11 EYLÜL KOMPLOSU

11-eylul-komplosu 11 EYLÜL KOMPLOSU

Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a saldırının hemen ertesi günü Beyaz Saray, olup bitenle ilgili olarak kamuoyuna şu açıklamayı yapıyordu: Söz- konusu olan, Afganistan savaşının safhalarından bir safhadır.

Bu resmî iddiaya göre Bin Ladin, hepsi de ABD toprakları üzerinde “cihat” yapmaya azmetmiş Afganlar ile Amerika veya Avrupa’daki göçmenler dâhil bütün ülkelerin Müslümanlarından oluşan bir terörist hava korsanları şebekesi kurmuştu. Onlar bu maksatla dört yolcu uçağını ele geçirmiş ve uçakları uçuş istikametlerinden çevirerek onları, New York’taki ikiz kuleleri ve Washington’daki Pentagon’u, hedefleri üzerinde parçalanarak tahrip ede­bilecek füzeler olarak kullanmışlardı.

Hâdiseleri bu şekilde yorumlamak, Bin Ladin’in bitmez tükenmez bir şekilde kovalanmasını ve Af­ganistan’a hava bombardımanlarının yoğunlaştı­rılmasını kamuoyu önünde haklı gösterme imkânı verecekti.

Ayrıca bu yorum, İslâmcılıkla kasten karıştırılmış olduğu için genel olarak İslâm’a ve bütün müslümanlara karşı Amerikalıların kinini harekete ge­çirmeye de imkân verecekti.

Ronald Reagan tarafından “Şer İmparatorluğu” olarak ilân edilen Sovyetler Birliği’nin çöküşünden beri, nihayet Amerikan yöneticileri yeni bir hedef bulmuşlardı: “Şer İmparatorluğu” olma sırası artık İslâm’a gelmişti. (Dünün komünizmi gibi) bütün dünyaya yayılmış olması itibarıyla İslâm, sadece Or­tadoğu’da değil, ABD’nin 1965’te Endonezya’da Suharto’ya hükümet darbesi siparişi verip 800 bin kişi­yi öldürttüğünü hatırlarsak, Asya ve Afrika’da da, hâsılı yeryüzünün her noktasında Amerika Birleşik Devletleri’nin müdahalesine müsait durumdaydı.

Ne var ki bu Bin Ladin yorumu kesinlikle tutarsız ve savunulamaz bir yorumdu. Nitekim tutarsızlığı, 200 Amerikan yolcu uçağı pilotu ile askerî pilotun katılımıyla derinleştirilen bir tartışmada, teknik yönden bunun mümkün olmadığı ispatlanmıştır. Bu pilotlar tarafından hazırlanan raporda net bir şekil­de şu ifadeler yer almaktadır:

“1 – Bu çapta bir operasyon, 1 Mach’lık (saatte 1.000 kilometrelik) bir hızla ve bu büyük yolcu uçak­larının normal uçuş yüksekliğinde, kurşun kalem büyüklüğünde görünen bir hedefe tam isabetle çar­pacak kadar kesin bir hattı böylesine dakiklikle ta­kip edebilmek için, ancak çok yüksek derecede nite­likli profesyonel pilotlarla gerçekleştirilebilirdi!

2 – Bu kadar mükemmel bir tarzda başarılmış bir operasyon, her metre karesi askerî güvenlik ve CIA tarafından gözetlenen bir gökyüzündeki yönetme­likleri, yasakları, gizli kodları bilmeyi gerektirir.

3 – Bu güvenlik servislerinden hiçbiri saldırı bo­yunca müdahalede bulunmadı. Çünkü, Columbia mıntıkası üzerinde uçan şüpheli her uçağı vurup düşürmek maksadıyla, âni uçuşlar için sürekli alârm durumundaki avcı uçakları, hiçbir emir al­madılar.

4 – Uçak kaçırma veya hava korsanlığıyla mücade­le için Amerikalılar tarafından yapılmış olan araştır­malar çerçevesinde, Amerika Birleşik Devletleri uçağın uçuş plânını felç etmeye ve gerek vurmak gerekse mecburî bir güzergâh dayatmak için olsun, hedef alman uçağı uzaktan yönlendirmeye imkân veren bir sisteme sahiptir.

Demek ki çarpma sırasında bir pilota veya pilo­tun yerine geçecek bir “korsan”a hiç ihtiyaç yoktu.

Bir Awacs uçağından uzaktan kumanda ile her şey eş zamanlı bir şekilde yürütülmüş, raporun ifadesiyle “koreografisi ” yapılmıştı.

Sonuç apaçıktır: Bütün bunlar, hükümet, ordu ve emniyet teşkilâtının çok yüksek düzeyde suça işti­rak ettiğini gösterir. Biz bir vatana ihanetle, hükü­mete karşı kurulmuş bir komplo ile karşı karşıyayız”

CIA, yüksek rütbeli askerler ve siyasî yöneticile­ri, çok geniş çaplı bir savaş yapmak gerektiği fikri­ni halkı kabule mecbur etmek için düzenledikleri böylesi bir provokasyonu ilk defa düzenliyor değil­lerdi ki.

Nitekim Domuzlar Körfezi’ne yapılan başarısız çı­karmanın ardından, Kennedy’nin Fidel Castro’ya karşı politikasını “yumuşak” bulan Ordu komutan­ları ve CIA yöneticileri, Başkan’a Küba’ya karşı Guantanamo şehrinde provokasyonlar yapmayı teklif etmişlerdi: Sokak gösterileri, sabotajlar, limandaki bir Amerikan savaş gemisini batırmaya kadar varan Provokasyonlar… ki 1898’de İspanya’ya karşı savaş ilânında böyle bir gemi batırma hâdisesi bahane olarak gösterilmişti.

Öyleyse bu ilk değildi. Ancak bu sefer yapılan operasyonun bazı yeni unsurları vardı: Büyük bir darbe indirmek için, komplocuların “içeriden” hare­kete geçmeleri, kamuoyunu peşinden sürükleyebil­mek için de içerdeki bu komplonun üzerinin iyice örtülmesi ve bunun “İslâmcı teröristler”in üzerine atılması gerekiyordu. İşin bu kısmı kolaydı, zira 80’li yıllardan beri Şer împaratorluğu’na (Sovyetler Birliği’ne) karşı “cihad”ı organize etmek için CIA, “İslâmcı” denen aşırı hiziplerle sıkı temaslar kuragelmişti.

O zamanlar ABD, Bin Ladin’i “Allah’ın düşmanı” Sovyetler Birliği’ne karşı destekliyordu ve o zaman­lar Bin Ladin’in silâhlı adamları ABD’nin müttefik­leri idiler. Amerika Birleşik Devletleri, Taliban’la da yakın ilişkiler kurmuştu.

Bu sefer, Bin Ladin’in adamları, aynı dinî bahane­lerle, Allah’ın bir diğer düşmanına, yani Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı bir başka savaşa giriş­meye ikna edildiler. Bu kamikazeler, Allah’ın yeni düşmanı Amerika’ya karşı “büyük bir darbe indir­mek için” hayatlarını vermeye artık hazırdılar.

Onlar için bu savaş aynı savaştı.

Komplocular böylece korkunç bir tezgâh kurdu­lar. Öyle ki bu tezgâh, Amerika Birleşik Devletleri’nin maruz kaldığı tehlikeyi ve bu tehlikeye karşı da dünya çapında, tıpkı daha önce Sovyetler Birli­ği’ne karşı yapılmış olduğu gibi, daha saldırgan bir savaş için çok daha kapsamlı bir seferberliğin ge­rekliliğini herkese ispat edecek çapta göz kamaştırı­cı bir gösteri olacaktı.

İnceleyin:  Çanakkale Geçilseydi..

Bu kamikazelerden “uçakları kaçırmaları” isten­miyordu” buna gerek de yoktu, çünkü uçaklar uzak­tan kumanda ile yönetileceklerdi.

Pilotlar tarafından verilen raporda “Ne zaman ki ‘büyük darbe’nin İslamcı fedaîleri uçaklara bindiler, oyun da o an sahnelenmeye başlandı” deniliyor İslamcı kamikazeler bir başka operasyonda, yani bu komployu düzenleyenlerin harekâtında figüran rolü oynadıklarından tamamıyla habersiz kendi operas­yonlarına başlıyorlar. Gizli plâncılar için önemli olan, kadavraların arasında “İslâmcılar”ın kadavra­larının da bulunmasıydı. FBI polisleri yıkıntılar ara­sına “deliller” ilâve edeceklerdi: Arapça pilotluk el- kitapları, Kur’anlar ve hatta pasaportlar…

Geri kalanını zaten medya yapardı.

ABD’de İktisadî, askerî ve siyasî vaziyet bir hükü­met darbesi için elverişliydi. Amerikan ekonomisi koyu bir krizin kenarındaydı. “İşaret lâmbaları” kır­mızı ışıktaydı, çünkü senelerden beri borç ve ticarî açık ha bire artıyordu.

