Medeniyet Batı’dan Niçin Uzaklaşıyor?
Romalılar, “Benim yurdum yalnız bu dünyadır” derler, din şuuruna iltifat etmezlerdi. Resmî ilâhları, şekil ve renk değiştirmiş, eski Yunan tanrılarıydı. İnanmadıkları bu ilâhlar, hayatlarında tesirli olmaz, geleneklerinde gölgeler misâli bulunurlardı. Ciddî bir Tanrı fikri olmadığından, Roma’da vicdan teşekkül etmemişti. İlk Hıristiyanları aslanlara parçalatacak kadar hunharlaşan bir cemiyette vicdandan nasıl söz edilebilir?… İdealleri de Roma’ya menfaat sağlamak amacıyla diğer milletleri mağlup etmek, köklerini kazımaktı. İmtiyazlı sınıfın refahı uğruna başvurdukları zulümler onlara vahşîlik gelmezdi. Adalet ise yalnız imtiyazlılara aitti. “Epartakus”larm herhangi bir İnsanî haklan yoktu. Hayat ve medeniyet konularındaki görüşler madde ile sınırlıydı.
Daha sonra Batı’ya hakim olan Hıristiyanlık Hz. îsâ’nın tebliğlerinden çok, papa ve papazların anlayışlarını yansıtıyordu. Onlar da kilise hâkimiyetini yerleştirmek maksadıyla Hıristiyanlara, “Benim yerim bu dünya değildir” görüşünü benimsettiler. Bu zihniyet Ortaçağ Avru- pası’nın yapıcı, yaratıcı gücünü yok etti. İlimler dondu, hurafeler hakim oldu. Batı, yüzyıllarca kilise ve ruhban sınıfıyla dîni bir gördüğünden, büyük kalabalıkları düşünmemeye mahkûm etti; çünkü düşünme, yalnız kilise mensuplarına aitti. Halbuki insan, düşüncenin tadına vardığı sürece biyolojinin kanunlarından kurtulur, hayvan olmadığının şuuruna varır.
Batının sosyal hayatı, tahayyül edilemeyecek kadar ilkel kaldı. Dînî taassupla tertipledikleri Haçlı seferleriyle Doğudaki ışıkla karşılaştılar; aydınların bazıları da Endülüs’teki gelişmeleri fark ettiler; Cenova ve Venediklilerin ticarî ilişkileri de İslam’ın dünyevî yönünü engizisyon diyarında etkili kılmaya başladı. Fânî hayatı hakîr gören Hıristiyanlığın insandaki meşrû faaliyet ve tabiî arzulan öldürmeye çalışması da ruhları isyana hazırlamıştı.
Batı aydını, hür düşünebildikçe kiliseye başkaldırdı. Ortaçağ, kilise sultası ile Avrupa dehâsının mücadele tarihidir. Kilise esaretinden kurtulan düşünce, bilhassa on dokuz ve yirminci yüzyıllarda, insan üzerinde rûhî ve mâ- nevî otorite namına ne varsa ortadan kaldırdı.
Ruhlarında oluşan isyan, varlıkları üzerinde durup düşünmelerini engelledi. Kâinatın bir yaratıcısı bulunduğunu inkâr gücüne sahip olmamalarına rağmen, ilim insanları Allah’ın varlığını düşünmeyi bile hurafe sayarlar, böyle bir düşünceden nefret ederlerdi. Kin veya düşmanlıkları ispat veya delîle dayanmaz, peşin hükümlerden kaynaklanırdı. Kilisenin bir daha hâkimiyet kurması endişesiyle dîne zıt olan cereyan övülürdü. Tabiat üstü bir kuvvete inanmak, realitelere dayanamayıp, devekuşu misâli başı kuma gömmek kabul edilir, aynı zamanda şahsiyet noksanlığının da belirtisi sayılırdı. Fizik, kimya gibi müspet bilimlerle meşgûl olan bir âlim, tabiat üstülüğe inandığı takdirde, ilmî kudret ve kişiliği ne olursa olsun, ilmî mahfillerde güvenilirliğini yitirirdi. Yaptığı işler, elde ettiği müspet sonuçlar ve bütün eserleri değersiz hale gelirdi. Bu telakkinin etkisiyle on dokuzuncu yüzyılın başlarında deneye dayalı bilimler (senienne), dînî (religion) bilimleri mağlup etti. Kökleri mâneviyat âleminden geldiklerinden, ahlâk kuralları da hükümsüz kaldı. Hıristıyanlık inancı, bilgi gerçeğine boyun eğdi. Modern ilimlerde ve mantıkta mânâları olan ahlâka yöneldiler. Mâneviyat, daha doğru bir deyişle. “Yaratıcı” inancı, ya ilmi gelişmelerden haberi olmayanların, yahut da ilmi gelişmelerin sınırlarını sezen büyük âlimlerin vicdanlarında kaldı.
İç dünyalarını unutmuş gibi davranıyorlardı. Hayat felsefeleri daha müreffeh yaşamak esasına dayanıyordu. Bu hayata yardımcı olan müspet bilimler, mabutları haline geldi. Ahlak felsefeleri pratik fayda temeline oturunca, hayır ve şerri birbirinden ayıran en değerli ölçünün maddî ilerleme olduğunu kabul eden bir insan tipi ortaya çıktı.
Aslında Batı, Allah’ı inkâr etmiyordu. Yaşadığımız kâinatın sır dolu halinden dolayı zekâsı ona bir “Yaratıcı”nın olduğunu söylüyordu. Fakat onlar kilise ve ruhban sınıfının hegemonyasına tekrar düşmekten korktukları gibi, “Allah’a inanmakla ne elde edeceğiz?” sorusunu da kendilerine soruyorlar, ucunda bir dünyalık göremediklerinden Allah ve inanç kavramlarını ilgi alanlarının dışında bırakıp, maddî âleme dalıyorlardı.
