Aklımız Başımızda mı ?
Aklın merkezinin neresi olduğuna doğru cevabı bulmak önemli. Çünkü aklı beynin bir faaliyeti olarak kabul ettiğimizde, insanı maddi-manevi bütün yanlarıyla sadece biyolojik bir varlık olarak görme tehlikesiyle karşı karşıyayız demektir. Sadece hayvanlardan biraz daha gelişmiş bir varlık. “İnsanı diğer canlılardan ayıran ve hepsinden üstün kılan en önemli özellik nedir?” diye sorulduğunda, cevabımız elbette ‘akıl’ olacaktır. Çünkü insan aklı ile düşünür, öğrenir ve iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırır. Bu soruya, “insanı diğer yaratılmışlardan ayıran en önemli özellik irade sahibi olmasıdır.” şeklinde de cevap verilebilir. Fakat sonuçta bu cevap da aynı kapıya çıkar. Çünkü insan, iradesini kullanırken birtakım tercihler yapar ve buna göre bir karar verir. Yani yine aklını kullanır. Aklı olmayanın iradesi de olmaz. Dolayısıyla burada da esas olan akıldır.
Peki “aklın merkezi ve mekânı neresidir?” tarzındaki bir sorunun doğru cevabı ne olabilir?
Akıl Nerede?
Sokaktan geçen herhangi birisini çevirip “akıl nerede?” diye sorsak, ya hiç tereddüt etmeden “elbette akıl baştadır” der. Ya da “böyle bir soru soran kimsenin aklı başından gitmiş olmalı” diye düşünür.
Aslında burada akıl ile zekânın birbirine karıştırıldığını söylemek mümkün. En zeki insanın bile, beyninin yüzde üçlük bir bölümünü kullandığı söyleniyor. En büyük dahilerden biri olarak kabul edilen Einstein’ın, beyninin ne kadarını kullandığını öğrenmek için öldükten sonra beyninin incelendiği şeklindeki haberler ve benzerleri, akıl ile zekânın birbirine karıştırılmış olmasındandır.
Oysa bu ikisi birbirinden oldukça farklıdır. Sözgelimi birtakım hayvanların, mesela yunus balıklarının, hiçbir eğitimden geçmedikleri halde, belli bir sınırı aşamasa da, zekâlarını kullanmaları, bu varlıkların akıllı oldukları anlamına gelmez. Bizim burada akıl kavramıyla kasdettiğimiz, insana muhakeme yapma, tercihte bulunma, iyi-kötü ve doğru-yanlış ayrımını yapma imkânını veren manevî bir cevherdir.
“Aklımız nerede?” sorusuna cevap ararken, Mukaddes Kitabımız bize ışık tutuyor:
“Yeryüzünde hiç gezip dolaşmadılar mı ki (kendilerinden önce isyanları sebebiyle helâk olanlardan geriye kalanları görsünler de) akledecekleri kalpleri, işitecekleri kulakları olsun. Zira gözler kör olmaz, fakat göğüslerdeki kalpler kör olur.” (Hac/46)
Bu ayet, akletme ve düşünme eylemlerinin kalp ile gerçekleştirildiğini açık bir şekilde belirterek, aklın sanıldığının aksine beyinde değil kalpte olduğunu haber veriyor.
Yüce Rabbimiz, aklın merkezinin kalp olduğu gerçeğini pekiştirircesine, günlük kullanımda akla izafe ettiğimiz diğer eylemleri de kalbe izafe ederek ve şöyle buyurur:
“Andolsun ki biz, cehennem için de birçok insan yarattık ki, kalpleri vardır fakat onlarla anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. Onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha sapıktırlar. İşte gafil olanlar onlardır.” (Araf /179)
Bu ayette kalbin eylemi olarak kullanılan kelime “yefkahun”dur ve “derinlemesine anlama, geneline vakıf olma” anlamına gelir ki, fıkıh kelimesi de buradan gelir.
Yine Rabbimiz yine şöyle buyurur:
“Onlar (Tebuk savaşına gitmeyen münafıklar) geriye kalan (çocuk, yaşlı ve kadın)lar ile beraber olmaya razı oldular, kalpleri mühürlendi. Artık onlar anlamazlar.” (Tevbe/87)
Yine En’am Suresi’nin 25, İsra Suresi’nin 46 ve Kehf Suresi’nin 57. ayetlerinde de inanmayanların kalpleri üzerine kat kat perdeler çekildiği için, Efendimiz’in tebliğ ettiği vahyi anlamalarının mümkün olmadığı izah edilir.
Demek ki insan kalbi ile düşünmekte, kalbi ile anlamakta. Kalbine perdelenmiş olanlar da, doğal olarak Kur’an’ın mesajını anlayamıyor.
Aklı Kalp’ten Bağımsızlaştırınca
İnsanın bu faaliyetlerinin adresi olarak kalbi gösteren Kur’an’da, akılla aynı kökten türemiş fiiller bulunmasına rağmen, akıl kelimesinin isim olarak geçmemesi de konumuz açısından son derece ilgi çekicidir. Bu gerçek şunu gösterir: Yaygın kabulün aksine, akıl bağımsız bir cevher olmayıp, manevi kalbimizin bir fonksiyonudur.
Acaba Kur’an’ın, akıl ile gerçekleştirilen faaliyetleri kalbe izafe etmesi, yani aklın merkezinin kalp olduğunu vurgulamasının bizi ilgilendiren sonuçları neler olabilir?
İnsanın bilgi edinme, tercihte bulunma, düşünme, akletme ve anlama faaliyetinin merkezi olan kalp, aynı zamanda hissin, sezginin, inancın ve inkârın da merkezidir. Dolayısıyla insanı sevk ve idare eden bir tek merkezden söz edebiliriz: Kalp.
Demek ki o merkezi geliştirmeye, terbiye etmeye, arındırmaya yönelik çabaların hedefi insanın bütün varlığıdır. Efendimiz A.S.’ın işaret buyurduğu gibi o merkezin iyi durumda veya bozulmuş olması insanın bütününü o yönde etkileyecek.
Diğer taraftan, ilâhi vahyin öğrettiğinin aksine, düşünme ve anlama gibi eylemler akla; hissetme, sezme gibi eylemler ise kalbe izafe edildiğinde karşımıza ilginç bir nokta çıkıyor: Böyle düşünen insanlar varlıklarını kendi içlerinde parçalamaktalar. Doğal olarak, birden fazla bağımsız merkezin sevk ve idaresine muhatap olan insan, hayatı boyunca çelişkiye düşmekten, yolunu şaşırmaktan, tereddütten ve kararsızlıktan kurtulamıyor.
“Aklım şunu, duygularım bunu emrediyor” gibi ifadeler, böyle insanların yaşadığı iç çelişkilerin dışa yansımasından başka bir şey değildir.
Yukarıda birkaçını andığımız ayet-i kerimeler ve hayli fazla sayıdaki hadis-i şeriflerden insanı yönlendiren tek merkezin kalp olduğunu öğrendikten sonra şu soru sorulabilir:
Acaba Kur’an ve Sünnet’te akletme eyleminin mekânı olduğu haber verilen kalp mecazî anlamda kullanılmış olabilir mi?
Mealini zikrettiğimiz Hac Suresi’nin 46. ayetinin, gerçek körlüğün gözlerdeki körlük değil, göğüs kafesindeki kalplerde gerçekleşen körlük olduğunu anlatan son cümlesi, böyle bir mecaz ihtimalinin mevcut olmadığını gösterir. Bu demektir ki, yürek ile kalp arasında bir ilişki var.
Nitekim İslâm alimleri de buradaki kalbin, göğsümüzün sol tarafında bulunan ve vücudumuza kan pompalayan yürek ile aynı şey olmasa da, onunla bir alâkası olduğunu belirtirler.
Ancak İmam Gazalî Rh. A.’in, “mükâşefe ilmi”nin konusu olduğunu söylediği kalp-yürek ilişkisinin mahiyeti konusunda fazla şey söyleme imkanımız yok. Ancak şu kadarını söyleyelim ki, gerek Kur’an ve Sünnet’te, gerekse İslâm alimlerinin sözlerinde geçen kalp, madde ile mananın buluşma noktası, insanın özü, rabbanî ve ruhanî bir lâtifedir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran da işte bu kalptir. Zira yürek veya cismanî kalp, hayvanlarda hatta ölülerde bile mevcuttur.
Sözümüzü, Söz Sultanı A.S.’ın bir duasıyla bağlayalım:
“Ey kalpleri (dilediği şey üzerinde) sabit kılan (Allah)! Kalplerimizi senin dinin üzerinde sabit kıl!” (Buharî, Tirmizî, Ebu Davud, İbnu Mace, Ahmed b. Hanbel)
Ebubekir Sifil
Semerkand dergisi