Amerikan devletinin resmî istatistikleri (Nati­onal incomes and product accounts, N.I.P.A), bize Amerika Birleşik Devletleri’nin toplam borcunu ve Amerikan ticaret dengesinin açığını net bir şekilde göstermektedir:

ABD’nin borcu

1980 yılında 4 trilyon dolar idi.

1990’da 14 trilyon dolara çıktı.

2000’de 26 trilyon dolara yükseldi.

Ticaret dengesi açığı

1995’te 150 milyar dolardı,

1999’da 250 milyar dolar oldu,

2000’de 450 milyar doları buldu.

Bu resmî rakamlar, ABD’nin devletle ilgili hu­suslarda (bir taraftan silahlanmada, diğer taraf­tan da kendi suç ortaklarına, bilhassa da İsrail ve Mısır’a verdiği baştan çıkarıcı yardımlarda) diz­ginsiz bir harcamanın yapıldığını ve bu arada ai­lelerin borçlarının ve çılgıncasına kredi kullan­malarının sürekli olarak arttığını gözler önüne sermektedir.

Öte yandan, işten çıkarılanların sayısı giderek fazlalaşmakta ve ekonomik faaliyetin ana gösterge­leri 1962’den beri en alt düzeyde bulunmaktadır.

Hem yatırımı teşvik etmek hem de faizlerin inme­siyle tüketimi kolaylaştırmak maksadıyla, Merkez Bankası tarafından kararlaştırılan ve 2000 yılının başından bu yana dokuz defa uygulanan faiz yüzdelerinin indirimleri, ekonomik durgunluğu engelle­yemedi. Bankalardan istenen ivedi krediler 13 yıl­dan beri en alt seviyeye indi.

Seçim kampanyası sırasında ve ilk aldığı karar­larda bir çeşit izolâsyonizmi yani ‘Amerika kendi işine bakar, Avrupa’dan ona ne?’ politikasını andı­rır bir tavırla “füze kalkanlarından” ve “Orta Do­ğu’dan sıyrılma ihtimalinden” söz etmiş olan oğul Bush’un politikası açısından bu durumlar büyük sı­kıntılar doğuruyordu.

Tabi Bush’un bu politikasına karşı da Amerika Birleşik Devletleri’nin gerçek siyasî güçleri olan bü­yük sanayi ve finans lobilerinin, bankaların, petrol­cülerin, uçak yapımcılarının (Boeing, Lockhead), genel olarak silâh sanayii ile Amerikan politikasına bir başka istikamet vermek isteyen askerî lobinin endişeleri giderek artıyordu.

“Asker ve sanayi lobisi”, İkinci Dünya Savaşı’nın sağladığı malî rahatlamanın ardından, Kore Savaşının Amerika Birleşik Devletleri’ni savaş sonrasının ilk krizinden esirgeyen bir “ekonomik büyüme”yi nasıl sağlamış olduğunu unutmuyordu.

Ancak o büyüklükteki bir savaş, hâlihazırdaki ekonomik dar boğazlan aşma imkânı verebilirdi.

Hepsi de Amerika’yı ekonomik durgunluktan yi­ne ancak çok büyük çaplı bir savaşın selâmete erdi­rebileceğini düşünüyordu.

Gelin görün ki Afganistan Savaşı batağa saplan­dı. Oysa büyük Amerikan petrol şirketleri, Hazar petrollerine ulaşmak ve bu petrollerin Bakü’den Trieste’ye uzanan boru hatlarıyla Avrupa’ya yol alması­nı kontrol etmek için, (Yugoslavya ve Kosova savaşı­nın ardından) bu savaşı çok önemli bir merhale ola­rak görüyorlardı.

Öte yandan, “küreselleşme” projeleri gitgide da­ha fazla direnişle karşılaşıyor. Daha önce Seattle’da birtakım ülkelerle çeşitli sosyal tabakaların durum­ları benzeşiyordu. Avrupalı köylülerle Amerikalı çiftçiler, önde gelen yöneticileriyle Amerikan sendi­kaların üyesi Avrupalı sendikacılar da aynı durum­daydılar.

Nitekim Cenova’da, küreselleşmenin elebaşıları, halkın gazabından yakalarını kurtarabilmek için oturumu bir gemide yapmayı öngörmüşlerdi.

Bir kere daha hatırlatalım ki seçim kampanyası sırasında ve ilk aldığı kararlarda bir çeşit izolasyonizmi yani ‘Amerika kendi işine bakar, Avrupa’dan ona ne?’ politikasını andırır bir tavırla “fü­ze kalkanlarından” ve “Orta Doğu’dan sıyrılma ih­timalinden” söz etmiş olan oğul Bush’un politika­sı böylesi zor durumlar karşısında hiçbir hal çare­si getirmiyordu.