Batılılar eşyanın kombinezonlarından göz alıcı harikalar sergilediler. İç donanımlarındaki boşluğu sezdikçe, tatmini maddî dünyalarındaki başarılarında aradılar. Sömürge imparatorlukları kurdular; hiçbir mazlumun feryadına aldırmadan yerüstü; yeraltı zenginliklerine sahip oldular. Hıristiyan rengine bürünmüş mâzî, Batı’da dirildi; Avrupa Romalılaştı.
Bu gelişmeler müspet bilimlerin ürünü olan tekniği hayatın esası yaptı. Getirdiği zenginlikle hürriyet ortamı hazırlaması gereken endüstri, kâinatın odak noktası olması lazım gelen insanı, nesnelerin egemenliğine mahkûm etti. Üretim aracı gibi görülmeye başlayan insan, onu sürekli kemiren bir çarkın içine itildi. Teknik ve entelektüel ilerlemeye nazaran gerileyen kültür dinamizmi, sıcaklığını yitirdi; Goethe’lerin, Beethoven’lerin, Balzac’ların diyarında hayatı ucuz yoldan kazanmak isteyen foto-modeller, ölüm tuzakları hazırlarken kaygı duymayan bilginler yetişmeye başladı. Aşınan moral değerler yerlerini piyasa ve makinenin ihtiyaçlarına bıraktı.
Maddî ihtiyaçları körükleyenlerin, artık söz geçiremedikleri bu gücün ayakları altında ezilmeleri mukadderdi; çünkü bu güçler zincirlerinden bir boşaldılar mı artık durdurulamazlar. Bu da Batıyı sömürüye, ahlâk dışı yollara sürükleyerek aslına rücû ettirdi. Yunan mitolojisine göre ilk medeniyetin temellerini atan Promethee ateşi çalmamış mıydı? Ardından Roma’nın dirilmesi tarihin tekerrürü değil miydi?
On sekizinci yüzyılın sonlarında İskoçya’da görünen çıkarcılık ahlâkı, endüstrileşmiş Batı toplumlarına yayıldı. Başkalarını yargılamak esasına dayanan, menfaati hayatın aslî gayesi haline getiren ahlâk telakkileri insanı çileden çıkaracak kadar ferdiyetçiliğe sebep oldu. Ferdiyetçiliğin getireceği yalnızlıktan ürkütmedi; bilakis tercih edildi. Paylaşılan mutlulukların artacağı, acıların azalacağı onlar için hayatın kanunu olmadığı zannedildi. Mutlulukla, hayatı hoyratça yaşamak eş anlama geldi.
İnsanın kendi kendine yetmeyeceğini anladıklarında, hayat üslûpları onları sımsıkı sarmış; yalnızlık, tedavisi mümkün olmayan hastalık halini almıştı. Alkolde, uyuşturucuda hayatı aramaları, oyalanmak için dünyayı adım adım dolaşmaları çare olmadı; zira ayılan kendini daha feci bir ortamda buldu; dünyanın öbür ucuna giden de dertlerini beraberinde götürdü.
Hayat telakkilerini sîgâya çekmeye başladılar. Ne yazık ki bu yolda da herhangi bir mesafe kaydedemediler. Yunan ve Latin medeniyetini temel almayan milletleri barbar, kültürlerini ilkel ilan ettiler. Mecliste, millî eğitim komisyonunda ünlü M. Brocke’nin söylediği şu cümleler Batı’nın kolektif kanaati idi. “Grek-Roma medeniyetinin içinde yaşıyoruz. Bizim için başka medeniyet yoktur. Greko-Romen medeniyet bizim için tek medeniyettir.” Einstein’in deyimiyle, “Önyargıları kırmak, atomu parçalamaktan daha zor” olduğundan koza gibi ördükleri dünyalarının dışına çıkmaları mümkün olmadı.
Antenleri geleceğe dönük olan büyük sanatkârların, Toynbee gibi ünlü mütefekkir bilginlerin, kilisenin gayretiyle yeni bir heyecanla din veya felsefeye sarılması da ciddî sonuçlar vermedi ve vereceğe de benzemiyor; zira müspet, bilimlerle oluşan idraklerine kilise ve eldeki İnciller anlamsız görüneceklerinden, dinlerinin yol göstericiliği özelliği kalmadı; felsefeleri ise günlük resimlerin istismar konuları haline geldi.
Fek çok dehâ, kurtuluşu beyinlerine sıktıkları kurşunlarda aradılar. Goethe dikkat çekici dengesini, önyargısını kırıp İslam dünyasına uzanabilmekle kurabildi. Alkolde, uyuşturucuda teselli aramayı basitlik kabul eden Nietzche gibi, “üstün insancıların çıldırmak, biricik sığınakları haline geldi. Dostoyevski karışık bir dünyada telef olup gitti. Tolstoy sıradan bir insan gibi yaşamanın hasretiyle yanıp tutuşarak öldü. Bergson müspet bilimleri sezgi ile tamamlamaya çalıştı; Russel, “Niçin Hıristiyan Değilim” kitabım yazdı; ama ne olduğunu yazacak gücü kendisinde bulamadı.
Batı’nın normal insanı kendinden kaçar hale geldi; hiçbir şeyi dert edinmeden ânını yaşamak telaşına kapıldı; fakat ne vicdanından, ne de idrakinden kurtulabildi.
Mehmed Niyazi-Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği