Önce Dil Vardı Sonra da…

ihsan-fazlioglu-300x169 Önce Dil Vardı Sonra da...

Dil hem düşünür hem söyler

Birçok dilde dil kelimesi hem ‘tat alma veya konuşma organı’ hem de yine adına dil denen ‘bildirişme/iletişim dizgesi’ için kullanılır. Sözgelimi, Latince lingua, Fransızca langue, İngilizce tongue, Almanca zunge, Rusça yazık, Arapça lisan, Farsça zebân ve Türkçe dil gibi. Öte yandan Eskiçağ Ege Medeniyeti düşünürlerinden Herakleitos’un Evrende içkin ve ona düzenini veren büyük-LOGOS (akıl, yasa,…) ile insandaki yansıması küçük-logos arasında kurduğu paralellik düşünen bir canlı olarak insanın dili ile düşünmesi arasında bağ kurulmasına neden olmuştur. Nitekim bugün Türkçede kullanılan nutuk, mantık gibi sözcüklerin kökenleri hem düşünmeyi hem de konuşmayı (dili) berabarece içermektedir. Platon’dan başlayıp Aristoteles’le gelişen ve Farabî’de son halini alan iç-konuşma (düşünme) ile dış-konuşma (dil) arasındaki ilişkiler insana has bir özellik olarak dilin düşünceyi, düşüncenin de dili içerecek şekilde ele alındığını ve işlendiğini gösterir.

Tanrı Thoth Konuşunca

Eski Mısır mitolojisine göre Tanrı Thoth konuştu, söz cisimleşti ve varlık meydana geldi. Ahd-i Atik Tevrat’a göre ise “Önce söz vardı”. Kur’an-i Kerim ise “Rabbin ol der ve olur” diye buyurur. Hemen hemen tüm kutsal metinlerde söze, dile özel bir vurgu vardır hiç şüphesiz. Bunun nedeni bir yandan insan ile temasın dille sağlanması, öte yandan dilin, sözün gücü… Dilin gücünü insanlar da farketmiştir: Hitabet tarih boyunca halkları yönlendiren bir güç olarak görülmüştür siyasal liderler ve savaşçı komutanlar için. Masallarda ‘açıl susam açıl’ tümcesinin kapıyı açması sözün fizik nesneler üzerindeki gücüne bir işarettir; aynı durum sözel şifrelerin varlıkta bulunduğuna, keşfedildikleri takdirde insanın eşyalar üzerindeki egemenliğini pekiştireceğine dair bir inanca da göndermede bulunur. Günümüzde yalnızca psikolojik olarak yorumlansa da kadim kültürlerde hastaların ‘okunması’, söylenilen, okunan tümçelerin sözel gücünün fizik bir duruma etki edeceği ve onu dönüştüreceği kabulünü içerir. Benzer biçimde hem iyi hem de kötü büyünün diğer öğeler yanında uygun zaman ve yerde söylenilen dilsel yapılarla da sıkı bir ilişkisi vardır hiç şüphesiz. Tüm bu denilenler dilin tarihte yalnızca bir bildirişim/iletişim aracı olarak algılanmadığını yeterince gösteriyor. Çünkü dil herşeyden önce bir varlık sorunu olarak da düşünülmüş; ve bu çerçevede ele alınmış düşünce tarihi boyunca… Öyleyse dil ile varlık arasında ne gibi bir ilişki vardır? Bu soru ister istemez dilin kökeni, kaynağı nedir sorusuna götürür insanı.

Dilin Kökeni

Bugün ortalama bir üniversite eğitimi almış bir bireye dilin kökeni sorulsa yaklaşık şöyle bir yanıt verecektir: Dil toplumsal bir yapıdır, toplumsal bir kazanımdır. Çünkü dil o dili konuşaların önünde hazırdır, verilidir, kısaca hazır bulunur. Dilin bütünü birşey bildirmez, söylemez, iletmez; yalnızca o dili konuşanın konuşma eylemine aracılık eder. Kişi düşüncelerini dilin imkanlarıyla oluşturur ve yine o dilin imkanlarıyla başkalarına aktarır. Kısaca dil insanın düşüncelerini başkalarına aktaran bir aracıdır, bir araçtır. Sorun bu kadar basit mi? Elbette değil. Öyleyse soru şekilde sorulabilir: Dil doğal mıdır yoksa uylaşımsal mı? Bu soruya verilecek yanıt, aynı zamanda dil ile nesneler arasındaki ilişkinin (bağın) de doğal mı uylaşımsal mı olduğunu belirleyecektir. Doğal ise ne olur; uylaşımsal ise ne olur? Herakleitos ‘Logos’un ortaklığına dayandırdığı yanıtında dilin doğal (physis) bir kaynağı olduğunu kabul eder ve varlığı incelemeyi dili incelemekle eşdeğer kılar. Ona göre adların kökenleri (etymos: doğru, gerçek) nesnelerin özü hakkında doğru, gerçek bilgi verir. Nitekim kelimelerin kök bilgisi demek olan etimoloji araştırmaları bu kabule kadar geri gider. Öte yandan XX. yüzyılın önemli filozofu M. Heidegger’in Varlıkla kelimelerin kökenleri üzerinden temas kurmaya çalışması böyle bir kabulle son derece yakından ilgilidir. Tanrı Thoth efsanesi ile Herakleitos’un bu felsefî yorumu biraraya getirildiğinde “doğanın sırları kelimeler ile bu kelimelerin şekillerindedir” biçiminde bir sonuca ulaşılır. Böyle bir yaklaşım zamanla sözün (ses) doğası ile yazının ve harflerin doğası hakkında ebced, cifr gibi gizli ve sırlı bilimlerin doğmasına yol açar; dinî mistisizmle birleşerek Yahudî geleneğindeki Kabbalacılık ile İslam dünyasındaki Hurufîlik gibi akımları doğurur. Kısaca doğanın bir dili vardır ve bu dil insan tarafından çözülürse doğanın bilgisi de elde edilir. Bir kısım bilim tarihçisine göre, modern dönemde matematikle dile getirilen fizik bilimi ile başta kimya olmak üzere diğer pek çok bilimdeki sembolik yapının (ya da dilin), düşünce tarihindeki bu kabulün pozitif yöndeki gelişimiyle ilgisi vardır. Eskiçağ Ege Medeniyeti’nin diğer önemli bir düşünürü olan Demokritos ise dilin doğal olmadığını, tersine insanlar arasındaki toplumsal uylaşımdan (nomos) kaynaklandığını söyler; nesne ile kelime arasındaki bağın ise insanların arasındaki anlaşmadan doğduğunu belirtir. İnsan sahip olduğu dil-yetisiyle nesnelere isim takar, ad koyar. Her iki görüşü karşılaştırarak dil felsefesi hakkında Kratylos adlı ilk felsefi metni yazan Platon her iki görüşün zayıf ve güçlü noktalarını serimler. Daha sonra Demokritos’un fikirlerini geliştiren Romalı düşünür Lucreitius ise, dilin kökenini konuşan canlı diye tanımlanan insanların sahip olduğu ‘duygu’ ve ‘fayda’ kavramlarına dayandırır. Benzer tartışmaların aynı dönemlerde Hint kültüründe de yapıldığı gözlenmektedir. M.Ö. V. yüzyılda yaşayan Hintli dil bilgini Yaska, Nirukta adlı eserinde dil ile nesneler arasında doğal bir bağın olmadığını, dilin insan üretimi olduğunu, ancak bu üretimin kendi içerisinde, dilbilgisi kurallarının da gösterdiği gibi, bir tutarlılığının bulunduğunu vurgular. Hiç şüphesiz tartışma ne burada aktarılanlarla sınırlı ne de bu filozoflarla. Felsefe-bilim tarihi boyunca ayrıntılarda son derece zengin, o derece de zevkli, bazen garip şekillerde seyreden derin tartışmalar sözkonusu. Bugün için benimsenen, Aristoteles’in Yunan felsefesinde, Gazalî’nin İslam medeniyetinde, Taşköprülü-zade’nin Osmanlı-Türk dünyasında, Wittgenstein’in yeni dönemde dillendirdiği şu görüştür: Dil ile onunla bağlantılı olan mantık gerçekliğin kendisi değil yalnızca tasviridir.

İnceleyin:  Sistem körlüğü

Diller Çok mu Tek mi?

Dil ister doğal ister uzlaşımsal olsun başlangıçta tek bir dil mi vardı da sonra çoğaldı; tek idiyse niçin çoğaldı; tek olan dil bugün yaşayan dillerden birisi midir; değilse ilk ve tek dilden bugünkü dillere kalan öğeler var mıdır gibi pek çok soru tarih boyunca ve hatta bugün bile düşünürleri, bilim adamlarını meşgul etmektedir. Nitekim Yunanlılar, diğer pek çok kültür üretmiş yerleşik medeniyet gibi, kendi dışındakilere, dolayısıyla kendi dilleri dışındakilere barbar (anlaşılmaz kuş sesleri gibi sesler çıkartan yaratıklar) gözüyle bakarlardı. Bu tavır dil ile kendini özdeşleştirmenin başka bir boyutunu oluşturur kuşkusuz. Bundan dolayı dilin kökeniyle (glogotoni) ilgili tartışmalar zamanla hem ilk diI hem üstün dil gibi kavramsallaştırmalara neden oldu. Bir de o dilde yazılı kutsal metin var ise bu durum hem o dili hem de o dili konuşanları kutsal kılıyordu. Yahudiler için İbranice, Kilise babaları için Latince; Brahmanlar için Sanskiritçe kutsal dildi (lingua sacra). Batı Avrupa ve Britanya’da milliyetçilik duygularının artmasıyla Felemenk, Alman, İngiliz gibi hemen hemen her ulus kendi dilini öncelemeye başladı. Osmanlı-Türk tarihinde Feraizci-zade Mehmed Şakir Efendi, 1890 tarihinde yazdığı Perenseng adlı eserinde ilk insan Hz. Adem’in konuştuğu dilin Türkçe olduğunu ileri sürdü; ancak Avrupa’daki gibi yalnızca tez ileri sürmekle kalmadı, aynı zamanda bu dilin muhtemel gramerini yazdı. Siyasal işlevi bir yana Cumhuriyet döneminde Güneş-dil teorisini savunun aydınlar Tanzimat ve Meşruiyet döneminde Osmanlı-Türk münevverlerinin benzer görüşlerine dayanarak ilk dilin Türkçe olduğunu temellendirmeye çalıştılar. M. Foucault’un gösterdiği gibi ilk dil araştırmaları dinî çerçeveyle birleşince, ilk insan Hz. Adem’in konuştuğu dil nedir sorusunda yoğunlaştı ve karşılaştırmalı dil bilim araştırmalarının ortaya çıktığı XX. yüzyıl başlarına kadar devam etti. Başlangıçta Adem’in tek bir dil konuştuğu, Babil kulesi nedeniyle tek dilin bozulduğu şeklindeki Ahd-i Atik Tevrat’taki ifadelerle karışan bu araştırmalar İslam Medeniyeti’nde “Tanrı’nın Âdem’e tüm adları öğrettiği” şeklindeki âyetle birleşince daha da felsefî bir yön kazandı. Umberto Eco’nun belirlediği gibi uzun yıllar Batı Avrupa’da ilk dilin İbranice olduğu iddası üzerinde duruldu. İslam medeniyetinde ise Arapça’yı ilk dil kabul eden düşünürlere karşı Fars ve Türk kökenli isimler direndiler. Sonuçta Gazalî bu konuda da sağ duyuya uygun bir biçimde hem insana dilin değil dil yeteneğinin verili olduğunu hem de dillerin insan üretimi ve tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkan yapılar olduğunu belirtti. “Bir Lingua sacra var mıdır” sorusu yani önce bir dil vardı; daha sonra diğer diller bu ana-dilden türedi biçimindeki tek-köken tezi zamanla ortak-köken araştırmasına dönüştü. Hind-Avrupa, Ural-Altay gibi dil sınıflandırmalarını esas alan bu anlayış XVIII. yılın sonlarında şekillenmeye başladı; XIX. yüzyılda gelişti. Bu gelişmelere paralel olarak 1866’da Paris’teki La Société de Linguistuque hem evresensel dil (esperanto) hem de dilin kökeni gibi konulardaki bildirileri -bilimsel olmadığından- kabul etmeme kararı aldı. XX. yüzyılın ikinci yarısında Vitaliy Şevorşkin’le (1989) beraber köken-dil konusu tekrar gündeme gelmiştir. Evrim kuramıyla birleşen bu teori ilk insanın çıktığı kabul edilen Afrika kıtasında ilk dilin de ortaya çıktığı tezini işlemektedir. Biyokimyacı yöntemleri kullanan bu anlayışta, bir biyokimyacı moleküler öğeler üzerinde nasıl çalışıp ilkel hücreleri araştırırsa dilci de bilinen dillerin içerisinden dilbilgisel, sözdizimsel, sözlüksel ve fonetik denklikler arayarak köken-dile ulaşmaya çalışır. Cavalli-Sforza’nın yürüttüğü genetik araştırmalarda (1988, 1991) da biyolojik tek-köken ile dilsel tek-köken sorunları birbirini tamamlayacak şekilde paralel gitmektedir.

İnceleyin:  Nizam-i Âlem "İnsan" demektir

Çok-Dilden Tek-Dile Nasıl Gidilir?

Tüm diller tek bir dilden mi türemiştir? Başka bir deyişle bir Lingua sacra belki de yoktur. Öyleyse Babil kulesinde konuşulan binlerce dili tek bir dile indirmek mümkün müdür? Bu indirgeme insanlar arasında farklı dillerden dolayı ortaya çıkan siyasal, hatta düşünsel ayırımları da ortadan kaldırabilir. Bu gerekçelerle düşünürler bir yandan pratik kaygılarla Esperanto tarzı tüm insanların konuşabileceği bir dil icad etmeye yöneldiler; öte yandan dinî ve felsefî kaygılarla bir ‘tümel dil’ kurmaya çalıştılar. Tüm insanları ortak-dilde buluşturma çabaları ünlü şair Dante’yi bile uğraştırdı. Ancak bu konuda kendisinden sonraki tüm çalışmalara etki eden Roman Lull’un Ars Magna adını verdiği evrensel dil arayışı dikkate değer bir çabadır. Kendisinden sonra, içerdiği mistik öğelerle, G. Postel’i yönlendirmiş; bilim adamlarının evrensel bir bilim dili araştırmalarına etki etmiştir. Descartes ve Mersenne başta olmak üzere XVII. yüzyıl filozofları bu anlayışa sahibtiler. Mısır hiyeroglif ile Çin ideomatik yazılarının yapısını da dikkate alan, kendi döneminde gelişen matematiğin doğa bilimlerini ifade etmedeki gücünü iyi bilen ünlü matematikçi-filozof Leibniz ‘evrensel (=tümel) dil’ arayışında oldukça ileri gitti. Başta rakamlara dayalı geliştirdiği Lingua Generalis (1678) onu hesap makinesi gibi pek çok icad yapmaya kadar götürdü. Böyle bir dilin farklı algoritmalar üzerinde kurulabileceğini düşünen Leibniz değişik tabanlı sayı sistemlerinin de kurucusudur. Onun dilin algoritması üzerindeki düşünceleri bugünkü bilgisayar mantığının da zemininde yer alır. İslam ve Osmanlı-Türk dünyasında tüm insanların tek-dil konuşması ve tek-abece(alfabe) kullanması konusu üzerinde durulduğu görülür. Ancak bu konuda en önemli girişim XVI. yüzyılda İstanbul’da ortaya çıkar. Bu yüzyıl, farklı dilleri konuşan insanları yönettiklerinin bilincinde olan Osmanlı bilginleri katında ‘dil’ sorunun değişik yönleriyle ele alındığı bir dönemdir. Bu bilginler arasında Muhyî-i Gülşenî (öl. 1528-1605) özel bir yer edinmektedir; çünkü yalnızca teorik düşünceler ileri sürmekle kalmamış, Baleybelen adını verdiği bir dil de icad etmiştir. Muhyî-i Gülşenî bu dilin hem dilbilgisini hem de sözlüğünü hazırlamıştır. Günümüz de bile ‘çok-dil’ bir sorun olmaya devam etmektedir. Küreselleşmeye paralel biçimde, özellikle Amerikalı bazı düşünürlerin dile getirdiği, tek dil (İngilizce) çözümüne, fiili durum öyle olsa da, pek şans tanınmamaktadır.

Son Deyişler

1. Varlık’ın hem dış-dünyada hem de zihindeki tasavvurunun zamana, ırka ve dile göre değişmediği ancak dil ve yazının uylaşım yoluyla olduğu; dolayısıyla değiştiği açıktır.

2. Dil, Ortega y Gasset’in deyişiyle, yaşanan hayatın bir ürünüdür. Varlık’ta herşey herşeyle ilgili olduğundan dil de herşeyle ilgilidir; herşey de dille ilgilidir. Çünkü ‘şey’ kendisini çepeçevre kuşatan bir dünya içerisinde varolur, yalıtılmış kendi başına değil.

3. Dil’de varolan, dile getirilen aslında gerçekliğin kendisi değil onun bir temsilidir/tasvirdir; bu gerçeklik ister maddesel olsun ister zihinsel.

4. Dil’de olmak Varlık’ın bir dışavurum tarzıdır. Başka bir deyişle Varlık kendisini dil üzerinden açar; dil üzerinden kapatır.

Harun Selçuk

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir