Fıkhı Yeniden Keşfetmek
Fıkhı Yeniden Keşfetmek
İbn Haldun’a göre ilim medeniyetin temel özelliklerinden veya klasik ifadesiyle zâtı arazlarındandır. Bu yaklaşımdan hareketle fıkıh İslam medeniyetinin zâti arazı yani ayrılmaz temel özelliğidir diyebiliriz. İslam medeniyeti krize girerse fıkıh da krize girer. Aynı şekilde fıkıh krize girerse İslam medeniyeti de krize girer. Nitekim son dönem İslam tarihi buna şahittir. Günümüzde hâkim olan sığ fıkıh anlayışı bu krizin bir sonucudur.
Usul-ı Fıkıh bütün İslami ilimlerin müştereken kullandığı yorum metodudur. İslam tarihinde, hem hadis, hem Kuran, hem de beşeri söylemler, Usul-i Fıkıh yardımıyla yorumlanmıştır. Her metin için ayrı bir yorum metodu geliştirmek yerine, ilimler arasında yöntem birliği sağlayan böyle bir yola gidilmiştir.(1)
Usul-i Fıkıh’ı bir kenara bırakarak, doğrudan Kuran’a veya Hadis’e yönelmek gelenekten sapmadır. Bu durumda, ya yöntemsizlik hatası içine düşülmekte veya Usul-i Fıkıh yerine başka bir yorum metodu ikame edilmesi söz konusu olmaktadır- söz konusu yorum metodu ise ya keyfi ve tutarsız bir yaklaşım yansıtmakta veya Batıdan ithal edilmiş bir yorum metodu olmaktadır. Kuran İslamı anlayışı bu çelişkiyi barındırmaktadır. Aynı şekilde tarihselci yaklaşım da, kökü tarihi materyalizme dayanan tarihselci sosyal teoriyi Usul-i Fıkıh yerine ikame etme hatası ile karşı karsıyadır.
Fıkhı yeniden anlama çabasına önce şu sorulardan başlamak gerekir: fıkhın konusu nedir? Fıkıh konusu ile nasıl bir ilişki kurar? Böylece fıkhın ne olmadığı ve günümüz de nasıl yanlış anlaşıldığı da ortaya kendiliğinden çıkmış olacaktır.
Fıkhın konusu kısaca ‘amel’dir. Amel hareket ve davranış demektir. Fıkıh, Müslümanların, insan davranış ve ilişkilerini sistemli bir şekilde incelemek ve anlamak için başvurdukları bir ilimdir. Ancak fıkıh sadece Müslümanların davranışlarını incelemekle kalmaz, Müslüman olmayanların—özellikle de İslam yönetimi altında yaşayan ve Müslümanlarla ilişki içinde olanların—davranışlarını da inceler. Amel sadece fertlerin ürünü olmayıp, grup ve kurumların da ameli vardır. Bu yüzden fıkıh, sadece bireyin değil, grup ve kurumların amellerini de inceler.
Benzer şekilde Batıda amel sosyal bilimlerin konusudur ve Batılılar insan davranışını sistemli bir şekilde incelemek ve anlamak için ona müracaat ederler. Buradan hareketle, fıkıh ve sosyal bilimlerin konularının aynı olduğunu söyleyebiliriz. Sosyal bilim kavramı, sosyal değişmeye bağlı olarak değişime uğramaya devam etmektedir. Siyaset bilim, hukuk gibi klasik sosyal bilimler yanında sosyoloji, antropoloji gibi modern dönemde ortaya çıkan sosyal bilimler de vardır. Bunların bazılarının sosyal bilim olup olmadığı tartışma konusu olabilmektedir. Mesela hukuk ve tarih buna en güzel örnek olarak görülebilir. Ancak kanaatimizce, hukuk ve tarihi sosyal bilim olarak gören yaklaşım daha tutarlıdır.
Ancak,amelin tanımlanmasında fıkıh ve sosyal bilimlerde farklı yaklaşımlar söz konusu olabilir,çünkü Batı ve İslam
medeniyetlerinin insan anlayışı farklıdır.(2) İnsan anlayışının farklılığının temelinde ise, Batı ve İslam medeniyeti arasındaki varlık, bilgi ve değer anlayışındaki farklılık yatmaktadır. Bu konulan aşağıda açık bilim kavramını ele alırken daha ayrıntılı bir şekilde ele alacağız ancak burada kısaca belirtmek gerekirse, fıkıh çok katmanlı bir düşünce sistemi üzerine kurulmuştur; varlığı, bilgiyi, hakikati ve değerleri çok katmanlı olarak kavramsallaştırır.
Fıkha göre insan
Fıkha göre insan Allah’ın en mükemmel bir şekilde yarattığı ve mahlûkatın en üstünü kıldığı bir varlıktır. Varlık hiyerarşisinde zirveyi işgal eder. İnsanın makamı meleklerden bile üstündür. Yaratılıştan hemen sonra, Allah meleklerin insana tazim secdesinde bulunmasını emretmiştir. İnsana meleklerin bile sahip olmadığı bilgileri öğreterek onu ilimle meleklerden üstün kılmıştır. Hatta melekler insana hizmet ederler, iyileri desteklerler onlar için Allah’a dua ve kötüler için istiğfar ederler.
Bütün insanlar eşit olarak doğarlar. Hepsi Allah’ın yeryü-zündeki halifesi olma potansiyeline sahiptirler.(3) İnsanın insanlık onuru ve hakları, daha anne karnındayken başlar. Cenin dokunulmazdır ve cenine karşı işlenen cinayetler cezalandırılır. Burada ceninin meşru veya gayrı meşru bir evlilikten olması, onun haklarını ve dokunulmazlığını etkilemez çünkü bebek anne ve babasının fiilinden mesul değildir.
Allah insanlara akıl ve zimmet vermiştir. ‘Aklı olmayanın dini de olamaz’. Böylece insanlar Allah’ın hitabına ehil hale gelirler ve o hitapla sorumlu tutulacak bir kapasiteye sahip olurlar. Allah’ın insanlara hitabı evrenseldir. Bütün cinsler ve ırklar bu hitaba mazhar olmuştur. Zimmet dediğimiz hukuki şahsiyet sahibi olma özelliği doğuştan bütün insanlarda vardır. Bundan dolayı bütün insanlar doğuştan hukuk önünde, hak taşıma ve mesuliyet yüklenme vasfına sahip olurlar.(4)
Eğer insanlarda akıl olmasaydı, ilahi hitap imkansız ve anlamsız olurdu. Çünkü insanlar Allah’ın kendilerine söylediği şeyi anlayamazlardı ve Allah’ın onlara hitap etmesi abes yani boş ve anlamsız bir iş olurdu.
Aynı şekilde, eğer istisnasız bütün insanlarda zimmet yani hukuki kişilik hakkı olmasaydı, ilahi hitaptan dolayı mesul tutulmaları mümkün olmazdı. Çünkü insanların mesul tutulabilmeleri için zimmet sahibi olmaları gerekir. Mesela delilerin ve hayvanların zimmeti yoktur bu yüzden hukuki kişilikleri de yoktur ve fiillerinden dolayı sorumlu tutulamazlar, insanın zimmeti âkil ve baliğ olmasına bağlıdır başka hiç şart aranmaz.
Akıl ve zimmet sayesinde, insanın amelleri onun iradesinin bir ürünü veya klasik ifadesiyle kesbi yani kazanımı haline gelir. Böylece insan yaptığı iyi işlerden dolayı mükafata ve kötü işlerden dolayı da cezaya layık olur. Eğer insanın aklı ve zimmeti olmasaydı, iradesi ve kesbi de olamazdı. Kesbi olmayan insan ise yaptığı işlerden dolayı ödüllendirilemez ve cezalandırılamazdı.
Ancak kesbin tam olarak gerçekleşebilmesi için bir başka önemli şart daha vardır: hürriyet.(5) Allah’ın insana verdiği akıl, zimmet ve irade gibi özellikler insanda bulunduğu halde, insanın hukuki ve siyasi hürriyeti olmazsa insanın amelleri tam olarak kendisine atfedilemez. Nitekim baskı rejimleri altındaki ve ölüm tehdidi karşısındaki insanlar yaptıklarından mesul tutulamaz.
Bu nedenle, günümüzde tamamen Kelami bir konu olarak ele alman kesb ilkesi aslında fıkıhta insan hakları ve hürriyetinin temelini teşkil etmektedir. İnsanların yaratılışındaki ilahi hikmet, onların amellerinin kendi kesbleri olmasını gerektirir. Bu da sadece Kelami bir mesele değil, aynı zamanda fıkhî bir meseledir. Fıkıh sosyal, siyasi ve hukuki düzenlemeleri yaparak, insan hürriyetini garanti altına almak suretiyle ilahi planın gerçekleşmesini sağlamakta yükümlüdür.
İnsanların yaratılışındaki ilahi planın tek bir hedefi vardır: imtihan. İmtihan terimi yerine fıkıh kitaplarında ibtilâ ve ihtibâr kelimeleri de kullanılmaktadır. Özgür olmayan insanlar sınanamaz çünkü onların fiilleri iradelerini yansıtmaz ve kazanımları olarak görülemez. Ne baskı ile yapılan iyilik ödül hak eder, ne de baskı altında yapılan kötülük ceza hak eder. Bu yüzden fıkhın öngördüğü varlık ve varlığın gayesi anlayışı—ilahi planın gerçekleşebilmesi için—özgürlükçü bir toplumsal düzeni zorunlu kılar.
İnsanların hürriyeti onların can ve mallarının dokunulmazlığıyla garanti altına almabilir. Canından ve malmdan emin olmayan insan, iradesini tam olarak davranışlarına yansıtamaz ve bundan dolayı yaptıklarından sorumlu tutulamaz. Fıkıhta dokunulmazlık manasına gelen farklı terimler kullanılmıştır: ismet, hürmet, keramet. Geleneksel ifadeyle, insanların canları, malları ve ırzları birbirine haramdır yani dokunulmazdır. Bu kuralı daha iyi anlayabilmek için onun tarihi kökenlerine kısaca bakmakta yarar vardır
Cahiliyye devrinde sadece haram aylar denilen belli kutsal aylarda ve Harem(6) bölgesi denilen belli kutsal bölgede insanların dokunulmazlık hakkı vardı. Burada haram ay, dokunulmazlık ayı, harem bölgesi de dokunulmazlık bölgesi olarak tercüme edilebilir. Cahıliyye yaklaşımına göre, insanların dokunulmazlığı evrensel veya sınırsız değildi; belli zaman ve bölgeyle sınırlıydı.
İslam Cahıliyye kültüründeki bu sınırlı ve şartlı dokunulmazlık anlayışını, evrensel ve koşulsuz hale getirmiştir. Bu insan hakları devnmi Hz. Peygamber (s.a.v.)’in veda haccında tam olarak gerçekleşmiştir. Buhari, Kitabul-Hac’da İbn Abbas’tan şöyle rivayet etmiştir:
Rasulullah (s.a.s.) Kurban Bayramı günü insanlara hitap etti ve şöyle buyurdu: ‘Ey insanlar! Bugün hangi gündür?’ Dediler ki ‘Haram bir gündür.’ Rasulullah buyurdu: ‘Bu belde hangi beldedir?’ Dediler ki: ‘Haram bir beldedir.’ Rasulullah buyurdu: Bu ay hangi aydır?’ Dediler ki: ‘Haram bir aydır.’ Rasulullah buyurdu: ‘Bundan böyle, kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız birbirinize, bu ayınızda, bu beldenizde ve bu gününüzde nasıl haramsa, öyle haramdır.’ Bunu defalarca tekrarlardı ve sonra başını kaldırdı ve şöyle buyurdu: ‘Ey Allahım! Tebliğ ettim mi? Ey Allahım! Tebliğ ettim mi?’ İbn Abbas (r.a.) dedi ki: ‘Allah’a yemin olsun şüphesiz bu ümmetine bir vasiyettir’: ‘Burada bulunanlar bulunmayanlara tebliğ etsinler. Benden sonra, birbirinin boynunu vuran kâfirlere dönüşmeyin!’ (7)
Hz. Peygamberin Veda Haccı’nda tekrar tekrar vurguladığı husus, haramlığın yani dokunulmazlığın evrenselleştiği, sınırsız ve şartsız hale geldiğidir. Böylece, Cahiliyye döneminde dört ay (Zulkade, Zulhicce, Muharrem ve Sefer) haram iken, bütün aylar haram hale gelmiştir. Aynı şekilde, Cahiliyye döneminde sadece Harem bölgesinde insanların dokunulmazlık hakkı varken, bütün beldelerde dokunulmazlık hakkı tanınmıştır. Böylece eski sınırlı anlayış yerine evrensel anlayış gelmiştir.
Rasulullah (s.a.v.) bütün zamanları, mekânları ve insafı haram yanı dokunulmaz hale dönüştürmüştür. Bundan daha büyük bir insan hakları devrimi insanlık tarihinde yaşanmamıştır. Böylece bütün insanların canlan, malları ve ırzları (onurları, aileleri) dokunulmaz hale gelmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)in bu şekilde vaz ettiği ilke, Hanefi fukahası tarafından ‘ismet ademiyetledir.(8) şeklinde külli bir kaide olarak ifade edilmiştir. Ancak Şafii, Maliki ve Hanbelî fukahanın çoğunluğu, Hz. Peygamber’in ”Ey insanlar” derken sadece orada bulunan Müslümanları kastettiğinden hareketle, ‘ismet iman veya emanladır’ şeklinde bir sonuca ulaşmışlardır. Hâlbuki Hanefiler ve diğer mezheplerden bazı âlimler, ‘Ey insanlar’ hitabını evrensel bir hitap olarak yorumlamışlardır. Evrenselci Hanefi yaklaşımına göre, dokunulmazlık hakkı yani “ismet” insanın doğuştan getirdiği bir haktır. Meşhur Hanefi fakihi Serahsi (ö. MS. 1090) bu bakış açışını veciz bir şekilde özetlemektedir:
”Allah, insanı ilahi emaneti taşıması maksadıyla yarattığından dolayı, kendisinin yükleyeceği sorumluluklara ehil hale gelsin diye ona akıl ve zimmet(kişilik hakkı) bahşetmiştir. Sonra, ona dokunulmazlık, özgürlük ve mülkiyet hakkı bahşetmiştir ki hayatını devam ettirebilsin ve omuzladığı görevleri yerine getirebilsin. Sonra bu sorumluluk, özgürlük ve mülkiyet hakkı —kişinin mümeyyiz veya gayr-i mümeyyiz olduğuna bakmaksızın— herkes için doğuştan sabittir. Aynı şekilde, hak ve sorumluluk taşımaya uygun zimmet (kişilik hakkı) sahibi olmak da —kişinin mümeyyiz veya gayr-i mümeyyiz olduğuna bakmaksızın— herkes için doğuştan sabittir.”(9)
Serahsi’den yapılan iktibasın ortaya koyduğu gibi, evrenselci yaklaşıma göre, insan hakları doğuştandır,Allah tarafından verilmiştir. Serahsi’nin yaklaşımı devlet-vatandaş ilişkisi yerine Allah-ınsan ilişkisi merkezlidir; haklar devlet tarafından değil Allah tarafından doğuştan verilmiştir ve bundan dolayı insan haklan devlet de dâhil olmak üzere hiç bir otorite tarafından asla alınamaz. Bu yaklaşıma göre, hayatın ve mülkiyetin dokunulmazlığı ve hürriyet gibi temel insan hakları, devlet tarafından verilmediği için, devlet tarafından alınamaz. Böylece insanın dokunulmazlığı, hiç bir ayrım yapılmadan, dinine, cinsiyetine ve ırkına bakmaksızın fıkıh tarafından otoriteye karşı koruma altına alınmış ve Müslümanlar tarafından bile yönetilse, devletin merhametine bırakılmamıştır.
Fıkha Göre Amel (Davranış)
İnsanın kim olduğu sorusu ile insanın amelinin ne olduğu sorusu birbiriyle çok yalandan irtibatlıdır. Fıkıh inşam çok katmanlı bir varlık olarak tanımlar. İnsanın bir zahiri, bir de bâtını vardır. Zahir gözlemlenebilir ancak batın gözlemlenemez. Zahir beden ve bedenin amelleridir. Bâtın ise kalp(10)- ve kalbin amelleridir.Hukukçular,sadece zahire göre hüküm verirler ve Batını Allah’a havale ederler.(11)
Bâtının yani kalbin en önemli ameli niyettir. Niyet, amelin ruhudur. Niyetsiz yapılan hareketler amel değildir. ‘Ameller niyetlere göredir’ hadisi bu açıdan son derece önemli bir ilkeyi ifade etmektedir.
Niyetsiz veya maksatsız gerçekleşen hareket amel değildir, olsa olsa bir refleks olabilir ve insan davranışının temel öğesi olan anlamdan yoksundur. Modern sosyolojide de bu tür hareketler, sosyal davranış olarak kabul edilmez.(12) Mesela, bir insanın kazara çatıdan düşmesi bir amel değildir ancak intihar, gösteri veya canını kurtarmak gibi bir niyet veya maksatla kendini oradan aşağıya atması bir ameldir. Uyku esnasında yapılan hareketler de amel değildir.
Bundan dolayı, zahir amel insanın beden ve kalbinin sinerjiyle ortaya çıkar. Bedenin ameli kalbe bağımlıdır ve onsuz gerçekleşemez. Ancak batın amel, yani kalbin ameli bedene bağlı değildir. Zaten insanın bedeni, fani dünya hayatında ona geçici olarak verilmiş bir emanettir.
Fıkhın Dalları
İnsanın amelinin zahir ve bâtın ameller diye ikiye ayrılmasından dolayı, fıkıh da ikiye ayrılır: zahir fıkıh ve bâtın fıkıh. Zahir ve Bâtın Fıkıh, amelin zahiri ve batını birbirine ne kadar bağlıysa o kadar. Bâtın fıkıh veya fıkh-ı bâtın yerine Vicdânî Fıkıh ya da el-Fıkhul-Vicdâni terimi de kullanılmıştır. Ancak günümüzde amelin bâtınını inceleyen ilim için tasavvuf ismi daha yaygın olarak kullanılmaktadır.
Zahir Fıkhın konusu ‘ameliyyât'(dış ameller )olarak tanınırken, Bâtın Fıkh’ın konusu ‘vicdâniyyât'(iç ameller) olarak giydirilmiştir. Ameller duyularla bilinir. Ancak vicdâniyyât duyularla bilinemez. Her ikisine dair ahkam da delil ile bilinir.(13)
Fıkh-ı Zahir ve Fıkh-ı Bâtın, Ebu Hanife’nin Fıkh-ı Ekber (Büyük Fıkıh) diye isimlendirdiği Akaid ve Kelam üzerine kurulur. Fıkh-ı Ekber’in önemi, amelin ön şartı olan inançtan bahsetmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü inanç yani akide sahih değilse, ameller de geçersiz olurlar. İnanç, varlık, bilgi ve değerler konusunu kapsar. Bu konular, normatif konulara dair tartışmaların kuramsal ve kavramsal temelini oluşturur.
Usul-i Fıkha gelince, onu İslam düşüncesinin ve ilimlerinin ortak yöntemi ve yorum bilimi olarak tanımlamamız mümkündür. Kuran ve Hadis’in yorumlanması Usul-i Fıkıh yoluyla olur. Tefsir Usulü ve Hadis Usulü, yorum metodu değildir. Müfessir ve muhaddisler, Usul-i Fıkıh yardımıyla, Kur’an ve Hadisi yorumlarlar. Tefsir Usulü ve Hadis Usulü, kendi konularıyla ilgili hususi meseleler üzerinde dururlar ancak yorum metodu konusunu Usul-i Fıkha havale ederler.
Usul-i Fıkıh temelde bir içtihat yöntemidir. Ancak içtihat yarımda, fetva ve kaza metotları da Usul-i Fıkıh içinde ele alınır. Çünkü fıkıhta akıl yürütmenin farklı şekilleri vardır: içtihat, fetva, kaza ve hüküm. Fukaha her zaman içtihat yapmaz, toplumdaki rolleri icabı bazen müftü olarak fetva verirler, bazen hâkim olarak hüküm verirler. Her fakîh müçtehit değildir.
Müftü akıl yürütürken fıkıhtaki fetva metodunu, kadı ise kaza metodunu uygular.(14)- Fukaha tarafından, müftülüğün ve kadılığın adabına dair birçok eser kaleme alınmıştır. Fetva gönüllü işleyen bir kurumdur ve müeyyideye dayalı bir bağlayıcılığı yoktur. Kaza ise bir devlet kurumudur ve bu yüzden bağlayıcıdır. Devlet olmayan yerde kadı ve kaza olamaz.Çünkü bu takdirde mahkeme kararları müeyyide ile uygulanamaz ama gönüllülük esasına göre müftü ve fetva olabilir. Müftünün bir başka rolü de sulh yapmaktır. Sulh, anlaşmazlıkları kadıya ve mahkemeye aksettirmeden, iki tarafın rızasıyla çözmektir, Anlaşmazlık içindeki taraflar, oy birliği ile müftünün hakemliğine başvurup mahkemeye gitmeden aralarındaki meseleyi çözüme kavuşturmayı tercih edebilirler.
Osmanlı yönetimi, her beldeye bir müftü ve bir de kadı tayin etmekteydi. Bunların rolleri ve görev alanları açık bir şekilde birbirinden ayrılmıştı. Osmanlının yıkılması ile şer’ı hukuk ilga edilince kadılık da ortadan kalktı ama müftülük devam etti. Böylece ulema ve fıkıh, toplum üzerindeki etkisini fetva üzerinden sürdürdü.
İçtihat devam ediyor mu etmiyor mu konusu uzun asırlar tartışılsa bile fetva ve kazanın devam edip etmemesi gerektiği konusunda hiçbir tartışma yaşanmamıştır. Bütün fukaha fetva ve kazanın kesintisiz devam ettiği konusunda görüş birliği halindedir. Böylece fıkıh dinamik bir şekilde içinde yaşadığı değişken şartlara cevap vermeye ve insanların davranışlarını yönlendirmeye devam etmiştir.
Fıkıh ve ıslam Hukuku
Fıkhı İslam hukuku olarak adlandırmak doğru olmadığı gibi, Usul-i Fıkıh’ı da sadece İslam Hukuk Metodolojisi olarak tanımlamak yanlıştır. Ancak böylesine yaygın bir kanaat vardır. Bunun sebepleri arasından en önemlisi, fıkhın insanların eline ulaşan ve hayatlarını etkileyen son ürününün ahkâm yani kurallar olmasıdır. Bu yüzden ahkamın fıkıh olduğu gibi bir izlenim doğurmaktadır. Modern ifadesiyle, yasalara hukuk denilmesi de buna benzer. Hâlbuki hukuk ilmi, yasaları üretmeye yarayan bilimdir.
Ahkâm, içtihat, fetva veya kaza ürünü olarak ortaya çıkar.Eğer müftü veya kadı müçtehit ise, onun fetvası ve kazası bir içtihattır. Ancak, müçtehit olmayan müftü veya kadının fetva veya kazası içtihat değildir.
Fıkıh’taki ahkamın sadece bir kısmı hukuk kuralıdır. Söz Konusu bu ahkamın fıkhı kısmı devlet müeyyidesi ile uygulanır ki bunlar İslam hukuku diyebileceğimiz kuralları oluşturur. Ancak, herkesçe malumdur ki Furu-ı Fıkıh’taki bütün Kurallar devlet müeyyidesi ile uygulanmaz. Müeyyide ile uygulanmayan kurallara hukuk kuralı denilemez.
Bundan dolayı, fıkıh ilmini veya Furu-ı Fıkıh’taki bütün ahkamı İslam hukuku olarak adlandırmak yanlış olur. Hukuk kuralları ahkamdandır ancak bütün ahkam hukukun bir parçası değildir. Kısaca fıkıh, İslam hukukunu içine alan daha geniş bir kurallar bütünüdür.
Fıkhın İslam hukuku olarak görülmesi bir takım yanlış uygulamaları da beraberinde getirmektedir. Çağımızdaki bazı sözde İslam devletleri şeriatı uygulamak adına, bütün fıkhı kuralları hukuk müeyyidesi ile uygulamaya kalkışmaktadırlar. Bu durum otoriteryen bir siyasi yapı ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
Ancak hukuki müeyyide ile uygulanmaması gereken kuralları devletin zorla uygulatmaya çalışması fıkhın mantığına ters bir durumdur. Böyle bir yaklaşım en ufak ahlâk kurallarına bile uymayanları hapse atma ve cezalandırmaya yol açmaktadır.
Halbuki söz konusu bu kurallar, devletin baskısıyla ve hukuki müeyyide ile değil gönüllü olarak uygulanır. Uygulanmadığı zaman sosyal ve ahlâki yaptırımlar devreye girer ve kitlesel eğitim yoluyla insanlar bu kuralları uygulamaya teşvik edilirler. İslam tarihinde bu kategoriye giren kuralların uygulanmasını teşvik görevini -yaptırım uygulama yetkisi olmayan- hisbe kurumu üstlenmiştir. Toplum da emr bil-ma’ruf ve nehy anil-münker yani iyiliği emredip kötülüğü nehyetmek görevini yerine getirerek katkıda bulunmuştur. Toplum hata yapan fertlere hukuki müeyyide uygulayamaz ve onları hukuken cezalandıramaz ama ahlaki,sosyal ve kültürel birtakım yaptırımlar uygulayabilir.
Açık Hukuk
Tarih boyunca İslam hukukunun üretimi çoğunlukla sivil ulema tarafından gerçekleştirilmiştir. Devlet genellikle sadece uygulama yetkisine sahip olmuştur. Ancak Osmanlılar ilmiye adında yeni bir sınıf yaratarak ulemanın bir kısmını devlletin bürokratik yapısı içine entegre etmişlerdir.
Klasik dönemde kadılar muteber fıkıh kitaplarına müracaat ederek hukuki anlaşmazlıkları çözüme kavuşturmuşlardır.Osmanlılar, örfe büyük önem vermişlerdir. Ulema örfi hukuku kodifiye etmiştir. Özellikle tazir(15) cezalarının tespit ve uygulanmasında örfe müracaat edilmiştir.