ABD ve İsrail’in çok sert bir şekilde itham edil­dikleri Güney Afrika’daki Durban Konferansı’nda Amerika Birleşik Devletleri’nin bu tecrit hâli, bu yalnızlığı daha da net bir şekilde görülür.

O Konferans, İsrail hakkında, bu devletin ırkçı bir devlet olduğu hatırlatmasını da yaptı. Nitekim daha önce Birleşmiş Milletler Genel Asamblesi’nde İsrail’in ırkçı devlet olduğu oylanmıştı. Bu karar da­ha sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin dayatmala­rı neticesinde iptal edildi.

O Konferans’ta ayrıca Afrikalı delegeler, Nürnberg’te görülen Nazi yöneticilerinin davasından bu yana, milletler arası hukukun “insanlığa karşı işle­nen suçlar”ın zaman aşımına uğrayamayacağını ka­rara bağlamış olduğunu da hatırlattılar. Onun için de, insanlığa karşı suçun en korkuncu olan köleli­ğin kurbanı olan Afrikalıların bunu tatbik etmiş olanlardan, yani Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ül­kelerinden tazminat alma hakları olacaktı.

İnceleyin:  Türklerin bir tarihi var mı?

 

Sonuç

Bush (11 Eylül hâdiselerinden sonra) güdeceği politikayı ilkin bir “Haçlı Seferi” olarak takdim etti. Bu “Haçlı Seferi”, Avrupa’nın bütün eski sömürgeci ülkelerinin yöneticilerini Amerika Birleşik Devlet­leri’nin etrafında toplayacaktı.

Ne var ki bu “Haçlı Seferi”, Amerika Birleşik Dev­letleri’nin muhtaç olduğu en önemli petrol rezervlerini ellerinde bulunduran Müslüman ülkeleri de Kapsamış oluyordu.

O yüzden Bush, yürüteceği siyasetin adını değiş­tirdi. Bütün hükümetler kendi muhaliflerine karşı sindirme hareketlerini “teröre karşı mücadele” şek­linde yoğunlaştırsın diye de, Amerikan yayılmacılı­ğı girişimine “teröre karşı savaş” adı verildi.

Hem sonra bu adlandırma, (teröre karşı) koalis­yona katılmayı reddeden bütün devletleri “teröriz­min suç ortağı” olarak damgalatabilecekti.

İlk “boyun eğenler”den Tony Blair, “anti-terörist” baskıcı kanunlara yeşil ışık yaktı. “Anti-terörist Bill” buyurur: Bir bakanın basit bir talebi üzerine herhangi bir yabancı gözaltına alınabilecek ve bu yabancı kendi aleyhindeki suçlamaların neler oldu­ğunu ve niçin tutuklandığını bilmeyecektir. Alelace­le konan 109’uncu madde artık bütün bakanlara, Meclis’ten geçmesine gerek kalmadan kanunların üstünde olma imtiyazını tanır. “Habeas corpus”un (İhzar emri: Tutuklamanın yasal yollardan yapılıp yapılmadığını tespit için, tutuklunun hâkim önüne çıkarılması emri; kanun dışı tutuklanmayı önlemek için, vatandaşın hâkim huzuruna çıkmayı isteme hakkı.) kazanılmasıyla sağlanmış olan keyfî idareye karşı 800 yıllık direnme geleneği, böylece birkaç saat içinde silinip atıldı.

Avrupalı diğer uşaklar bu örneği takip ettiler ve bu şekilde (Avrupa’daki polisin Europolis yapılma­sının ardından) adaleti de bir “Euroadalet” içinde merkezileştirerek Maestricht’in egemenlik devir teslimi işlerini tamamladılar.

2002 başlarında, Nürnberg’te yapılan bir “Avrupalı” hukukçular konferansı, bu projenin ana hatla­rı çizdi. Netice itibarıyla her “Avrupalı” vatandaş, kendi ülkesine yabancı kanunlara göre tutuklanıp yargılanabilecektir.

İşte bir kere daha görülüyor ki, bizzat Maestricht Anlaşması’nda kullanılan ifadeye göre “Av­rupa, Atlantik İttifakı’nın (NATO’nun) sadece Av­rupa ayağı olabilir. ” Zaten NATO’nun o 5. maddesi bizim askerî bağımsızlığımızı bizden almakta ve bizi Körfez’den Yugoslavya’ya, Somali’ye, Afganis­tan’a kadar bütün Amerikan saldırılarına ortak etmektedir.

“Anti-terörist” denilen ittifakı zorla kabul ettiren Bush’un buyrukları, Amerikan politikasına bizi ar­tan bir bağımlılıkla bağlamış oldu.

Bu dünya hâkimiyeti politikasına boyun eğmeyi reddeden devletlere karşı Bush; Irak, İran ve Kuzey Kore’yi “terörist” devletler diye ilân ederek derhâl tehditler savurdu.

Birkaç ay sonra Bush, bu çılgınca şantajında bir adım daha atarak, bu devletlerden birçoğuna karşı atom bombası kullanma tehdidinde bulundu.

Bu yeni barbarlığa karşı mücadele etmek için, öncelikle “baş düşman”ın kim olduğunun belirlen­mesi ve bunun bilincine varılması gerekir.

Çünkü bugün bizler birçok bakımdan, Alman iş­gali sırasındaki vaziyete benzer bir durumda bulu­nuyoruz. 19. ve 20. yüzyılda derin manalar ifade et­miş olan “sağ”ile “sol”arasındaki bölünmeler, artık işbirlikçilik veya direniş şeklinde yeni bir bölünme­ye kaymıştır.

Bölünmeler, meselâ sınıf, önemini kaybetmiş de­ğildir. Fakat Fransa’nın bir yabancı güce boyun eğ­mesi, sosyal mücadelelerle millî mücadeleleri birbi­rinden ayrılmaz hâle getirmiştir. Büyük teşebbüs­ler, bunlara sermaye yatırmış olan milletler arasıbüyük tröstlerden bağımsız olamayacaklarından, Fransız ekonomisi bir kere daha yabancı çıkarlara boyun eğmiştir.

Şu hâlde, işsizliğe, eşitsizliklere, imalâtın baş­ka ülkelere kaydırılmasına, iflâslara karşı yeterli ve tutarlı bir mücadele, Amerikan ekonomik kuru­luş ve güçlerine karşı da güçlü bir direniş gösteril­meden yürütülemez. Nitekim dün Almanlara karşı yaptığımız kurtuluş savaşımız da, hem ekonomi­mizin hem de siyasetimizin işgalcinin isteklerine boyun eğmesine karşı verilen mücadeleye sıkı sı­kıya bağlıydı.

Şu anda Avrupa, yaşlı kıt’a üzerindeki Ameri­kan hâkimiyetinin konak yerinden başka bir şey değildir. Zaten Avrupa bugün bir Amerikan Avrupa’sıdır.

Öyleyse, Amerikan hâkimiyetinin âletleri olan ve “Fransız” kanunlarının yüzde 70’inin belirlendiği NATO, İMF, Europol (Avrupa Polisi), Eurojust (Av­rupa Adaleti) vb. gibi milletler arası kuruluşlarla bü­tün bağlan koparmak lâzımdır.

Elbette bir köşeye çekilelim diye değil, tam ak­sine eşit haklara, bütün medeniyetlere ve bütün kültürlere yer veren “uyumlu” bir küreselleşme değil de, tek bir metropolün hizmetine sunulmuş yeni bir sömürgecilik şekli olan “imparatorlukvari” bir küreselleşmeye kapı açan bir “globalleşme”nin bugün, bizim gibi, tehdidi altındaki üçüncü Dünya ülkeleri ile verimli ve bağımsız ilişkiler kurmamızı engelleyen hususlardan yakamızı kur­taralım diye…

11 Eylül’ün gerçek anlamı da işte tam burada ortaya çıkmaktadır: 11 Eylül saldırısı, o komplocuların 21. yüzyılı Huntington’un senaryosuna uygun olarak ortaya koymak ve mizansenleriyle de bunu ayan beyan göstermek istedikleri gibi, ne İslâm ile Hristiyanlık arasındaki, ne de Doğu ile Batı arasın­daki bir çatışmanın dışa vuruşudur.

11 Eylül 2001’in derin anlamı, kendisinin hayatta kalabilmesi için elverişli metotlar bulma peşindeki kapitalist ve sömürgeci Batı’nın iç çelişkilerinin patlamasıdır.

Roger Garaudy, Amerikan Efsanesi, 99-110 s.

Bu değerlendirme, “Amerikan Efsanesi” ikinci baskısını yaptıktan sonra yazar tarafından bize gönderilmiş ve esere ilâve edilmiştir (Çev.)

Yusuf Aslan

Tarih talebesi ve ilme pek meraklı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir