Madolyonun İki Yüzü:Mana ve Anlam
Birbiri yerine sıkça kullandığımız iki kelimedir “anlam” ve “mana”. İlk bakışta eş anlamlı gibi gelse de bu iki kelime arasında önemli bir fark vardır. Kökeni itibarıyla mana kelimesi, konuşanın sözüyle kastettiği şeydir. Mesela “Mana, şairin aklındadır” denir ki bu şiirle ne kastettiğini en iyi şairin kendisi bilir demektir. Anlam (mefhum) ise sözü söyleyenin kastettiği değil; muhatabın anladığı şeydir. Şu halde mana sözün mütekellim cephesini, anlam ise muhatap cephesini temsil eder.
İmdi, bize bir söz tevcih edildiğinde üç ihtimal vardır: Doğru anlama, yanlış anlama ve anlamama. Mütekellimin kastettiği ile bizim anladığımız birbiriyle örtüşüyorsa doğru anlamadan; mütekellim bir şey kastetmiş, biz başka bir şey anlamışsak yanlış anlamadan söz ederiz. Sözü duyduğumuzda zihnimizde sadece “ne dedi?” sorusu oluştuğunda ise mesajı anlamamışız demektir.
Anlamama, ya sözü iyi duymamaktan ya da cümleyi teşkil eden kelimelerden birinin/bir kısmının anlamını bilmemekten kaynaklanır. Yanlış anlama ise sözün hakikat-mecaz, müştereklik, umum-husus gibi farklı anlam ihtimallerine açık olmasından kaynaklanır.
Canlı iletişimde kelimelerden arta kalan boşluğu ortam doldurduğu için yanlış anlama bir metne nispetle daha azdır. Metinlerde ise boşluğu dolduran kanlı canlı bir bağlam yoktur ve okuyucu, dilin doğası gereği farklı anlam ihtimallerine açık kupkuru bir metinle karşı karşıyadır. Mesela Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye romanını biri İstanbul’un Harbiye semtinde, diğeri başka bir şehirde oturan iki okurun aynı düzeyde anlaması mümkün değildir; çünkü İstanbul harici bir şehirde oturan okurun zihninde Fatih ve Harbiye’ye ilişkin hiçbir tasavvur olmadığı için yazarın söz ettiği mekanları yeterince canlandıramaz. Doğru tasavvur konusunda en az mekan boyutu kadar önemli bir diğer boyut ise zamandır. Çok gerilere gitmeye gerek yok. Gözünü açınca cep telefonunu ve tablet bilgisayarı görmüş bir zamane çocuğuna “jeton düşmüyor” deseniz büyük ihtimalle ne dediğinizi anlamayacak; yani jetonu düşmeyecektir.
Hasılı, hangi alana ait olursa olsun okuduğumuz bir metin, zaman ve mekan açısından bizimle aynı dili konuşmuyor ve aynı kültür havzasına dökülmüyorsa az veya çok anlama problemleri yaşayacağımız aşikardır. Vallahu a’lem.
Mana ve anlam madalyonun iki yüzüdür, bir metni doğru anlamanın önünde, bir kısmı dilin doğasından, bir kısmı da zaman ve mekan farklılığından ve dilin içine aktığı kültür havzasına dair tasavvur eksikliğinden kaynaklanan pek çok engel vardır. Şimdilik zaman, mekan ve kültür farklılığı gibi harici unsurları sonraya erteleyerek dilin farklı anlamalara imkân veren ihtimalli doğasını serimlemek için örnek olarak hepimizin yakinen bildiği iki ayet üzerinde duralım.
İlk ayet, abdest ayeti olarak bildiğimiz şu ayettir: “Ey müminler! Namaz kılacağınız zaman yüzünüzü, dirseklere kadar ellerinizi ve kollarınızı yıkayın, başınızı meshedin, ayaklarınızı da.” (Maide, 6)
İlk bakışta ne kadar açık, değil mi? Allah (c.c.), hiçbir ihtilafa mahal bırakmamak için abdesti tanımlamış gibi geliyor. Peki, gerçekten öyle mi? Gelin, ne kadar açık olup olmadığını test etmek için ayete hep birlikte birkaç soru soralım!
* Her namazın öncesinde abdest almak gerekir mi, yoksa sadece abdestsiz olduğumuz zaman mı abdest alalım?
* Yıkamak nedir? Suyu sadece uzvun üzerinden akıtsak yıkamış sayılır mıyız, yoksa ayrıca ovalamamız da gerekir mi?
* Ayette zikredilen sıralamaya uymamız gerekir mi, yoksa sıralamaya uymasak da abdest almış olur muyuz?
* Yüzün sınırları neresidir? Çenenin altı yüze dahil midir? Sakallı bir kimsenin sakalıyla kulağı arasında kalan kısmı yıkaması gerekir mi?
* Dirseklere kadar ellerimizi, topuklara kadar ayaklarımızı yıkayalım. İyi de dirseklerin ve topukların da yıkanması gerekir mi? Yıkamasak abdestimiz olmaz mı?
* Ayette “dirseklere kadar” kaydı yer almasaydı elimizin (yed) ne kadarını yıkamamız gerekirdi? Bileklere kadar mı, dirseklere kadar mı, yoksa omuza kadar mı?
* Ayette özel bir niyet emri mevcut değil; ama “namaz kılacağınız zaman…” denilmiş. Bu ifadeden abdest için niyet etmenin de gerekli olduğu anlaşılır mı, anlaşılmaz mı?
* Başımızı mesh edelim etmesine de tamamını mı, yoksa bir kısmını mı? Mesela saçımızın bir teline dokunsak bu mesh olur mu?