İslam hukukunun kuralları 19. yy’a kadar kodifiye edilme, ye başlanmamıştır. Ancak modernleşmeye paralel olarak bu dönemde, Avrupa’daki modellere benzer şekilde, klasik Fıkıh kitaplarından derlenerek anayasalar ve yasalar hazırlanmıştır.İslam hukukunun başka hukuk sistemlerinden çok önemli farklılıkları vardır. Bunların başmda İslam hukukunun şu özellikler gelmektedir:
(1) İslam hukuku çok değerli veya çoklu mantıkla işler.(16) İslam hukukunda aşağıdaki değerler vardır: farz, vacib, sünnet,müstehab, mendup, tenzihen mekruh, tahrimen mekruh, mübah, haram.Batı hukuku ise iki değerle işler: yasak ve serbest ya da yasal ve yasal olmayan. Fıkıh yukarda saydığımız dokuz değerden birini insan davranışına verir. Batı hukuku ise yasal veya yasal olmama gibi iki değerden birini verir.
(2) İslam hukukunda normatif hakikat tek değildir. Klasik ifadesiyle’ ‘hak değil hakaik vardır.’ Çoğulcu normatif hakikat anlayışının sonucu olarak, farklı içtihatlar ve mezhepler doğmuştur. ”İçtihat, içtihadı nakz edemez”, prensibiyle bütün içtihatların eşitliği garanti altına alınmıştır. Hiç kimse Allah adına konuşma ve nihai içtihadı yaptığını iddia etme yetkisine sahip değildir.
(3) İslam hukuku çoğulcu bir hukuk sistemi üretir. Bundan dolayı Müslümanlar arasında birçok fıkıh mezhebine, Müslüman olmayanlar arasında da birçok dine veya millete hukuklarını üretme ve uygulama konusunda kısmen de olsa müsaade edilir.
(4) İslam hukuku değişime ve çeşitliliğe açıktır. Sosyal değişme (ezmanın teğayyürü) ile hukukun değişimi (ahkamın teğayyürü) arasında bir bağlantı kurulmuştur. Aynı şekilde, örfe özel bir önem verilerek farklı toplumların kültürleri ile hukuk arasında kuvvetli bir ilişki tesis edilmiştir. Böylece fıkıh bir yandan tarihi değişime, öbür yandan coğrafi çeşitliliğe açık bir tavır sergilemiştir.
(5) İslam hukuku, hukuku aşmanın yolunu hazırlar. Hukuk mübadele(değişim) ve mukabele(karşılıklılık) üzerine kurulmuştur. Bu yaklaşım klasik İslam hukukunun temelini oluşturur. Ticaret ve ceza hukuku bu yaklaşımı yansıtır. Ancak, Fıkıh, insanların sosyal ilişkilerinde mübadele ve mukabele ilkesini aşıp, özveri ve sevgi ilkesini benimsemelerini teşvik eder.
Klasik söylemde bu şeriat, tarikat ve hakikat seviyeleri olarak meşhur olmuştur. Mesela, şeriat kısası, tarikat affetmeyi,hakikat kötülük yapanı sadece affetmekle kalmayıp suçluya iyilik yapmayı da emreder. Bu öğreti, bir başka meşhur deyişte “şeriatte bu senin şu benim; tarikatta senin benim yok hepsi ortaklaşa bizim; hakikatte bize ait bir şey yok hepsi Allah’ındır” tarzında özetlenmiştir.
İşte bu özelliklerden dolayı, İslam hukukunu açık hukuk olarak adlandırmak mümkündür. Fıkıh bu özelliği sayesine asırlar boyunca farklı coğrafyalarda hayatiyetini sürdürmüş ve sosyal farklılıkların çatışmaya dönüşmesini önlemiştir. Farklı dinler, dinler içindeki mezhepler, coğrafi bölgeler ve nesiller arası çatışmaların önlenmesi, fıkhın söz konusu bu açık tavrı sayesinde çoğunlukla daha ortaya çıkmadan, mümkün olmuştur.
Ancak fıkhın modern dönemde bu açıklığını aynı derecede sürdürdüğünü söylemek oldukça zor görünmektedir. Hukukun üretimi modern dönemde, ulemadan alınıp, bir devlet işi haline gelmiştir. Bunun sonucu olarak, klasik dönemdeki gibi ulema arasındaki hareketli hukuki tartışmalar azalmıştır. Diğer yandan klasik dönemde geniş yetkilerle donatılmış olan ve elinde kodifiye edilmiş hazır bir kurallar manzumesi olmayan kadıların yerini kuralları hazır olarak alıp uygulayan hâkimler almıştır. Ancak en önemlisi, din ve hukukun birbirinden ayrılmasıyla fıkıh uygulama alanı dışında kalmıştır. Bu ve benzeri nedenlerden dolayı, fıkıhta bir donukluk ve içine kapanma yaşandığı söylenebilir.
Fıkıh’ta Analiz Seviyeleri: Fertler ve Gruplar
Fıkıh hem ferdin hem de grupların davranış ve ilişkilerini inceler. Fıkıhta davranışları incelenen gruplar arasında aile,şirket, cemaat, mahalle, ümmet ve millet ilk akla gelen örnekler arasındadır.
Buradan hareketle fıkıhta iki analiz seviyesi vardır diyebiliriz:
a-Mikro-Fîkıh veya Fertlerin Amellerinin İncelenmesi
Kişinin amelleri fıkıh ilminin en önde gelen uğraşı alanıdır.Özellikle Hanefilerin fıkıh tarifinde kişi (nefs) ön plana çıkar.Hanefilere göre fıkıh, kişinin hak ve sorumluluklarını bilmesidir. Burada, hak ve sorumlulukların ferdi seviyede ele alınması dikkat çekicidir. Ayrıca, fertler arasında ayrım yapılmaması ve genel ifade kullanılması da mühimdir.
Ancak fıkıhta genellikle ‘nefs’ kelimesi yerine farklı çağrışımları bulunan ancak sonuçta aynı anlama gelen ‘ademî’ ve ‘mükellef’ gibi terimler de kullanılır.
Fıkıhta amel ve kesb genellikle ferdidir. Klasik fıkıh’ta günümüzde hükmi şahsiyet olarak bilinen kurumsal kişilik kavramının olup olmadığı tartışmalıdır.
Makro-Fıkıh veya Grupların Amellerin İncelenmesi
Fıkıh, aileyi, şirketi, cemaati ve milleti bir araştırma birimi olarak görür. Ayrıca Kur’an-ı Kerim Allah’ın insanları ve hayvanları ümmetler halinde yarattığını belirtmektedir.
Mesela farz-ı kifaye’nin tanımında analiz seviyesi gruptur. Cenaze namazı farz-ı kifaye’ye örnek olarak gösterilebilir. Farz-ı kifaye olan vazifelerin yapılmasından mesul olan gruptur ancak grubun bazı üyeleri bu vazifeyi yerine getirirse grubun tamamı sorumluluktan kurtulmuş olur. Ancak, gruptan hiç kimse sorumluluğu yerine getirmez ve vazife yapılmadan kalırsa o zaman bütün grup sorumluluk altına girer. Burada tartışma konusu olan durum, bir kolektif eylem meselesidir.
Grup seviyesindeki bir başka analiz örneği de millet ve milletler arası ilişkilerde ortaya çıkar. Günümüzde genellikle medeniyet olarak isimlendirilen dini gruplar fıkıh’ta birer millet olarak incelenir. Yönetici millet (millet-i hâkime) İslam milletidir. Hangi dini gruplara millet statüsünün verileceğinin kuralları belirlenmiştir. Diğer milletlerin İslam milletiyle ve birbirleriyle olan ilişkileri fıkıh tarafından kurallara bağlamıştır. Fıkhın kurallarını koyduğu bu sisteme, modern dönemde Millet Sistemi ismi verilmektedir. Millet Sistemi çok medeni-yetli bir sosyal sistem öngörür.
Fıkıhta Zanni Bilgi, Rölativizm ve İhtilaf
Fıkıhta kesin bilginin olduğu yerde ihtilafa dolayısıyla rölativizme müsaade edilmez. Ancak, fıkıhta kesin bilgi sadece sınırlı bir alanda mümkündür: sübut ve delaleti kafi (kesin) olan delillerle elde edilen bilgiler. Bu sınırlı alanın dışında fıkıh zanniyyat (zanni bilgiler) alanıdır. Zanniyyat alanı rölativizm alanıdır.
Fıkıh, epistemolojik ve metodolojik olarak zanni bilginin yerini kabul etmekle, aslında zanni olan bilgilerin kesin bilgiymiş gibi takdim edilip savunulmasının da önüne geçmiştir. Bu yaklaşım bir yandan gerçekçi bir şekilde insan aklının sınırlarını kabul etmekte, diğer yandan sosyal alanda çoğulculuğun zeminini hazırlamaktadır. Çünkü zanni bilgiler birbirinden üstün değildir ve bir zanni bilginin sahibi başka bir zanni bilginin sahibini taklit etmek zorunda değildir; hatta taklit etmesi haram bile olabilir. Özellikle Hanefi mezhebindeki vacib ve mekruh kategorileri, zanni ve kesin bilgi konusundaki ayrıma gösterilen hassasiyetin bir yansımasıdır.
Fıkıhta iki seviyede rölativizme müsaade edilmiştir: âlimler arasında rölativizm, avam arasında rölativizm.
Birincisi, âlimler arasındaki içtihat ve fetva farklılıklarının doğurduğu rölativizmdir. Bir müçtehit kendi içtihadını bırakıp başka bir müçtehidi taklit edemez. Aynı şekilde bir müftü kendince doğru olan bir fetvayı bırakıp, kendince yanlış olan başka bir müftünün fetvası ile amel edemez.
İkincisi ise, avam (âlim olmayanlar) arasında uygulamada ortaya çıkan “teharri”nin doğurduğu rölativizm. Teharri araştırma demektir. Kesin bilgiye ulaşmanın mümkün olmadığı durumlarda, bir Müslüman kendi imkanları dahilinde araştırma yapar ve ulaştığı zanni sonuçla hareket eder. Ancak bir kişinin alaştığı zanni sonuç başka bir kişiyi bağlamaz.
Kıblenin kesin olarak bilinmediği bir yerde bir grup içindeki insanlar birbirinden farklı sonuçlara varırlarsa, herkes kendince doğru olan istikamete dönerek namazını kılar. Bir kişi kendine göre yanlış olan bir istikamete—sırf arkadaşları öyle dediği için —dönerek namazım eda ederse bu namaz kabul olmaz çünkü kendisi o yönün kıble olduğuna inanmamaktadır.
Hüküm ve Fetva: İlim ve Hikmet
Hükümler soyut ve genel ilkelerdir. Fetva ise bu hükümlerin kişilerin özel şartlan içinde nasıl uygulanacağına dair göreceli bir karardır. Bundan dolayı fetvalar hükümlere nispetle daha fazla görecelilik yansıtırlar.
Genel hükümlerin insanların kendilerine has özel şartlan içinde nasıl uygulanacağına karar vermek özel bir eğitim ve yöntem gerektirir. Bu kişilere müftü denir. Onların fetva verirken uyguladıktan yöntem ise usul’ül-fetva (fetva verme yöntemi) veya resmül-müfti (müftünün takip etmesi gereken usul) olarak isimlendirilir.
Hükümler sabit ve genel olduğu halde, her insanın hayatı çok farklı değişkenleri içeren kendine has bir durum ortaya çıkarır. Dolayısıyla, günlük hayatta bütün bu değişkenler hesaba katılarak hükümlerin uygulamaya konulması gerekir. Eğer böyle yapılmazsa, hükümlerden kastedilen sonuçlar yerine tam tersi sonuçlar ortaya çıkabilir. Bir müftünün soru soran kişinin içinde bulunduğu sosyal ve zihni şartları çok iyi okuyarak fetva vermesi gerekir. Bunun sonucu olarak, aynı soruyu soran iki kişiye, içinde bulundukları şartlar farklı olursa,farklı fetvalar verilebilir.
Ancak gene de kişiler arasındaki öznellik (inter-personal subjectivity) müftünün soru soran kişinin sosyal ve zihni şartlarını tam olarak anlayıp değerlendirmesini mümkün kılmayabilir. Bu durumda kişi kendi kalbinden fetva istemeli kalbinin kendisine söylediğinin zıddına hareket etmemelidir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Müftüler sana fetva verse de sen kalbinden fetva iste.”(17)
İşte bu noktada başka bir göreceliliğin daha devreye girdiğini görmekteyiz. Kişi kendi kalbi fetva vermiyorsa yani uy. gun ve doğru görmüyorsa müftünün verdiği müsaade ile amel etmemelidir; kendi bilincini ve vicdanının sesini dinlemelidir.
Ancak her insanın kalbinin sesi bu ahlâki ve hukuki konularda ölçüt olamaz. Burada söz konusu olan, İslam dini hakkında eğitimli ve selim kalbe sahip, nefis ve şeytanın vesvesesi ile aklın sesini birbirinden ayırt edebilen bir Müslüman’dır. Yoksa dini konularda cahil ve günahkâr insanların iç dünyalarındaki seslerin, nefislerinin veya şeytanın sesi olması kuvvetle muhtemeldir.
Hükümler ve fetva arasındaki ilişki, ilim ve hikmet arasındaki ilişkiyle irtibatlıdır. Hikmet ilimden üstündür çünkü hikmet ilim ve ameli içerir veya başka bir ifadeyle hikmet uygulamaya dökülmüş bilgidir. Allah, Hz. Peygamberim (sav) ümmetine Kitab ve Hikmet’i öğrettiğini beyan etmiştir.(18) Kitap’tan maksat Kuran, Hikmet’ten maksat ise Sünnet’tir çünkü Sünnet Kuran’daki hükümlerin amele dönüşmüş, uygulamaya konulmuş halidir. Hikmet-i ameli terimi geleneğimizde ahlâk, ev idaresi ve siyaset konularım ele alan pratik felsefe için kullanılmıştır.
Azimet ve Ruhsat Arasında Fıkıh
Fıkıhta göreceliliğe müsaade edilen bir başka alan da azimet ve ruhsat ile amel etme konusunda bir Müslüman’ın yapacağı tercihle ilgili alandır. Hiçbir Müslüman azimet ve ruhsat ile amele zorlanamaz; bu tamamen kişinin kendi tercihine bırakılmış bir konudur. Bir Müslüman kendi şartlarını başkalarından daha iyi bilir ve ne zaman azimet, ne zaman ruhsat ile amel edeceğine kendisi karar verir.
Fıkıhta hükümler hiyerarşisi bu konuda yapılacak tercihleri yönlendirmeye yarar. Bir Müslüman farzları yerine getirir ve haramlardan uzak durur. Bu zorunlu bir husustur. Ancak diğer hükümler konusunda müsamaha vardır. Mesela yemekten önce ve sonra elleri yıkamak sünnettir. Ancak burada kesin bir zorunluluk yoktur. Zor şartlar altında bir Müslüman zorluklara rağmen ellerini yıkarsa bu bir azimet olmuş olur ama ellerini yıkamadan yemeğini yerse ruhsat ile amel etmiş olur. Ruhsat ile amel ettiği zaman daha az sevap kazanmış olur. Daha fazla sevap kazanma hedefi insanları azimetlerle amel etmeye teşvik eder ama bu her zaman mümkün olmayabilir.
Geleneksel ulema kendileri bir kural olarak daima azimet ile amel etmişler, ruhsatlardan kaçınmaya azami derecede gayret göstermişlerdir. Ancak kendilerine fetva sorulduğunda, eğer o konuda azimet ve ruhsat ile amel edilmesi mümkünse bu durumu soru soranlara açıklayıp, tercihi onlara bırakmışlardır. Mesela şer’an müsafir (yolcu) hükmünde olan bir kişi müftüye yolculuk esnasında sünnet namazları kılmasının gerekli olup olmadığını sorduğunda geleneksel fıkıh bakış açısından alacağı cevap şöyle olacaktır: sünnetleri kılmak azimet, kılmamak ruhsattır. Ancak âlimler kendileri sünnetleri kılmaya büyük gayret göstermişlerdir.
Geleneksel olarak, sadece sıkıntılı şatlar altında Müslümanlar ruhsatlarla amel etmişler, müsait durumlarda azimet ile amel ederek daha fazla sevap kazanmaya gayret göstermişlerdir.
Ancak günümüzde hem fetva veren hocaların hem de halkın giderek artan oranda nefse kolay geldiği için müsait şartlar altında bile ruhsatlara yöneldikleri görülmektedir.Bunun sonucu olarak azimetle amel unutulma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Çünkü ruhsatlara alışan insanlara azimetle amel zor hatta gereksiz görünmektedir. Diğer yandan belli bir ruhsat ile amel eden avam daha fazla ruhsat ve kolaylık peşinde koşmaktadır. En garip gelişme ise, geleneksel ulemanın aksine,bazı hocaların kendilerinin daima ruhsat ile amel edip,halkı azimet ile amel etmeye çağırmalarıdır.
Kısaca azimet ve ruhsat arasındaki tercih kişinin kendi vicdanında yapacağı bir tercihtir ve fıkhın uygulamaya dökülmesinde önemli bir görecelilik alanı oluşturur.
Fıkhın Gayesi Medeniyeti Korumaktır
Fıkıh’ın kendine has bir medeniyet anlayışı vardır. Medeniyet bir insan amelidir. Her amel gibi medeniyet de irade ve aklın ürünüdür ve insanın bir kesbidir. Fıkıhta medeniyet anlamında genellikle “millet” terimi kullanılır.
Fıkhın gayesi medeniyeti veya içtima-ı beşeriyi ve ümranı korumaktır. îbn Haldun bu yüzden fukaha’nın medeniyeti incelemek mecburiyetinde olduklarının altım çizer. Fukaha şer’î hükümleri makâsıd ile talîl eder yani sebeplerini açıklarlar. Buna göre, zinanın yasaklanması nesli korumak, katlin yasaklanması insan türünü korumak içindir. Zulüm insan türünün fesadına ve medeniyetin harabına götürdüğü için yasaklanmıştır. Fıkhi hükümlerle ulaşılması hedeflenen bu maksatlar veya beklenen sosyal sonuçlar, İbn Haldun’a göre medeniyeti koruma temeline dayalıdır. Bundan dolayı fukahanın medeniyetin niteliklerine dair kuramsal düşünce yürütmeleri ve kuramlar geliştirmeleri zorunludur.(19)
Dipnotlar:
(1)-Usul-i Tefsir ve Usul-i Hadis, yorum metodu içermez. Bu ilimler, yorum meselesi dışında, konularına has diğer meseleleri tartışırlar. Mesela Hadis Usulü, senetlerin çeşitlerini ve muhtelif rivayet yollarını, Tefsir Usulü Kuran metninin tarihi ve farklı kıraatler gibi konulan tartışır. Kuran’ın yorumu söz konusu olduğunda müfessirler Usul-i Fıkıh’a müracaat ettikleri gibi muhaddisler de hadisleri yorumlarken Usul-i Fıkıh’a müracaat ederler.
(2)-Bu konuda bkz. Recep Şentürk, İslam Dünyasında Modernleşme ve Toplumbilim, 2. bsk. İstanbul: İz Yayıncılık 2006.
(3)- İslam devletinin başkanı ise Resulullah’ın halifesidir. Dolayısıyla, insanın insan olarak onuru, devlet başkanın devlet başkanı olmaktan kaynaklanan onurundan daha üstündür.
(4)-Modern hukukta buna kişilik hakkı denilmektedir. Batıda kadınlar ve asilzade olmayanlar, uzun mücadelelerden sonra kişilik hakkım elde etmişlerdir Amerika’da zencilerin kişilik hakkını tam olarak elde etmeleri 1960’larda Sivil Haklar Hareketi’nden sonra gerçekleşmiştir.
(5)-Bazıları hürriyet kelimesinin modern bir kavram olduğunu düşünmektedir. Halbuki hürriyyet kelimesi klasik fıkıhta kullanılan bir terimdir.Mesela bkz.aşağıda imam Serahsi’den yapılan alıntı. Ayrıca, fıkha göre tam bir mükellef hür olandır- Köleler hür olmadıkları için mükellefiyetleri daha azdır Ancak İslam Hukukunda kölelerin de din hürriyetleri vardır;efendileri onları zorla Müslüman yapamaz.
(6)-Türkçe de “harem” diye telaffuz edilen bu kelime, aslmda Arapça’da “haram” olarak telaffuz edilmektedir. Ancak biz burada Türkçe’deki telaffuzu kullanmayı daha uygun gördük.
(7)-(Buhari, Sahihu’l-Buhari, Kitâbü’l-Hac, Bab:132; Bab: el-Hutbetü’l-Eyyame Minâ. Hadisin Buharide ve diğer kaynaklarda başka rivayetleri de vardır.)
(8)-Recep Şentürk, İnsan Hakları ve İslam, İstanbul, Etkileşim Yayınlan, 2006. Bu konuda şu makalelere bkz. Recep Şentürk, “İsmet Ademiyetledir: İnsan Haklarına Fıkhi Bakışlar” Köprü—İnsan Haklan Özel Sayısı (96) 2006,43-54; “Sori- ology of Rights: “I am Therefore I have RightsHuman Rights in Islam between Universalistic and Communalistic Perspectives,” in Islam and Human Rights: Advocacy for Social Change in Local Contexts, (eds. Mashood A. Baderin, Lynn Welchman, Mahmood Monshipouri, Shadi Mokhtari), New Delhi: Global Media Publications 2006; “Adamiyyah and ‘Ismah: The Contested Relationship between Humanity and Human Rights in the Classical Islamic Law”, Turkish Journal of Islamic Studies, 2002 (8), pp. 39-70.
(9)-Bu ibarenin aslı şöyledir:” Li enne Allâhe teâla lemmâ halaqal-insâne ti hamli emânetihi ekramehû bii-‘aql ve’z-zimmeti ti yekûne bihâ ehlen ti vücûbi huqûqilla- hi teâla aleyhi. Sümme esbete lehû el-‘ismete ve el-hürriyyete ve el-mâlikiyyete ti ye- bqâ fe yetemekkene min edâi mâ hümmile mine’l-emâneti. Sümme hazihi’l-emânetü ve’l-hürriyyetü ve’l-malikiyyetü sâbitetün li’l-mer’i min hinin yûledu, el-mümeyyiz ve ğayru’l-mümeyyizfîhi sevâun. Fekezâlike ez-zimmetü ‘s-salihatü fi vücûbil-huqûqi fihâsâbitun lehû min hinin yûledu yestavîfihi’l-mümeyyizü ve ğayru 1-mümeyyizi.” Bkz. Serahsi, Usûl: s. 333-4.
(10)-Kalp yerine onunla müteradif olarak nefs ve ruh gibi terimler de kullanılır. Bir hadisi şerifte ‘Allah sizin bedenlerinize ve dış görünüşünüze değil kaplerinize ve amellerinize bakar’buyrullmuştur. Burada zahir ve bâtın arasındaki gerilim ortaya çıkmaktadır.InsanIar zahire bakar, hatta bakmak mecburiyetindedir.Çünkü batını zaten göremezler. Ama Rakîb olan Allah bâtını da görür ve onu devamlı murakebe eder.
(11)-Fukaha arasında yaygm olarak tekrarlanan kaide şöyledir: Biz zahire göre hükmederiz, bâtına bakma işini Allah üzerine alır (Nahnu nahkumu bizzahir Vallahu yetevella es-serâir).
(12)-Max Weber, Economy and Society : an Outline of Interpretive Sociology (ed. Claus Wittich, Guenther Roth) Berkeley: University of California, 1978.
(13)-Ameliyyât ve vicdâniyyât ayrımı için bkz. Süleyman b. Veli b. Resul el-Kırşeh- ri İzmiri (1102/1690), Haşiyet-ül-Fâdil el-İzmıri ‘alâ’l-Mirât, İstanbul: Matbaa-i Amire, 1890,1, s. 48. Kitap tanınmış Osmanlı fakîhi Molla Hüsrev’in Mirâtu’l- Usûl adlı eserinin haşiyesidir. Mirâtuî-Usûl ise yine Molla Hüsrev’in Mirkâtul- Vusûl adlı eserinin şerhidir. Yazar Ebu Hanife’ye göre Kelam ve tasavvufun da fıkhın bir parçası olduğunun altını çizmektedir.
(14)-Bkz. Recep Şentürk, “Fıkıh ve Sosyal Bilimler Arasında Son Dönem Osmanlı Aydını” İslam Araştırmalım Dergisi, No 4,2000, s. 133-171.
(15)-Had cezaları dışında kalan cezalara tazir cezası denilir. Tazir cezasının miktar ve keyfiyeti hakimin kararma bırakılmıştır. Ancak Osmanlı uygulamasında görüldüğü gibi devlet bunları belirleyip bir standart oluşturabilir.
(16)-Mantık, çok değerli, ikili veya bulanık olabilir. Çok değerli mantık (multi-valued logic), doğru ve yanlış, yasal ve yasal olmayan gibi iki şıkka dayalı olarak çalışan ikili mantık (binary logic) dan farklı bir şekilde, birden fazla değer ile çalışır. Fıkıh, sadece yasal ve yasal olmayan gibi iki değerle değil, bazı fıkıhçılar tarafından ahkam-ı hamse (beş hüküm) diye isimlendirilen en az beş değerle çalışır. Hanefi mezhebinde ise bu değerler çok daha fazladır. Hanefilerin kullandığı dokuz değer şunlardır: haram, tahrimen mekruh, tenzihen mekruh, mübah, mendup, müstehab, sünnet, vacib ve farz. Bu yapısal özellik, fıkhı, Aristo mantığından ve Batı hukuk mantığından ayıran önemli bir husustur. Ancak şu ana kadar üzerinde fazla durulmamıştır. Fukaha, Aristo mantığından istifade etmiştir ama bu hiçbir zaman çoklu mantığı bırakıp, iki değerli mantığı kullanmaya götürmemiştir. Mantık yapısı bir ilmin işleyişini ve işlevinide yönlendirir.Mantıklarındaki yapısal farklılığın sonucu olarak,Batı hukuku bir davranışın yasal ve yasal olmadığını tesbite çalışırken,fıkıh yukarda saydığımız dokuz değerden hangisine sahip olduğunu tespite çalışır.
(17)-Bkz. Ahmed b. Hanbel, IV, 228; Darimi, Büyü, 2.
(18)- Bkz. Cuma Suresi 103/2.
(19)-Mukaddime, 1,332-333.
Prof.Dr.Recep Şentürk – Açık Medeniyet (Çok Medeniyetli Toplum ve Dünyaya Doğru)
İz Yay.