Yağmurdan Kurtulduk Derken…
Belki de tarihte eşi ve benzeri görülmemiş 15 Temmuz kalkışmasının boyutları ve söz konusu girişime karşı necip milletimizin sergilediği varoluş mücadelesinin karakteri; bizi, dinî görünümlü dış mihraklı bölücü “faaliyetler” ve bunlara karşı millî benliğimizde inşa etmemiz gereken “tedbirler” konusunda yeniden ve acilen düşünmeye sevk etmektedir.
Darbe girişiminin vücut bulduğu psiko-sosyal zemin, gereği gibi analiz edilmelidir. Çünkü söz konusu zemin, kırk yılı aşkın bir zaman zarfında kılı kırk yararak, inatla ve sinsice hazırlanmış; bu süre içinde tesis edilen sözde eğitim kurumlarıyla bir nesil; akıl, duygu, idrak ve irade bakımından mefluç bir duruma getirilmiş, oluşturulan sanal manevi ortamla müntesiplerin damarlarına İslam ile ilgisi olmayan halisünatif bir mistisizm zerk edilmiştir.
Bu şekilde uyuşturulmuş ruhlar, Müslüman olduğu bile meçhul olan bir meczubun etrafında -üzüm tanelerinin üzüm sapına tutunduğu gibi- öbeklenmiş ve adeta insanlar toptan alınmış ve toptan satılmıştır. Pirincin içindeki beyaz taş gibi; bal kavanozuna sızmış ağulu aş gibi yaşadığımız bu travmatik tecrübe çağdaş bir Mescid-i Dırâr münafıklığıdır; ilim ve irfan geleneğimize ait olan keramet, himmet ve cemaat gibi aslî kavramlar üzerinden icra edilen bir tür sihirbazlık, sahtecilik ve kalpazanlıktır.
Darbe kalkışmasıyla sonuçlanan bu yapılanma süreci, fethedildiği günden beri Anadolu’nun karşılaştığı en büyük tehlikelerden biridir. Bir olayın içindeyken onun mahiyeti tam olarak objektif bir şekilde ölçülemez. Kırığın acısı, soğuduktan sonra tam anlamıyla anlaşılır. Kalkışmanın ve buna karşı kazanılan zaferin büyüklüğü zaman içinde daha iyi fark edilecek. Zaman pergelinin biraz açılması açılması, kırığın biraz daha soğuması gerek. Nasıl bir uçurumun kıyısından döndüğümüz, bu zaferin nasıl bir “İkinci Çanakkale” olduğu zamanla daha iyi anlaşılacak.
Batının ve Amerika’nın suskunluğu ve tepkisizliği bundan sebep. Onlar denklemin içine şerrin bütün unsurlarını soktuklarını; her şeyi hesapladıklarını zannettiler; başarıyı mutlak ve mukadder gördüler. Ebu Cehil’in oyun kurucu olduğu yerde demir gibi bir Ömer’in; Nemrut’un oyun kurduğu yerde İbrahim’in “oyun bozan” olduğunu bilemediler/bilemezler.
“Galip kimdir, mağlup iken
Gül gâiptir, zâhir diken
Ateş içre umut eken
İbrahim kim? bilemezler
Şehittir o, candan geçen
Canı değil hakkı seçen
Bıçakla umudu biçen
İsmail kim? bilemezler”
Onlar kafalarına bir şeyi koymuşlardı bir defa. Millete bir ebat biçtiler ve dediler ki: “Bunların eti budu ney ki? Hocalarının evi cami avlusundadır. ‘Yarın sabah sokağa çıkma yasağı var’ dedin mi; caminin avlusundaki evinden çıkamaz; sabah ezanını bile okuyamaz. Bunların hepsi bedelli askerlik yaptı; tankı tüfeği gördüğünde yere yatmayı, siper almayı bile bilmez.”
Şimdi Azizim,
Bu sözler bizim için bir nimet, onlar için bir felakettir; bizim için bir zafer, onlar için bir hizimettir. Küfrün imana; kâfirin mümine karşı bu bakış açısı, onu hor, hakir ve kifayetsiz görmesi bir “sünnetullah”tır. Ve bunu böyle gösteren de Hazreti Allah’tır:
وَاِذْ يُرٖيكُمُوهُمْ اِذِ الْتَقَيْتُمْ فٖى اَعْيُنِكُمْ قَلٖيلًا وَيُقَلِّلُكُمْ فٖى اَعْيُنِهِمْ لِيَقْضِىَ اللّٰهُ اَمْرًا كَانَ مَفْعُولًا وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ
“Hani karşılaştığınız zaman onları gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu ki Allah, olacak bir işi gerçekleştirsin. Bütün işler Allah’a döndürülür.” (Enfâl, 8/44)
Onlar bizi az gördüler; “zemheriye kesmişiz” yaz gördüler. Bu göz ve görüş onların kafirliklerinin ve zalimliklerinin bir gereğidir. Allah inanmış bir topluluğu, zalim ve zorbalar gürûhuna böyle gösterir. Çünkü gevşemeleri; “akşama şaraplarımızı Bedir’den geçip Medine’de; Çanakkale’den geçip İstanbul’da içeceğiz” demeleri gerekir. Onlar böyle derler; bunlar da dediler…
Allah onları da milletin gözünde küçülttü. Sinek kadar kaldılar gözümüzde. Bu milleti yirmi tonluk demirden tankın karşına diken sır işte budur.Tam Yüce Allah’ın dediği gibi: Onlar Akebuttan ağ kadar çürük; millet demirden dağ kadar büyük… (Ankebût, 29/41) Üzülmeye ve gevşemeye gerek yok. Bizden üstünü yok. Yeterki inanalım. (Âl-i İmrân, 3/139)
Evet. Bu kalkışma belki de fethedildiği günden bu yana Anadolu’nun karşılaştığı en sinsi ve en büyük tehlikedir. Bu, zamanla anlaşılacak. Ama iman etmiş bir toplum için “savuşturulan bir tehlikenin büyüklüğü, elde edilmiş bir terbiyenin büyüklüğünü” ifade eder. Yani musibetler mümin için salt bir eziyet değildir; aynı zamanda zifiri karanlık bir gecede havaya atılan bir işaret fişeğidir. Ona adımını basacağı yeri gösterir.
Bu fişek yalnızca pareleli değil; yeni geometrik tehlikeleri de bize göstermelidir. Özellikle salt Kur’an ile yetinmeyi öğütleyen; redd-i miras yaparak ilim ve irfan geleneğini rafa kaldıran bütün düşünce fraksiyonları mercek altına alınmalı; kendilerinde güç vehmettiklerinde evirilecekleri nihai noktanın “paralel”den farklı olmayacağı her daim hatırda tutulmalıdır. Çünkü devlet içinde güç dengelerini belirleyecek şekilde palazlandığından bu yapılanma da Anadolu üzerinde iştah kabartan bir takım dış odaklar tarafından kullanılmaya elverişli bir konuma gelir/getirilir; Türkiye üzerinde kötü emeller besleyen şer kaynaklarının taşeronluğuna soyunur. Yağmurdan kurtulduk; doluya yakalanmayalım. Bundan böyle birlik ve beraberliğimizi; ilim ve irfan geleneğimizi tehdit eden her faaliyet ve açılım her ne isim altında yapılırsa yapılsın bir “Milli Feraset Eleği”nden geçirilmeli; mutlaka bu süzgece takılmalıdır.
“Teşkilatlı batıl, teşkilatsız hakka galebe çalar.” Osmanlının son şeyhülislamı Mustafa Sabri efendiye ait olan bu söz aslında der ki; batıl kadar çabalamıyor ve yapılanmıyorsanız, hakk üzere olmanız sizi kurtarmaz. Çünkü insana yalnızca gayret ettiği şey vardır. “Doldurulması gerektiği halde ihmal edilen bir boşluk ehliyetsiz kimseler tarafından da olsa mutlaka doldurulur.” Demek istediğim şudur ki; ilahi sahihliğe sahip gerçek dini insanlara anlatmayı hedef edinen samimi müslümanlar, milletin ve ümmetin yükününe daha fazla omuz vermeli, her türlü fedakârlığı yapmalı, varlığını milletine, devletine ve yüksek hakikatlere adamalı. Ama gerçekten adamalı…
15 Temmuzda devlet, millet ve dahi ümmet ölümün kıyısından dönmüştür. Paralel felsefe nasıl; yaklaşık yarım asırda müstakbel hedefleri için her türlü fedakârlığı göze alan bir nesil yetiştirmiş; ölümüne sa’y-ü gayret göstermiş ve melun hedefine ramak kala yaklaşmış ise bizim daha ulvi bir hedef ve kararlılıkla istikamet üzere yetişmiş bir nesil inşa etmemiz farz olmuştur. Çünkü tabiat, fıtratı icabı boşluk kaldırmaz. Bu boşluk dişinizin düşen dolgusunun boşluğu dahi olsa böyledir. Siz o boşluğu hak olan dolgu ile inşa etmezseniz, batıl (yemek artığı) orayı bile işgal eder.
Özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir “Sütçü İmam Projesi” başlatması ve değer yöntem ve donanım bakımından yetkin; erdem ve ülküler bakımından kâmil olan irşat kadroları inşa etmesi artık farz oldu. Artık müftü, vaiz ve imam gibi “milli devletin millet içindeki gerçek sinir uçları” memuriyet formatından kurtulmalı; milletin ve ümmetin derdine daha çok deva olmalı; her türlü fedakârlığı yapmalı; varlığını yüksek hakikatlerin varlığına armağan etmeli; rutinin dışına çıkmalı; Hz. Peygamber’in varisi olduğu bilinciyle sahih dinî bilgiyi ve duyguyu ev ev insanlara taşımalıdır.
Yani artık teorik çerçevenin sınırları aşılmalı, fildişi kuleler terk edilmeli ve sahaya inilmelidir. Aksi takdirde resmiyete dayalı dinî vazife anlayışının doğurduğu iticilik ve tek tiplilik; “ahiret yolunun simsarları”na yeni pazarlar açmaya devam edecektir. Bu bir hayal; bunu gerçekleştirmek olağan üstü zor bir şey olabilir. Olsun zaten oğlan üstü halde değil miyiz? Olağan hale dönmek için olağan üstü bir çaba gerekemez mi?
Kabusun gerçekle kol kola girdiği bu zamanda kurtulduğumuz tehlikenin büyüklüğü böyle bir projeyi hayal raflarından indirip acilen gerçekleştirmeyi zorunlu kılmaktadır. Darbe girişimini birkaç cılız teşebbüsün dışında kınayan adamakıllı bir ülke bile yok. Demek ki, hiç dostumuz yok, kendi kendimizeyiz, biz bizeyiz. Eğer sahih dinî bilgi ve duyguyu devlet eliyle ve en üst gayret perdesinden veremez isek; Kur’an’ı ve sünneti devlete ve millete karşı bir ifsat silahına dönüştürecek olan korsan zihniyetlerden kurtulmak mümkün görünmemektedir. Bu hedefi gerçekleştirecek yöntemi bulmaya ve gereğini gerçekleştirmeye mecburuz. Tehlike henüz geçmiş değil ve hiçbir zaman da tam anlamıyla geçmeyecek. Her daim; “Ya devlet başa ya kuzgun leşe…”
Yasin Pişgin_”Az Söz Derin Düşünce”