* “Mesh edin” denilmiş; ama “suyla mesh edin” denilmemiş. Kuru elimle saçıma dokunsam olmaz mı?
* “Başınızı mesh edin” ifadesinden sonra “ayaklarınızı da.” buyrulmuş. Ayaklar yıkanacak mı, yoksa mesh edilmesi yeterli mi?
Apaçık olduğunu sandığımız âyet meğer o kadar da açık değilmiş. Allah bu ihtimallerin tümünü birden murad etmiş olamayacağına göre müctehid imamlar, bir takım haricî delil ve karinelerden yola çıkarak Allah’ın muradını tespit etmeye çalışmışlar; yani yorum yapmışlar ve neticede her biri, abdestin farzları konusunda farklı farklı sonuçlara ulaşmıştır. Sözün özü, bütün bu yorumlar, birer fehm ictihadıdır; yani Allah’ın muradını anlamaya yönelik çabalardır.
Bir önceki yazıda dilin farklı yorumlara imkân veren tabiatı bağlamında bir ayete daha değineceğimi ifade etmiştim. Ancak öncelikle son derece yaygın olduğunu düşündüğüm bir yanılgıya işaret edeyim.
“Mevrid-i nasta ictihada mesağ yoktur” kuralı mucebince hakkında nas varid olan konuların ictihada kapalı olduğu ve ictihadın yalnızca hakkında nas bulunmayan yeni meselelerle sınırlı olduğu zannedilir. Halbuki bu kuralda zikri geçen nas, ilk bakışta akla geldiği gibi, hüküm içeren ayet ve hadisler değil; fıkıh usulü literatüründeki “açıklık bakımından lafızlar” taksiminde zahir haricinde kalan “nas”, “müfesser” ve “muhkem” gibi, naslarda geçen ve anlamı ihtimale yer bırakmayacak derecede açık olan ifadelerdir. Hatta sıralamada zahirden sonra gelen nassın da -bir delil olmak kaydıyla- tevile müsait olduğu dikkate alındığında söz konusu kuralın yalnızca müfesser ve muhkem ifadeler için geçerli olduğu bile söylenebilir. Dolayısıyla bu taksimde yer alan diğer lafız türleri hakkında ictihada bir mani yoktur. Ancak burada ictihad ile kastettiğimiz, yeni bir meselenin hükmünü kıyas vb. yöntemlerle tespit faaliyetinden apayrı olup nassa bir anlam biçme çabasıdır. Yani bu, hükmü araştırılan nassa bir takım sorular sorup cevabını aramak suretiyle gerçekleştirilen bir fehm ictihadıdır.
Bu ön bilgiden sonra, dün sözünü verdiğimiz, hırsızlık suçunun cezasını düzenleyen Maide 38. ayet üzerine düşünelim: “Erkek olsun, kadın olsun hırsızlık yapanların ellerini, işledikleri bu suça karşılık Allah’tan ibretlik bir ceza olmak üzere kesin. Allah üstün kudret sahibidir, her hükmü ve fiil mutlak isabetlidir.”
Abdest ayeti gibi, bu ayet de son derece açık ve berrak görünüyor değil mi? Haydi birlikte test edelim:
* Hırsızlık (sirkat) nedir? Yankesici ve kefen soyucunun fiilleri hırsızlık kapsamına girer mi?
* Sözü edilen fiilin hırsızlık sayılması için birinin mülkiyetinde bulunması gerekir mi?
* Fiilin hırsızlık sayılması için saklandığı yerden almak şart mıdır? Sözgelimi bir kimse birinin malını saklandığı yerden değil; cami penceresinin önünden veya masasından alsa veya otobüste unutulmuş bir cüzdana el koysa hırsızlık etmiş sayılır mı?
* Hırsızlık cezasının tatbiki için bir nisap var mıdır? Yumurta çalmakla kasa soymak aynı hükme mi tabidir?
* Çalınan malda bir takım özellikler aranır mı? Mesela birinin bahçesinden maydanoz ve tere çalanla kilerinden buğday çalan arasında fark var mıdır? Birinin şarabını, domuzunu, gitarını, bağlamasını çalan kimseye hırsızlık cezası tatbik edilir mi?
* Aile içi hırsızlıkların hükmü nedir? Kadın kocasından; çocuk babasından bir mal çalsa ceza tatbik edilir mi?
* Bir mekana girip çıkma izninin bulunması cezayı düşürür mü? Mesela temizlikçi çalıştığı evden; işçi işyerinden bir mal çalsa bunun hükmü nedir?
* Çalan kişinin ihtiyaç içinde olup olmamasının hükme etkisi var mıdır? Mesela, bir kimse aç olduğu için veya kıtlık yılında hırsızlık yapsa ceza tatbik edilir mi?
* Çalan kimse çaldığını itiraf etmese ve mesela “çalmadım, bulup aldım”, “kendi malım sandım” dese ceza tatbik edilir mi?
* Cezalandırılan kimsenin çaldığı malı sahibine iade etmesi veya harcamış/tüketmişse tazmin etmesi gerekir mi?
* Mal sahibi, çalınan malı hırsıza hibe etse ceza düşer mi?
* Ayette eydiyehumâ “ikisinin de ellerini” denildiğine göre hırsızın iki eli de mi kesilir; yoksa tek eli kesilse yeterli olur mu?
* Hangi el kesilir? Sağ mı, sol mu?
* Hırsızlığın birkaç kez tekrarlanması halinde verilecek ceza nedir?
Soruların sayısını artırmak mümkün; ama “arif olan anlar” fehvasınca bu kadarıyla yetinelim.
Doç. Dr. Osman Güman