıkar. Salih ve iyi amel meydana getirmesi ‘muhallak (tam yaratılmış)’,öteki ise gayrı muhallak (eksik yaratılmış) diye ifade edilir.
Bu ameller, bineklerin suretlerinde ortaya çıkar, Ameller salih ise, binekler insanı illiyyin’ derecesine yükseltirler. Allah şöyle der: ‘’Güzel kelime O’na yükselir.’’ Kastedilen temiz ruhlardır, çünkü onlar Allah’ın temiz kelimeleridir. Allah şöyle der: ‘’O’nun kelimesidir, Meryem’e aktardığı.’’ Başka bir ayette ise ‘’Salih amel O’na yükselir.’’ denilir. Amel kötü ve bozuk ise, kişiyi aşağıların aşağısına düşürür. Allah şöyle der: ‘’Sonra onu aşağıların aşağısına attık’.’’ Yani bineği onu düşürür. Halbuki ‘’En güzel suretteydi’’ ’’İman edenler, salih amel sahipleri hariç.’’ Böyle birinin ameli, sahibini iliyyîn, yani yüceler yücesine çıkartır. ‘Sınırsız ödül ona aittir’Kastedilen, kazanılan sevaptır. Sevap ve ecir, kazanılmış olandır’
———————-
İnsanın Yaradılışı
Yeryüzü yetkinleşip hazır hale geldiğinde, bütün bu yaratıklardan hiç birisi, Allah’ın bu memleketi varlığı için yarattığı halifenin hangi cinsten olabileceğini bilemedi. Dünyanın ömründen on yedi bin, sürekliliğinin sonu olmayan ahiretin ömründen ise sekiz bin sene geçip bu halifenin yaratılışı hakkında Allah’ın ilminde belirli vakit geldiğinde, Allah bir meleğine yeryüzü toprağının her cinsinden bir tutam getirmesini emretmiştir. Emir üzerine melek, insanlarca bilinen uzun bir rivayetteki gibi Allah’a bir tutam getirmiş. Allah o tutamı almış iki eliyle yoğurmuştur. İşte ‘iki elimle yoğurduğum’ifadesi budur.
Allah, zikretmiş olduğumuz meleklerin her birisine Âdem’e ait bir emanet yerleştirmiş ve şöyle demiştir: ‘Ben topraktan bir insan yaratacağım.’ Sizin sahip olduğunuz bu emanetler onundur. ‘Onu yarattığımda’ her biriniz, sizi kendisine emin yaptığım emaneti ona versin. ‘Sonra onu düzenleyip ruhumdan üflediğimde, secdeye kapanınız.’ Allah iki eliyle Âdem’in toprağını yoğurup kokusu değiştiğinde -ki bu ayette kokuşmuş çamur diye ifade edilen şeydir ve o yaratılışında bulunan hava unsurudur- onun sırtını, zürriyetinden bedbaht ve mutluların mahalli yapmış, avucunda bulunan her şeyi ona yerleştirmiştir. Çünkü Allah sağ elinde mutluların, sol elinde ise bedbahtların bulunduğunu bize bildirmiştir. Bununla beraber (Hz. Peygamberim buyurduğu gibi) ‘Rabbi-min her iki eli de sağ-mübarek eldir.’ Şöyle buyurur: ‘Bunlar cennete, cennet ehlinin amelini işlerler; şunlar cehenneme, onlar cehennem ehlinin amelini işlerler.’
Allah hepsini (mutlu ve bedbahtları) Âdem’in toprağına yerleştirmiş, onda yan yanalık ilişkisiyle zıtları toplamış, onu doğrusal hareket üzere yaratmıştır. Bu yaratma ise başak burcunun dönemindeydi. Allah onu altı yön sahibi yapmıştır: Üst, başının yukarısıdır; alt, üstün karşındır ve iki ayağının altıdır; sağ, güçlü tarafını takip eden yöndür; sol, sağın zıddıdır ve zayıf yönüdür; ön, yüzüne bakan yöndür ve zıddı arkadır. Allah onu biçimlendirmiş, düzenlemiş ve tesviye etmiştir: ‘Sonra ona ruhundan üfledi.‘ Burada ruh, Hakka tamlama yapılmıştır. Böylelikle insana yapılan bu üfleme esnasında üflemenin parçalarına yayılmasıyla dört karışımın unsurları meydana gelmiştir. Bunlar san safra, kara, kan ve balgamdır.
……………..
Safra, Allah Teâla’nın ‘kurumuş balçıktan insanı inşa etti’ayetinde belirttiği ateşe mensup unsurdan idi. Kara, topraktandı ki bu da, ‘topraktan yarattı’’ayetinde dile getirilen şeydir. Kan, havadan meydana gelmiştir ki, bu da ayette mesnûn diye ifade edilmiştir. Balgam ise toprağın yoğrulup çamur haline geldiği sudan meydana gelmiştir. Sonra Hak, onda canlının gıdaları elde etmesini sağlayan çekme gücünü, ardından tutma gücünü meydana getirmiştir. Bu güç sayesinde canlı beslendiği şeyi tutabilir. Ardından hazmetme gücü yaratılmıştır ki, bu sayede gıda hazmedilir. Sonra itme gücü gelir. Bunun sayesinde yan ürünleri çıkartır; onları buhar, koku, dışkı vb. olarak kendisinden uzaklaştırır.
Buharların yayılıp kanın karaciğerden damarlara bölünmesi (dağılma) ve canlının her bir parçasının saflaştırdığı kısma gelince, bunlar itme gücü sayesinde değil, çekme gücü sayesinde gerçekleşir. Bu bağlamda itme gücünün payı, daha önce belirttiğimiz gibi, canlının sadece çıkarttığı yan ürünlerdedir. Sonra, Allah insanda beslenme gücünü, uyku, duyum, hayal, vehim, hafıza ve hatırlama var ki bu dört kuvvet, başka bir anlatımla hayal, vehim, hafıza ve hatırlama güçleri insanda hayvandakinden daa güçlerini ihdas etmiştir. Bütün bunlar, salt insan olmak yönüyle değil canlı olmak yönüyle insanda bulunur. Şu ha güçlü bulunur.
Sonra Allah Âdem’e ki o insandır, musavvire, müfekkire ve akletme güçlerini tahsis etmiştir. İnsan bu güçler sayesinde hayvandan ayrışır. Allah, bedendeki bütün bu güçleri her türlü duyulur ve manevî menfaatine ulaşsın diye düşünen nefsin araçları yapmıştır. ‘Sonra onu başka bir yaratılış olarak meydana getiririz.’ Burada sözü edilen insanlık özelliğidir. Allah, kazanımında bilinen bir sınırda, onu bu güçler sayesinde diri, bilen, güç yetiren, isteyen, konuşan, duyan ve gören olarak yaratmıştır. ‘Yaratanların en güzeli Allah mübarektir.’
Allah, kendisini isimlendirmiş olduğu her bir isimde, insanın ahlaklanabileceği bir pay belirlemiştir. İnsan kendisine yaraşır bir tarzla onunla âlemde gözükür. Bu nedenle bazı kimseler, ‘Allah Adem’i suretine göre yaratmıştır’ hadisini bu anlamda yorumlamıştır. Allah, Adem’i yeryüzünde halifesi olarak yerleştirmiştir. Çünkü yeryüzü, yüce âlemin aksine, başkalaşma ve halden hale dönüşme âlemidir. Böylelikle, sakinlerinde de yeryüzü aleminde meydana gelen değişmeler gibi hükümler gerçekleşmiştir. Bu nedenle bütün İlâhî isimlerin hükmü ortaya çıkar.
İşte bu nedenle Adem, gökte yâ da cennette değil yeryüzünde halife olmuştur. Ardından isimlerin öğretilmesi, meleklerin secde etmesi, İblisin karşı çıkması gibi kimi olaylar, Allah’ın emrinden meydana gelmiştir. Bütün bunlar, Allah izin verirse ilgili bölümde belirtilecektir.
———————-
Bütün Peygamberler Hz. Muhammed’in Vekilleridir
Bilmelisin ki, Allah seni desteklesin: Bir rivayette Hz. Peygamberin şöyle söylediği bildirilmiştir: ‘Ben Ademoğullarının efendisiyim, yine de bununla iftihar etmem.’ Başka bir rivayette ise fahr yerine fahz zikredilmiştir. Fahz yanlış bir şey ile böbürlenmek demektir. Sahih-i Müslim de ‘Ben kıyamet günü insanların efendisiyim’ hadisi aktarılır. Böylelikle Hz. Peygamber adına efendilik ve beşer cinsinden bütün peygamberlere karşı üstünlük sabittir. Hz. Peygamber şöyle buyurur:‘Âdem su ve toprak arasında iken ben peygamberdim.‘
Böylece Hz. Peygamber bu konuda bir bilgiye sahip olduğuna işaret etmektedir. Allah beşerî bedenleri yaratmazdan önce -ruh iken- kendisine mertebesini bildirmiştir. Nitekim Allah bedenlerini yaratmazdan önce Âdemoğullarından söz almıştı. Her ümmete kendi cinsinden bir tanık gönderdiğinde -ki, söz konusu tanıklar peygamberlerdir- Allah bizleri de onlarla beraber ümmetlerine tanık yapmakla o tanık olan peygamberlere katmıştır. Böylelikle Âdem’den son peygambere kadar âlemdeki bütün peygamberler Hz. Muhammed’in vekilleri olmuştur.
Hz. Peygamber bu. makamı çeşitli tarzlarda açıklamıştır. Bunlardan birisi ‘Musa yaşasaydı bana uymaktan başka yapacak bir şey bulamazdı‘ anlamındaki hadistir. Âhir zamanda Meryem oğlu İsa’nın inişine dair ise şöyle buyurur: cİsa bize bizden imamlık eder.‘ Başka bir anlatımla, bizim içimizde Peygamberimizin sünnetiyle hüküm verir. cHaçı kırar ve domuzu öldürür.‘ Muhammed (a.s) Âdem zamanında peygamber olarak gönderilmiş olsaydı, bütün peygamberler ve insanlar görünüşte de onun şeriatının hükmü altında olurdu. Bu nedenle hiçbir peygamber umumî gönderilmemiştir. Hz. Muhammed hükümdar ve efendidir. Ondan başka her peygamber, belirli bir topluma gönderilmiş, dolayısıyla kendisinden başka peygamberlerden hiç birisinin risâleti genel olmamış. Hz. Âdem’in devrinden Muhammed’in devrine, oradan kıyamet vaktine kadar her dönem, Hz. Muhammed’in mülküdür. O ahirette bütün peygamberlerden üstün olduğu gibi sahih bir rivayette efendiliği de hükme bağlanmıştır.
———————-
Aklın Allah’ı Bilmekten Aciz Olması
Allah’ı bilmek, akıl ve nefsi tarafından algılanamayacak kadar yücedir. Akıl ve nefis, O’nu sadece mevcut oluşu bakımından algılayabilir. Yaratıklar hakkında söylenmiş ya da bileşik ve başka şeyler hakkında tevehhüm edilmiş her ne varsa kuşkusuz, düşüncesi ve korunmuşluğu yönünden selim akla göre Allah o şeyden farklıdır. Böyle bir tevehhüm, Allah hakkında caiz olmadığı gibi akla göre yaratıkların kabul ettiği yönden öyle bir lafız Allah’a verilemez. Allah’a böyle bir lafız verilmişse bunun gayesi, zihinlere konuyu anlaşılır kılmaktır. Bunun nedeni, işitende Hakkın üzerinde bulunduğu hakikatin değil, varlığın (bilginin) sabit olmasıdır. Çünkü Allah şöyle buyurur: ‘O’nun benzeri yoktur.’ Fakat dinen Allah’ı bilmek üzerimizdeki bir vecibedir. Çünkü Allah peygamberine hitaben şöyle buyurur: ‘Allah’tan başka ilâh olmadığım bil.’ (Buna göre Allah âdeta) Şöyle der: ‘Senin düşüncene uygun bildirmemden (benim vasıtamla) bil. Böylece bildirmeden önce olan inanç olmaksızın bilgi senin adına sahih olduğu gibi ilim olarak da iman senin adına sahih olur.’ işte, Hz. Peygambere bu esasa göre emir vermiştir.
Bazı kimselerin düşüncesine ve bu bahisteki görüşlerine göre, bu durum dolayısıyla Allah’ın bilgisine nereden ulaşabiliriz? diye düşündük. İnsafla ve kendisinden umulan bütün gayretini ortaya koyduktan sonra yetkin aklın verisine göre düşündük, Allah’ı bilme hakkında O’nu bilmekten acizlikten başka bir şeye ulaşamadık. Çünkü biz, bulundukları hale göre hakikatleri yönünden eşyayı öğrenmek istediğimiz tarzda Allah’ı bilmek istedik. Binaenaleyh, benzeri olmayan, zihinde tasavvur edilemeyen ve zihinde tutulamayan bir mevcut bulunduğunu öğrendiğimize göre, akıl onu nasıl idrak edebilir? Allah’ın varlığını bilmek sabit olmakla birlikte, akim O’nu algılaması imkânsızdır. Yine de biz, Allah’ın mevcut ve ulûhiyetinde tek olduğunu biliriz. İşte, Hakkın kendisini bildiği tarzda zatının hakikatini bilmediğimiz halde, bizden öğrenmemiz istenilen bilgi budur. Böyle bir bilgi, bizden istenen bilginin olmayışı demektir.
Allah aklın düşüncesine göre hiçbir yaratığa benzemediğine ve hiçbir şey O’na benzemediğine göre ve bize ‘Allah’tan başka ilâh olmadığını biliniz’ diye emredilmişken, öncelikle öğrenmemiz gereken şey bilginin mahiyetidir. Kuşkusuz onu öğrendik. Dolayısıyla başlangıçta bilginin bilinmesi hakkında öğrenmemiz gereken şeyi öğrenmiş olduk.
Allah’a hamdolsun, sekizinci kısım sona erdi!
———————-
Hadislerde Teşbih ve Cisimleştirme
Bunlardan birisi, Hz. Peygamberdin şu hadisidir: ‘Müminin kalbi Allah’ın iki parmağı arasındadır.’ Akıl hakikat ve mecazın konumunun gereğine göre, Allah hakkında uzvu imkânsız görür. Parmak ise ortak anlamlı bir lâfızdır, uzuv anlamında kullanılabildiği gibi nimet anlamında da kullanılabilir.
Çoban der ki:
Asası zayıf ’ damarları çıkmış iken toprak,
İnsanlar verimsiz bir yıl geçirdiğinde,
Onun üzerindeki nimeti (parmağı) görürsün.
Yani: ‘Onun üzerinde kendisine iyi bakmakla nimetten güzel bir eser görürsün.‘ Araplar şöyle der: ‘Falancanın malı üzerindeki parmağı ne güzeldir! ‘Yani ondaki eseri ne güzeldir. Bu ifadeyle, kendisinde iyi tasarrufta bulunduğu için malının artması kastedilmiştir.
En hızlı değişim, hacimlerinin küçüklüğüne rağmen taşıdıkları kudretin yetkinliği nedeniyle parmakların değiştirdiği şeydeki değişimdir. Parmakların hareketi, elin ve başka organların hareketinden daha hızlıdır. Allah’ın kullarının , kalplerinin değiştirmesi en hızlı değiştirme olduğu için,Hz.Peygamber bir duasında bunu Araplara onların anlayacağı tarzda açıklamıştır.. Bize göre değiştirmek elle olabileceği için Hz. Peygamber değiştirmeyi parmaklara bağlamıştır. Çünkü parmaklar eldendir ve el içindedir. Parmaklarda hız ise daha yerleşiktir. Hz. Peygamber duasında şöyle derdi: ‘Ey kalpleri çeviren! Benim kalbimi senin dininde sabit tut.’ Allah’ın kalpleri değiştirmesi, onlarda iyilik ve kötülük niyeti yaratmasıdır. İnsan çelişik düşüncelerin kalbine ardarda geldiğini hisseder. Bu durum, Hakkın kalbi şekilden şekle sokmasıdır ve insan kalbiyle ilgili bu durumu kesin bir şekilde bilir. Bu nedenle Hz. Peygamber ‘Ey kalpleri çeviren! Benim kalbimi senin dininde sabit tut’ buyurur.
Bu hadis hakkında Hz. Peygamber’in eşlerinden birisi kendisine şöyle sormuş: ‘Ey Allah’ın Peygamberi! Yoksa sen de mi korkuyorsun?’ Hz. Peygamber cevap vermiş: ‘Müminin kalbi Allah’ın parmaklarından iki parmak arasındadır.’ Böylece kalbin imandan inançsızlığa ve bu ikisinin altında bulunan şeylere süratle geçtiğine işaret etmiştir. Allah şöyle buyurur: ‘Ona günah ve takvasını ilham etmiştir.‘ Bu ilham, değiştirmedir. Parmaklar hızı ifade eder. Hadiste zikredilen parmakların çift olması ise iyi ve kötü düşüncedir.
Parmaklar hakkında zikrettiğimiz şey bilinip parmak, uzuv, nimet ve iyi eser anlamına geldiğine göre, acaba bu tenzih yorumları kendisini talep ettiği halde, onu hangi anlamda uzuv diye yorumlayabilirsin ki? Bu ifade karşısında ya susup bilgisini Allah’a ve Allah’ın bildirdiği gönderilmiş peygamber veya ilham alan veliye havale ederiz. Fakat bu durumda, uzuv anlamının ondan kesinlikle nefyetmeliyiz ki bu zorunludur. Ya da vazifemiz olmayan bir işin bize gelip bize egemen olması gerekir. Şu var ki, biz bidatçi-cisimleştiren ve teşbih yapana karşı bunu ortaya koymalıydık. Dolayısıyla bu anlatılan gereksiz değildir. Aksine, bilen kişinin bu esnada söz konusu lâfızdaki tenzih yorumunu açıklaması şarttır. Böylece bu açıklamayla cisimleştirmeyi kabul edenin delili çürütülür.
Allah bize ve ona (cisimleştiren mücessimeye) tövbe nasip eylesin, onu (bu gibi ifadedeki anlamının) kabul etmekle rızıklandırsın! Şu halde teşbih zannı veren böyle bir kelimeyi söylediğimizde, onu Allah’a yakışır bir anlamda açıklamamız şarttır. İşte bu, aklın dilde kelimenin kullanımı hakkındaki payıdır.
———————-
İbn’i Arabi’nin İtikadı
Allah Teâlâ tek ilâhtır, Ulûhiyetinde İkincisi yoktur.
O, eşten ve çocuktan münezzehtir.
Her şeyin sahibidir, ortağı yoktur, hükümdardır, veziri yoktur.
Yaratan’dır, O’nunla beraber idareci yoktur.
Özü gereği vardır, kendisini var edecek bir Yaratana muhtaç değildir. Aksine kendisinin dışındaki her mevcut, var olmada O’na muhtaçtır. Dolayısıyla bütün âlem O’nun vasıtasıyla mevcut olmuştur. Sadece O, özü gereği varlık ile nitelenmiştir.
Varlığının başlangıcı yoktur, bekâsının sona ermesi mümkün değildir. O sırf varlıktır, sınırlanmaz.
Kendi kendine vardır. Mekân bir cevher değildir ki O’nun adına bir mekân takdir edilebilsin; araz değildir ki bekası imkânsız olsun; cisim değildir ki hakkında cihet ve yönde bulunmak düşünülebilsin.
O, yönlerden ve boyutlardan münezzehtir.
Dilerse kalplerle ve gözlerle görülür.
Ayette buyurduğu gibi ve kendi kast ettiği anlamda Arş’ı üzerinde istiva etmiştir. Nitekim Arş ve onun dışındaki her şey de, Allah vasıtasıyla denge bulmuştur. İşin başı ve sonu O’na aittir.
O’nun akledilir bir benzeri olmadığı gibi, akıllar da Ona delil olamaz. Zaman O’nu sınırlayamaz, herhangi bir mekan O’nu taşıyamaz. Aksine Allah var idi ve hiçbir mekân yoktu, şimdi de öyledir.
Allah mekânı ve mekânlıyı yaratmış, zamanı inşa etmiş ve ‘Ben Tek, Diriyim‘ demiş. Yaratıkları korumak kendisine güç gelmez. Yaratılmışları yaratmaktan dolayı daha önce sahip olmadığı bir nitelik kendisine dönmez.
Allah, sonradan var olanların O’na veya O’nun onlara yerleşmesi veya onların O’ndan önce veya O’nun onlardan sonra olmasından münezzehtir. Bilakis şöyle denilir: ‘Allah var idi ve O’nunla beraber başka bir şey yoktu. Çünkü önce ve sonra’ Allah’ın yaratmış olduğu za-manın kiplerindendir. Allah, uyumayan el-Kayyûm, karşı kodlamayan el-Kahhâr’dır. ‘O’nun benzeri yoktur.’
Allah Arşı yaratmış ve onu istiva sınırı yapmıştır. Kürsü’yü var etmiş ve ona gök ve yerleri sığdırmıştır.
Allah el-Aliy’dir. Levha’yı ve Yüce Kalem’i örneksiz bir şekilde yaratmış, ayırım ve hüküm gününe kadar yaratıkları hakkındaki bilgisine göre katip diye görevlendirmiştir.
Allah bütün âlemi daha önceki bir örnek olmaksızın yaratmıştır. Yar atıklar mı yaratmış, ibda etmiş ve yaratanların yaratanıdır.
Ruhları bedenlere eminler olarak indirmiş, ruhların indirildiği bu bedenleri yeryüzünde (ruhlar adına) halife yapmıştır.
Göklerde ve yeryüzünde bulunan ‘her şeyi kendisinden bize amade kılmıştır.‘ Dolayısıyla her bir zerre, O’ndan ve Oha doğru hareket eder.
Allah her şeyi kendilerine ihtiyaç duymadan ve onu yaratması için zorlayıcı bir neden olmaksızın yaratmıştır. Allah’ın ilmi yarattığı şeyleri yaratacağım belirlemiştir.
Dolayısıyla Allah ‘îlk, Son, Zâhir ve Bâtın’dır.’ ‘O her şeye güç yetirendir. ‘
‘Allah her şeyi bilgi olarak kuşatmış’ ‘her şeyi sayıca saymıştır.’ ‘O, gizliyi ve açığı bilendir.‘ ‘Gözlerin hain bakışım ve gönüllerin sakladığını bilir.’ ‘Her şeyi yaratmışken, nasıl olur da her şeyi bilmesin?‘Yaratan bilmez mi? O latif ve her şeyden haberdardır.’
Allah şeyleri var olmadan önce bilmiş, bilgisine göre yaratmış, dolayısıyla Allah şeyleri sürekli bilicidir. Yaratma yenilendiğinde Allah’ın bilgisi yenilenmez. O, bilgisiyle şeyleri sağlamca yaratmış ve tahkim etmiş. Dilediğini bilgisiyle şeyler üzerinde hükümran yapar.
Allah mutlak anlamda tümelleri bildiği gibi sahih akıl sahiplerinin görüş birliği ve ittifakıyla tikelleri de bilir. Allah, “gaybı ve şahadeti bilendir.’ “Allah onların koştuğu ortaklardan münezzehtir.’
Allah cdilediğini yapandır.’‘O yeryüzü âleminde ve göklerde var olanları irade etmiş. İrade edinceye kadar kudreti herhangi bir şeye ilişmediği gibi bir şeyi bilmeden o şeyi irade etmez.’Çünkü Allah’ın bilmediği bir şeyi dilemesi ya da yapmama gücüne sahip Muhtar Allah’ın dilemediği bir şeyi yapması aklen imkânsız olduğu gibi bu hakikatlerin nispetlerinin başka bir diride bulunması ya da niteliklerin kendileriyle nitelenenden başkasında bulunması imkânsızdır.
Varlıkta bulunan isyan-itaat, kazanç-hüsran, kök-hür, soğuk-sıcak, diri-ölü, gerçekleşme-kaybolma, gündüz-gece, itkidal-sapma, kara-derya, çift-tek, cevher-araz, iyilik-hastalık, sevinç-keder, ruh-beden, karanlık- aydınlık, yer-gök, bileşme-ayrışma, çok-az, dal-kök, beyaz-siyah, uyku- uykusuzluk, zâhir-bâtın, hareketli-durağan, kuru-yaş, kabuk-öz; kısaca birbiriyle çelişen ya da zıt veya benzer bütün bu bağıntılar, Allah tarafından irade edilmiştir.
Nasıl olur da kendisini yarattığı halde, bir şey Hakkın muradı olmasın? Nasıl olur da el-Muhtar (Seçen) dilemediği bir şeyi yaratır? 0nun emrini geri çevirecek kimse olmadığı gibi hükmünü engelleyecek kimse de yoktur.
.‘Allah mülkü dilediğine verir ve dilediğinden çeker alır. Dilediğini aziz eder, dilediğini zelil eder.’‘Allah dilediğini saptırır ve dilediğini hidayete erdirir.’ Allah ne dilerse o olur ve neyin olmasını dilemezse o olmaz.Bütün yaratıklar Allah’ın dikmediği bir şeyi dikmek üzere toplansaydı, onu dileyemez, yaratmak istemediği bir şeyi yapmak için toplan- savdı, onu yapamazlardı. Onlar, sadece Allah dilemelerini istediğinde onu dileyebilir. Aksi halde, onu yapamaz, ona güç yetıremez ve Allah onlara bu gücü vermezdi.
O halde küfür ve iman, itaat ve isyankârlık, Allah’ın meşiyeti, hikmeti ve iradesinden kaynaklanır. Allah ezelden beri daima bu iradeyle nitelenmiştir. ‘
Âlem (İlâhî) ilimde kendi hakikatinde sabit olsa bile yoktur, mevcut değildir. Sonra, Allah onu yaratmıştır. Allah’ın âlemi yaratmasında bir düşünce veya bilgisizlik veya bilginin olmayışından kaynaklanan bir düşünme (tedebbür) bulunup o düşünce ve inceleme bilmediğinin bilgisini Allah’a vermiş değildir. Allah böyle bir şeyden pek yüce ve münezzehtir. Allah ezelî bir ilme göre ve âlem hakkında hüküm sahibi münezzeh-ezeli bir iradenin belirlemesiyle âlemi zaman, mekân, olgular ve renklere sahip bir şey olarak var etmiştir. Binaenaleyh varlıkta Allah’tan başka gerçek anlamda irade sahibi yoktur. Nitekim Allah,Siz ‘Alllah dilerse dileyebilirsiniz’ diye buyurandır.
O Allah bilip (ilmine göre) sağlamca yarattığı, dileyip dileğine göre özelleştirdiği ve takdir edip var ettiği ulvî ve süfli âlemden hareket eden ve etmeyen her şeyi işitir, görür. Uzaklık onun duymasını engellemez; çünkü O, çok yakındır. Yakınlık görmesini engellemez. Aynı zamanda O, çok uzaktır. O netsin iç konuşmasını veya dokunuş anındaki gizli temas sesini duyar. Kapkaranlık içindeki siyahı veya suyu suda görür. Karışma veya karanlıklar veya ışık O’nu perdelemez. ‘O her şeyi duyan ve görendir.’
Önceki bir .suskunluktan veya mevhum bir sükûttan olmaksızın, Allah, tıpkı bilgisi, iradesi ve kudreti ve benzeri diğer niteliklerinde olduğu gibi, ezelî-kadîm bir kelâm ile konuşmuştum Allah Musa ile konuşmuş, konuşmasını Tenzil (Kur’an), Zebûr, Tevrat ve İncil diye isimlendirmiştir. Konuşmada harfler, sesler, nağmeler, diller yoktu. Çünkü Allah seslerin, harflerin ve dillerin yaratıcısıdır.’
Allah’ın konuşması dilsiz ve damaksız olduğu gibi işitmesi de kulaksız ve duyma kanalı olmaksızın, görmesi de göz bebeği ve kirpiksiz, irade etmesi kalp ve uzuvsuz, bilgisi de zorunluluk veya kanıtı inceleme olmaksızın vardır. Allah’ın hayatı, unsurların karışımından meydana gelen kalbin teneffüs etmesine bağlı değildir. O’nun zatı, artma ve eksiklik kabul etmez.
Münezzehtir, münezzeh! Uzaktan yakındır, otoritesi güçlüdür, ihsanı yaygın, lutfu boldur. O’nun dışındaki her şey cömertliğinden taşmıştır. O’nun ihsan ve adaleti kendisi için açar ve daraltır.
Âlemi örneksiz yaratıp var ettiğinde, onu en güzel ve mükemmel şekilde gerçekleştirdi. Mülkünde ortağı yoktur ve yönetiminde O’nunla beraber bir idareci yoktur.
‘Bir nimet verir de nimetlendirirse bu O’nun ihsanıdır. Şayet sıkıntı verir ve azap ederse bu da O’nun adaletidir.’ Allah başkasının mülkünde tasarruf etmemiştir ki, haksızlık ve zulüm yaptığı söylenebilsin. Başkası nedeniyle bir hüküm kendisine yönelmez ki, bu nedenle korkmak ve çekinmekle nitelensin. O’nun dışındaki her şey, kahrının otoritesi altındadır. Allah kendi irade ve emrine göre tasarruf eder.
Allah sorumluların nefislerine takva duygusunu ve taşkınlığı ilham edendir. O dilediklerinin günahlarını siler, dilediklerininkini dünyada ve diriliş günü cezalandırır.O’nun adaleti ihsanında hükümran olmadığı gibi, ihsanı da adaletinde hükümran değildir.
Allah âlemi iki kabza olarak ortaya çıkartmış, âlemdekiler için iki mertebe yaratmış ve şöyle buyurmuş: ‘Şunlar cennete, onlarla ilgilenmem ve şunlar cehenneme, onlarla da ilgilenmem.’ Burada hiç kime itiraz etmez,çünkü orda Hakk’ın dışında kimse yoktur.Dolayısıyla her şey Allah’ın isimlerinin tasarrufu altındadır. Binaenaleyh birisi azap isimlerinin, diğeri ise nimet isimlerinin altında bulunur.
Allah bütün âlemin mutlu olmasını dilemiş olsaydı, mutlu olur, bütün âlemin bedbaht olmasını dileseydi hiç birisi mutlu olamazdı. Fakat Allah öyle bir şey dikmemiştir. Dolayısıyla her şey O’nun istediği gibi olmuş, dünyada ve kıyamet gününde bir kısmı mutlu, bir kısmı bedbaht olmuştur. el-Kadîm’in verdiği hükmün değiştirilmesi imkânsızdır.
Allah elli vakit mesabesindeki beş vakit olan namaz hakkında şöyle buyurmuş: ‘Benim katımda söz değişmez ve ben kullarıma zulmedici değilim.‘ Çünkü ben kendi mülkümde tasarruf etmekteyim ve kendi irademi mülkümde uygulamaktayım.
Bunun nedeni, baş gözü ve iç gözün körleştiği, düşünce ve gönüllerin kavrayamadığı bir gerçektir. Söz konusu gerçek, Allah’ın ilgi gösterdiği ve bildirme mertebesinde takdir edildiği kullarına yönelik İlâhî bir vergi ve rahmanı bir cömertlik sayesinde bilinebilir. Böylece o kul, bildirildiğinde, Ulûhiyetin bu taksimi verdiğini ve onun el- Kadîm’in ince sırlarından birisi olduğunu öğrenir.
Kendisinden başka fail olmayan Allah münezzehtir. O’nun dışındaki hiçbir şeyin varlığının kaynağı kendisi değildir.‘Allah sizi ve yaptıklarınızı yaratmıştır.’ ‘O yaptığından sorumlu değildir, onlar ise sorumlu olacaktır’ ‘Kesin kanıt Allah’a aittir, şayet dileseydi, onların hepsine hidayet ederdi.’
ikinci Tanıklık
Allah’ı, meleklerini, bütün yaratıklarını ve sizleri Allah’ın birliği konusunda kendime tanık tuttuğum gibi, aynı şekilde Allah’ı, meleklerini, bütün yaratıklarını ve sizleri seçtiği, ayırdığı ve bütün yaratıkları içinden temyiz ettiği kişiye iman ettiğime de tanık tutuyorum. O Efendimiz Muhammed’dir (sav). Allah onu bütün insanlara ‘müjdeleyen, korkutucu’ ve ‘izniyle Allah’a çağıran ve aydınlatıcı bir kandil olarak’ göndermiştir.
Hz. Peygamber Rabbinden kentlisine indirilen şeyleri tebliğ etmiş verilmiş sorumluluğu yerine getirmiş, ümmetine nasihatler etmiş ve kendisine uyan herkesin bulunduğu Veda Haccı’nda vakfe yapmış, hutbe okumuş ve hatırlatmış, korkutmuş ve sakındırmış, müjdelemiş uyarmış, ödül vaat etmiş, tehditle korkutmuş, yağmış ve gürlemiştir. Bu hatırlatmayı bir kişiyi dışlayıp diğerine tahsis etmemiş, tebliğini Bir ve es-Samed’in izniyle yapmış, sonra şöyle buyurmuştur: ‘Dikkat ediniz, tebliğ ettim mi?’ Orada hazır bulunanlar Tebliğ ettin, Ey Allah’ın peygamberi!’ diye karşılık verince Hz. Peygamber ‘Allah’ım Tanık ol’ demiştir.
Ben, Hz. Peygamber’in getirdiği her şeye bildiklerim ve bilmediklerimle beraber iman ediyorum. Onun getirdiği hususlardan birisi, ölümün Allah katında belirlenmiş bir süreden sonra gerçekleşeceğidir. Ölüm geldiğinde artık ertelenmez. Ben de buna hiçbir kuşku ve tereddüt olmaksızın inanıyorum.
Kabirdeki iki sorgu meleğinin sorgusunun gerçek olduğuna inanıyor ve bunu kabul ediyorum. Kabir azabı ve bedenlerin kabirlerden diriltilmesi haktır. Allah’a (amel defterinin) sunulacağı haktır, havuz haktır, terazi haktır, defterlerin açılması haktır, sırat haktır, cennet haktır, cehennem haktır. ‘Bir grup cennete ve bir grup cehenneme’ ifadesi haktır. Bir grup hakkında o günün güçlükleri haktır, başka bir grup için ise ‘En büyük korku kendilerini üzmez’ denilmesi haktır.
Meleklerin, peygamberlerin, müminlerin şefaat etmesi ve Merhametlilerin Merhametlisinin şefaatten sonra dilediklerini ateşten çıkartması haktır. Müminlerden büyük günah işleyen bir grubun cehenneme gireceği ve ardından şefaat ve ihsan sayesinde oradan çıkacağı haktır. Müminlerin ve birleyenlerin cennetlerde ebedî nimette kalacakları haktır. Cehennemliklerin de ateşte ebedî kalacağı haktır.Peygamberlerin ve kitapların Allah katından getirdiği her şey -anlamı bilinse de bilinmese de- haktır.
İşte bu, kendi nefsim hakkındaki tanıklığımdır. Bu tanıklık, her nerede bulunursa bulunsun, kime ulaşırsa sorulduğunda yerine getirmesi gereken bir emanettir.
Allah bizleri ve size bu imanla fayda versin ve bu dünyadan ebedî hayat diyarına göçerken onun üzerinde kalmayı nasip etsin! Allah bizi orada ikram ve hoşnutluk diyarına yerleştirsin ve bizim ile ‘içecekleri katran’ olanların bulunduğu yer arasına perde koysun!
Allah bizleri kitaplarını sağ elle alan ve içeceği reyyan olan Havuz’a perilerden ve terazisi ağır gelen ve sırat köprüsünde ayakları kaymadan kimselerden eylesin. O nimet veren ve ihsan edendir. ‘Bizi buna ulaştıran Allah münezzehtir. Bize hidayet etmemiş olsaydı, biz ona ulaşamazdık. Kuşkusuz ki Rabbimizin elçileri doğruyu getirmiştir.’
———————-
Beden Şehri
Bilmelisin ki: Allah beden şehrinin düzenlenişinde insanı iki kısım yaratmış, kalbi de tıpkı iki şey arasındaki ayraç gibi, iki kısım arasındaki ayraç yapmıştır. Üst kısma-ki o baştır- bütün duyusal ve ruhsal güçleri yerleştirdi. Diğer yarımda ise sadece dokunma duyusunu yerleştirdi. Böylece insan, bütün bedenine yayılan bu özel güç yönünden duyumsayan ruhuyla serti, yumuşağı, sıcağı, soğuğu, yaşı, kuruyu algılar. Bedenin yönetimi ile ilgili doğal güçleri bakımından ise Allah insanın diğer yarısına çekim gücünü yerleştirdi. O güç vasıtasıyla hayvani nefs, karaciğer ve kalb gibi organların düzgün kalmasını sağlayacak şeyi kendine çeker.Allah ona tutma gücünüde yerleştirdi. Bu güç ile hayvani nefs, çekim gücünün organa çektiği şeyi tutup yararının bulunduğu şeyi alır.
Şöylede iddia edilebilir. Maksat yarar ise hastalık bedene nereden girdi?
Bilmelisin ki hastalık, bir organın hak ettiğinden fazlasının bedene girmesi yada hak ettiği şeyin eksikliğinden kaynaklanır. Çekim gücünde hak ediş ölçütü bulunmaz. Dolayısıyla bedenin gereksinim duyduğundan fazlasını yada eksiğini organa çektiğinde hastalık oluşur. Çünkü onun hakikati, çekmedir, ölçüm değildir. Çekim gücü organın yararının bulunduğu şeyleri doğru bir ölçüye göre alırsa bu durum kasıtla değil, tesadüfen olmuştur yada başka bir güçten kaynaklanır. Böyle olmasının sebebi, sonradan yaratılmışın kendi eksikliğini ve Allah’ın dilediği şeyi yaptığını öğrenmesini temindir.
Bedenin diğer yarısında ise itme gücü bulunur. Bu güçle beden terler. Çünkü doğa öel bir miktarı kendinden uzaklaştıramaz. Çünkü oda ölçüyü bilmez. O mizaca ilişen fazlalıktan başka bir durum nedeniyle hükme konu olur. Bütün bunlar üst ve alt bölümleriyle bedene yayılmıştır. Diğer güçlerin bulunduğu yer ise üst yarımdır. Söz konusu yarım değerli yarım, iki hayatın bulunduğu yarımdır. Bu iki yarım kan ve nefsin hayatıdır. Bu organlardan hangisi ölürse kendisinde bulunan güçlerde kaybolur. Onların varlığı hayatın bulunmasına bağlıdır. Organ ölmeyip kuvvetin mahalline bozukluk iliştiğinde o gücün hükmü bozulur geçersizleşir ve doğru bilgi vermez. Buna örnek olarak hastalığın iliştiği hayal mahallini verebiliriz. O halde hayal geçersiz olmaz. Sadece bilgi olarak gördüğü şeyde doğruyu kabul etmek geçersizleşir. Akıl ve bütün ruhsal güçlerde böyledir.
Duyusal güçlere gelince, onlarda mevcuttur. Fakat bulundukları organlardaki bu duyularla algıladıkları şeylerin arasına göze inen su yada başka perdeler girer. Güçlere gelince, onlar sürekli kendi yerlerinde perdeyi gözler ve onu görür.Bu, körün bulunduğu karanlıktır. Başka bir ifadeyle o, perde karanlığıdır. Dolayısıyla onun gördüğü şey, perdedir. Aynı şey bal ve şekeri acı olarak duyumsayan için söylenebilir. Tatma gücünün kendisinde bulunduğu organ için temas eden kısım, acı safradır. Bu nedenle acılığı algılamıştır. Böylece duyu acılık algıladım der. Hüküm veren yanıldığında şöyle der; Bu şeker acıdır. İsabet ederse acılığın nedenini bilir ve şeker hakkında acılık hükmü vermez ve algı gücünün neyi algıladığını bilir. Ayrıca tanık olan duyunun her halükarda isabet ettiğini, hüküm verenin ise bazen yanıldığını bazen ise isabet etiğini öğrenir.
———————-
Alemler Dörttür
1 – En yüce alem, O, Beka alemidir.
2 – Sonra dönüşme alemidir. – ki yok oluş alemidir.-
3 – Sonra imar etme alemi- ki o beka ve yok oluş alemidir.-
4 – Sonrada nispetler alemi .
Bu alemler iki yerde de sabittir. İnsanın dışındaki her şey olan büyük alemde ve insandan ibaret olan küçük alemde sabittir.
1 – En yüce alem dediğimiz beka alemi, Tümel- Hakikat-ı Muhammediyyedir. Onun feleği hayattır. İnsandaki benzeri, insanın ruhu, ve mukaddes ruhtur.
Bu alemden bir şey, kuşatıcı olan ihata eden arştır.
İnsanda onun benzeri olan bedendir.
Bu alemden bir şey, Kürsüdür.
İnsanda benzeri ise nefistir.
O alemden bir şey, Beyt-i Mamurdur.(İmar edilen şey)
İnsanda benzeri ise Kalp’tir.
O alemden bir şey meleklerdir.
İnsandan benzeri kendisindeki ruhlar ve güçlerdir.
Bunlardan birisi Zuhal ve feleğidir (Satürn gezegeni)
İnsandan benzeri ise bilgi gücü ve nefstir.
Bunlardan birisi de müşteri ve feleğidir. (Jübiter gezegeni)
İnsandaki benzeri ise Hatırlama gücü ve dimağın sonudur.
Bunlardan birisi Merih ve feleğidir.
İnsandaki benzeri akletme gücü ve başın üst kısmıdır.
Bunlardan birisi Güneş ve feleğidir.
İnsandaki benzeri Müfekkire(Düşünce gücü) ve dimağın(beyin) ortasıdır.
Bunlardan birisi Zühre ve onun feleğidir.(Venüs gezegeni.)
İnsandaki benzeri ise vehim gücü ve hayvani ruhtur.
Bunlardan birisi Utarit ve feleğidir. (Merkür gezegeni.)
İnsandaki benzeri ise Hayal gücü ve beynin önüdür.
Bunlardan birisi Ay ve feleğidir.
İnsandaki benzeri ise duyu kuvveti, duyu organlarıdır.
İşte bunlar en yüce alemin tabakaları ve insandaki benzerleridir.
2 – Dönüşme alemine gelince; Birbirlerine bitişik iç içe geçmiş şekildedir. Ruhunun özelliği sıcaklık ve kuruluktur.
İnsandaki benzeri ise madde olarak safra, ruhsal olarak hazmetme gücüdür.
Dönüşme aleminden birisi hava feleği, ve onun ruhunun özelliği sıcaklık ve yaşlıktır.
İnsandaki benzeri ise madde olarak kan, ruhsal olarak çekme gücüdür.
Dönüşme aleminden birisi de ”su” dur. Ruhunun feleği soğukluk ve yaşlıktır.
İnsandaki benzeri ise madde olarak balgam, ruhsal olarak ise itme gücüdür.
Dönüşme aleminden birisi de” topraktır.” Ruhu soğukluk ve kuruluktur.
İnsandaki benzeri ise madde olarak karaciğer, ruhsal özelliği ise tutma gücüdür.
Dönüşme aleminden birisi yeryüzüdür. Yedi tabakadan oluşmuştur.
İnsandaki benzeri ise bedeni ve bedenindeki deri, yağ, et, sinirler, damarlar, adale ve kemiklerdir.
3 – Üçüncü alem olan imar etme alemi.
Bu alemde bulunanlardan birisi ruhanilerdir.
İnsandaki benzeri ise içindeki güçlerdir.
Bu alemde bulunanlardan birisi canlılar alemidir.
İnsandaki benzeri duyumsanan şeydir.
Bu alemdekilerden birisi bitkilerdir.
İnsandaki benzeri ise onda büyüyen gelişen şeylerdir.
Bu alemdekilerden birisi cansızlar alemidir.
İnsandaki benzeri ise duyumsamayan kısımlarıdır.
4 – Nispetler (Bağıntılar) alemi.
Bu alemde bulunanlardan birisi “araz” dır.(İşaret, alamet)
Benzeri ise siyah, beyaz, gibi renkler, olgulardır.
Bu alemde bulunanlardan birisi “nitelik” tir.
Benzeri ise hastalıklı ve sağlıklı hallerdir.
Bu alemden birisi “nicelik” tir.
Benzeri ise ölçülü, rakamsal ölçülebilen hallerdir.
Bu alemden birisi “neredelik” tir.
Benzeri ise her birimin işaret edilebilen bir mekanının olmasıdır.
Bu alemden birisi “zaman” dır.
Benzeri ise bir şeyin meydana geldiği süreçtir.
Bu alemden birisi “görelilik” tir.
Benzeri ise Her birimin kimliğinin ayrılabilmesi, tanınabilmesidir.
Bu alemden birisi “konum” dur.
Benzeri ise birimin kendisini fark ettirdiği kişisel ve çevresel özellikleridir.
Bu alemden birisi ”fiil” dir.
Benzeri ise bir eylemi gerçekleştirmektir.
Bu alemden birisi edilgenliktir.
Benzeri ise doyuma ulaşmak tatmin olmaktır.
Bu alemdekilerden birisi suretlerdeki farklılıklardır.
Benzeri ise övülen ve yerilen davranış suretlerini kabul eden insanlık gücüdür. Örnek vermek gerekirse; Falanca zekidir, başka bir ifadeyle fildir. Falanca ahmaktır, yani eşektir. Falanca cesurdur, yani aslandır. Falanca ödlektir yani cırcır böceğidir denilebilir.
——————–
Hz. Musa asasını atıp ‘koşan bir yılan’ olduğunda, önce içinden doğal akışa göre (insan yılandan korkar) korkmuştu. Hâlbuki asanın koşan bir yılan haline gelmesinin Allah katından bir mucize olduğuna tam olarak inanması için, sihirbazlar toplanmazdan önce bu durumu ve kendisine zarar vermeyeceğini öğrensin diye Allah bu mucizeyi ona göstermişti. Sihirbazların attığı asa ve iplerin orada bulunanların gözlerinde yılana dönüştüklerindeki ikinci korku ise ümmeti adına duyduğu korkuydu. Çünkü Hz. Musa ümmetinin gerçeği karıştırıp yanılsama ile gerçeği, ya da Allah katından olan ile olmayanı ayırt edemez hale gelmesinden korkmuştu. Böylelikle iki korkunun bağlamı değişir: Çünkü Hz. Musa Rabbinden açık bir kanıta sahipti ve daha önce kendisine gösterilen mucize nedeniyle metanetliydi.
Birinci kez asasını attığında kendisine cOnu al, korkma, onu eski haline döndüreceğiz’denilmişti. Başka bir ifâdeyle, daha önce kendisini gördüğün gibi asaya dönüşecektir. Allah, asayı yılanın ara âlemdeki ruhaniliğinde gizlemiş, yılan (haline gelen asası) orada bulunanların yılan zannettiği sihirbazların ‘yılanlarını’ yalayıp yutmuştur. Bu sayede, sihirbazların yılan ve asalarının insanların gördüğü bir dış varlığı kalmamıştır. İşte bu, ip ve asa suretlerinde, sihirbazların kanıtlarına karşı Musa’nın kanıtının üstünlüğüydü.
Sihirbazlar ve insanlar, sihirbazların ip ve asa olarak yere attığı ip ve asalarını görmüş, Musa’nın yılana dönüşen asası ise onları yalayıp yutmuştu. Yoksa ip ve asalar yok olmamıştı. Çünkü onlar yok olsaydı, insanlar Musa’nın asası hakkında da gerçeği karıştırır, hiç kuşkusuz, kalplerine kuşku girerdi. İnsanlar ipleri ip olarak gördüğünde, onun ruhsal hilekârlık gücünün desteklediği doğal bir hile olduğunu anlamıştır. Hz. Musa’nın asası ise ip ve asadan meydana gelen yılan suretlerini yuttu. Nitekim hasmın sözü doğru olmadığında, delil olma özelliğini kaybeder. Yoksa onun getirdiği şey yok olmaz. Bilakis duyanlarda akledilmiş ve duyulmuş olarak kalır. Sadece o sözün dinleyenlerde kanıt olması ortadan kalkar. Sihirbazlar Musa’nın getirdiği şeyin (tanıdığı) delâlet gücünü ve onun kendi yaptıkları sihrin dışındaki bir şey olduğunu anlayıp getirdiği şeyin kendi getirdiklerine (sihir) üstünlüğünü kavramış, (fakat) Musa’nın korktuğunu da görmüşlerdir. Böylelikle, Musa’nın yaptığı işin Allah katından olduğunu anlamışlardır. Şayet kendiliğinden kaynaklansaydı, gerçekleşen olayı bildiği için Musa korkmayacaktı.
O halde sihirbazlar nezdinde Musa’nın mucizesinin belirtisi), korkması, insanların nezdindeki mucizesi ise asasının (sihirbazların asalarını) yutmasıydı.
Rivayete göre Musa’nın karşısındaki sihirbazlar, seksen bin kişiydi. Onlar, bu mekânda en büyük mucizenin insanların gözlerinin önünde bu suretlerin yutulması ve onların gözlerinde sadece Musa’nın asasının suretinin kalması olduğunu anlamışlardı. Halleri ise bir idi. Böylelikle sihirbazlar, kendilerini çağırdığı konuda Musa’nın doğru söylediğini ve Musa’nın getirdiği bu şeyin sihirdeki yöntemler ve bilinen hilelerin dışında olduğunu anladılar. Şu halde Musa’nın getirdiği şey, Allah katından gelen bir işti ve Musa’nın onda bir katkısı yoku. Böylelikle gerçeği görerek Musa’nın peygamberliğini tasdik edip Firavun’un vereceği azabı Allah ın azabına, ahıreti dünyaya tercih ettiler. Sihirbazlık bilgilerin- den, ‘Allah’ın her şeye güç yetiren’, ‘her şeyi bilgi olarak kuşatan’ olduğunu, hakikatlerin değişmeyeceğini, Musa’nın asasının yılan suretinde insanların gözlerinden olduğu gibi kendisini atanın gözünden de gizlendiğini anlamışlardır. Nitekim Musa’nın korkması buna tanıktır, işte bilginin faydası budur.
İbn Arabi,Futuhat-ı Mekkiyye,cild:1
————————
Rızık
“Allah ‘İşin bütünü O’na döner’buyurdu. Öyleyse illet tevhidinin de O’na ait olması gerekir. Bu ise, kulun bu tevhide göre bir sebeple ibadet etmesidir. Bir sebeple ibadet etmek, kulun asılda sebebe muhtaç olmasından kaynaklanır. Böyle yapmakla kul, kendi hakikatinin dışına çıkmamış olur. İbadet sebebi ise varlığının bekasının kendisine bağlı olduğu rızkıdır. Hâlbuki perdeli insan, rızkının sebeplerde bulunduğunu zanneder ve bu zan, sebeplerde rızkın bulunması anlamında doğru bir tahayyüldür. Fakat rızık, sebeplerde özü gereği değil, yaratılma yoluyla bulunur. Onları rızık olarak yaratan, ‘Gökten sizi rızıklandıran’ Allah’tır.
Gökten rızıklandırmak, ruhların rızıklarını indirmesidir. ‘Ve yerden.’ Yerden ise bedenlerin rızıklarını çıkartır. Allah bu rızkı dinde tutan er-Rezzâk’tır. Allah, kullarının bir kısmının gözlerine perde çekmiştir. Onlar, er-Rezzâk diye isimlendirileni değil, rızık denilen şeyi anlamış ve bu sözü söylemişlerdir. Bunun üzerine onlara şöyle denildi: Bazik, sizin rızık sandığınız değildir. Rızık o sebepte yaratılan şeydir ve sizi yaratan onu yaratmıştır. Allah nasıl ki sizi yaram, aynı şekilde sizi rızıklandırdı. Artık O’na ait ve O’ndan olan bir şeyle kendisini bir tutmayın! Siz ve bel bağladığınız şeyler, eşittir. Kendiniz gibi olanlara bel bağlamayın, yoksa çokluğa itimat etmiş olursunuz.
Çokluğa itimat, itimat konusunun gerçekleşmemesine yol açar, çünkü onlardan her biri, ‘benden başkası onu yapar.’ diyerek (işi başkasına havale eder). Sonuçta herhangi biri onu var etmez. Doğru hal, insanı (sebeplerden) ve O’nun dışındaki her şeyden yüz çevirmeye ve -Bir hakkındaki doğru bilgisine göre- Bir’e yönelmeye çağırır. Bir de onun rızkını verir. Bu durum, bir grup için perdenin ardından başka bir grup hakkında müşahede ve keşfe göre maksadın gerçekleşmesini sağlar. Onlar, Allah’ın ehli ve seçkinleridir.
———————-
Kısa Notlar
Ruhları görmüyor musun? Onların hayatları kendilerinden kaynaklandığı için, ölmeleri kesinlikle mümkün değildir. Cisimlerde canlılık dolaylı olduğu için onlar ölümlüdür ve yok olmaları söz konusudur. Çünkü cismin görünen canlılığı, ruhun canlılığının bir eseridir. Bu durum, yeryüzüne yansıyan güneş ışığının güneşten olmasına benzer. Güneş battığında, ışığı da kendisini takip eder ve yeryüzün karanlık kalır. Ruh da bedenden ayrılıp geldiği aleme gittiğinde, ruhtan canlı bedene yayılmış hayat kendisini takip eder ve beden görünüşte cansız olarak kalır. Böylece falanca ölmüştür denilir. Hakikat ise aslına dönmüştür der.
Sizi ondan halk ettik! Tekrar sizi oraya iade edeceğiz! Sizi ondan bir kez daha çıkaracağız (bâ’s). (Ta-ha:55)
———————-
Bilgi, kalbin herhangi bir şeyi ya da durumu o şeyin kendiliğinde bulunduğu hale göre elde etmesidir. Söz konusu şey, yok da olabilir mevcutta olabilir. Buna göre bilgi, kalbin bir şeyi elde etmesini zorunlu kılan bir niteliktir.Bilen kalp,bilinen ise elde edilen o şeydir.
———————-
Keşif ve bilgi bakımından şundan kuşku duymuyorum : Bilgi ve mertebede derece derece olmalarına rağmen melekler bütün yeryüzünü imar etseler bile , en üst mertebede bulunup bilgi ve marifetleri en çok olanları, Mescid-i Haram’ı imar eden meleklerdir. (Yine kuşku duymuyorum ki ) Seninle oturan kim ise vecdin ona göre gerçekleşir. Çünki insanların himmetleri kendileriyle oturanın kalbine etki eder. İnsanların himmetleri ise mertebeleri ölçüsündedir. Üstünlük himmetler bakımındansa kuşkusuz bu evi ( Kabe’yi ) velilerin dışında yüz yirmi dört bin (124,000) peygamber tavaf etmiştir. Binaaleyh her peygamber ve velinin bu eve ilişmiş bir himmeti vardır.
Bu şehir,haram şehridir:Çünkü o Allah’ın diğer evlere karşı seçtiği evdir ve bütün mabetlere karşı öncelik sırrına sahibidir.Nitekim Allah şöyle buyurur;’İnsanlar için yapılmış ilk ev mübarek Mekke’de yapılmış olandır.Oalemlere hidayettir ve onda apaçık ayetler ve İbrahim’in makamı vardır.Oraya giren kişi (korkulan her şeyden)emindir.’Bu gibi başka ayetler zikredilebilir.
———————-
Nitekim ruh yeniden diriliş ve toplanma gününe kadar kendi aslına döner. Orada ruhtan cisme aşk yoluyla bir tecelli gerçekleşir. Bu sayede cismin parçaları kaynaşır, uzuvlarını bir aradalığa doğru hareketlendiren oldukça latif bir hayat ile uzuvları birleşir. Beden bunu ruhun kendisine yönelmesinden kazanmıştı. Bünye tamamlanıp topraktan olan yaratılış gerçekleştiğinde ise ruh kendisine ‘kuşatıcı suretlerde’ İsrafil bağı vasıtasıyla tecelli eder. Böylece canlılık, uzuvlarına sirayet eder ve ilk defasında olduğu gibi düzgün bir şahıs olarak ayağa kalkar. Allah şöyle buyurur:‘Ona bir kez daha üfler, bir anda ayağa kalkar, yeryüzü Rabbinin nuru ile aydınlanır.’ ‘Sizi yarattığımız gibi tekrar döneceksiniz ”‘De ki: Onları ilk olarak yaratan yaratacaktır.’ ‘0 ya bedbahttır, ya mutlu.’
———————-
(Besmele ve Fatiha’nın Girişi)
Daha önce belirttiğimiz gibi, ilâhı isimler âlemin varlık sebebi ve âlemde egemen ve etkin şeyler oldukları için, Bismillâhirrahmanirrahım (besmele, Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla) bize göre gizli bir mübtedanın (başlangıçtaki isim) haberi olmuştur.Söz konusu başlama, âlemin varlığının başlaması ve ortaya çıkmasından ibarettir. Buna göre Allah Teâlâ âdeta şöyle demek istemiştir: Alemin ortaya çıkışı, Bismillahirrahmanirrahîm’dir. Başka bir ifadeyle, Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla âlem ortaya çıkmıştır.
Besmele, üç ilâhı isme tahsis edilmiştir, çünkü hakikatler bunu gerektirmiştir. Allah ismi bütün isimleri toplayan isimdir. er-Rahman, genel bir niteliktir. Binaenaleyh Allah, dünya ve ahiretin Rahmanadır. Bu genel rahmet ile Allah âlemdeki her şeye dünyada rahmet eder.
———————-
el-Mevâkıf kitabının yazarı (Nifferî) şöyle demiş: ‘Bilginin bir tesiri yoktur.’ Başka bir sözünde ise şöyle demiştir: Helakinin kaynağı sensin.
‘Nimet verdiklerinin yolu’ istisnaî bir kıraatte, kutsî ruha işaret ederek, ‘Sırâte men ename aleyh (nimet verdiğinin yoluna)’ diye okunmuştur. Her ikisinin yorumu, Allah’ın nimet verdiği peygamber ve velilerin yolu demektir. ‘Gazap edilenler’ onlara benzemediği gibi ‘sapkınlar da’ onlar gibi değildir.
Allah şöyle der: ‘Bunlar kulum içindir ve kuluma istediği verilecek.’Bu vaat gereği, Hak nefse karşılık vermiş ve eğriliğini doğrultmuş, gideceği yolu açıkça belirtmiştir. Duasını bitirdikten sonra âmin (kabul et) diyerek kulun yaygısını kaldırmıştır. Böylelikle emân ile karşılık gerçekleşmiştir. Bu meleklerin ‘âmin’ demeleridir. Ruhun ‘âmin demesi de asker gibi hatta daha istekli olarak nefse uymuştur. Çünkü irade bir olmuş ve nefs için konuşma (nutk) meydana gelmiştir. Bu nedenle ruh onu nefs-i natıka diye isimlendirmiştir. O Ruhhın Arşıdır. Akıl ise istivanın suretidir.Anla! Aksi halde teslim ol ve selâmete er! ‘Allah doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır
———————-
(Alemin Varlık Gayesi)
‘Alem niçin var olmuştur ve gayesi nedir?’ sorumuza gelince, buna yanıt olarak Allah şöyle buyurur: ‘ Be insanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım.’Böylelikle Allah, bizi yaratma sebebini açıklamıştır. Bu sebep, aynı zamanda bütün âlemin var olmasının nedenidir. BuradaAllah,bizi ve cinleri özel olarak zikretmiştir ki cin, gizli olan melek ve benzeri her şey anlamına gelir. Allah gökler ve yerler hakkında şöyle buyurur: ‘İsteyerek veya zorla geliniz. Onlar isteyerek geldik demişlerdir.’Başka bir ayette ise ‘Onlar emaneti taşımaktan çekindiler’ buyurur. Burada söz konusu olan, emanetin sunulmasıdır. Bu bir sunum değil de, emirolsaydı, hepsi itaat eder ve onu taşırdı. Çünkü söz konusu varlıklardan günahın meydana gelmesi düşünülemez ve onlar itaat etmek üzere yaratılmıştır. Ateşten yaratılmış cinler ve insan ise bu özellikte var olmuştur.
———————-