Gevdemde kuvvetüm Sensin başum götürüp gitmege…
Yunus
Günümüzde insanlar bilgiyi arar oldu, hikmeti değil. Oysa bilgi mazidir, hikmet ise gelecek…
Amerika Yerlisi Lumbee Kabilesi
Bazı köprülerin altından çok sular aktı. Keşke olmasaydı diyeceğimiz şeyler artık her gün bu topraklarda oluyor…
Anadolu Ruhu kayboldu. Yerini nerden geldiği belirli yeni ideolojiler sağanağı ve modernist din anlayışları aldı.
Peki neden bu hale geldik? Rahmetli Cemil Meriç şöyle
söylüyor;
Garp medeniyeti galip, İslâm ve Budist-Brahman medeniyeti mağlup. Bunu bir kere açık ve kat’i olarak itiraf etmelidir. Mağlubiyet iki türlüdür: maddî ve manevî. Maddî mağlubiyetimiz aşikârdır. “İslâm cemaatleri, birbiri ardından velveleli bir tarzda sükût etmekte ve mahvolmaktadır. İslâmiyet’in son müstahkem kal’ası olan Osmanlılık da bugünkü hâl-i perişaniye maruz kaldı.”
Manevî mağlubiyetimiz de inkâr edilemez. Mağlubiyet nedir? “Başkasının şahsiyetini kabul ve iradesine tâbi olmak. Gerek Müslümanlar, gerek sami ırk, elbiselerinden ve evlerinin tefrişatı gibi hayatın maddî tecellilerinden başlayarak, edebiyat, musiki gibi manevî hususatın en munis köşelerine kadar Avrupa modellerini taklit etmektedirler. Hele içtimaî, siyasî, fennî, terbiyevî müesseselerde Avrupa’nın büsbütün şakirdidirler.”
Frenk Ahmet’ten alıntı yapan Cemil Meriç en sonunda Ahmet’in kurtuluş önerisinin ne olduğunu söyler; Batı’ya Teslimiyett!!!
* * *
Daha önce Eksiklik Kompleksi başlığında değinildiği gibi İslam dünyasının 18. Yüzyılda Batı dünyasıyla karşılaşması problemli olmuştur. Bunun nedeni müslümanların askeri ve siyasi olarak yenilgi içinde olması ve bu yenilgi sonunda içine girdiği aşağılık kompleksidir.
Aşağılık kompleksine giren kişiler sürekli kendilerini ispat etmeye çabalarlar. İslam dünyasındaki aydınlarda yenilginin yarattığı bu hissiyattan kendini kurtarmak için yeni düşünceler ürettiler…
Ama bu üretilen düşünceler aşağılık kompleksli düşüncelerdi. Daha modernist veya daha gelenekçi ama temelde yenilgiyi ve çelişkiyi kabul etmeyen düşüncelerdi. Tabii bu süreç batılı ideolojilerin ve düşüncelerin islam dünyasını ele geçirişini hızlandırdı.
Konu dini olduğu için burada İslamcılık ideolojisine kısa bir değinelim. İslamcılık geleneksel islama bir tepki üzerinden yayıldı. İncelersek Vahhabilik’le bir kardeşlik ürettiğini görürüz. Örneğin Reşit Rıza’nın ümmetçilik anlayışı tıpkı Vahhabilik gibi Suudicilik ve arapçılık çizgisindedir. Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh gibi İslamcı ideologlar ve fikirleri İslam yerine arap milliyetçiliğini güçlendirdi.
İslamcıların ürettiği bir diğer fikir ise püriten islam anlayışıdır. Yani dinin ilk kaynağına inme anlayışı. Selefi düşüncenin yeni versiyonu yani neoselefilik bu dinin ilk kaynağına inme anlayışının yansımasıdır.
Ülkemizde son zamanlarda parlatılan Sadece Kur’an Yeter fikriyatı doğrudan İslamcı ideoljiden türemiştir. (Bknz. Kur’an Müslümanlığı ve Neoselefilik)
Bu yeni İslami yorumlar ne kadar dinin özüne dönmeyi vurgulasada gerçekte liberalizmden tut sosyalizme kadar batılı ideolojileri dinin içine sokma maksadı güttü. Ve bugüne kadar bunu yaptı.
Çünkü kazanan Batı’ydı. Ve yeni değerler batıya ve onun illeti olan modernizme uygun olmak zorundaydı…
İslam akıl dinidir vurgusu islamın içinden çıktığı için değil modernizm ve pozitivizme uygun olduğu için kullanıldı.
* * *
Buraya kadar bunları anlatmamın sebebi Tasavvuf karşısında konumlanan kutsal ittifakı serimlemek istemem. Vahhabilik-Neoselefilik-İslamcı Modernistler-Sadece Kur’ancılık ve dini salt fıkıh dairesine hapseden anlayışlar…
Sözler hep aynı; tasavvufçular kafir, tasavvufçular putperest, tasavvufçular müşrik, tasavvuf islam dışı, tasavvuf kabaladır, tasavvuf hinduizmdir, tasavvuf islam dünyasının geri kalma nedenidir, tasavvufçular ajan, tasavvuf panteisttir, tasavvuf paralel dindir, tasavvuf mevalilerin intikamıdır vs. vs.
Sonu gelmeyen iddialarına destekte bulurlar. Çok sağlam bühtanları vardır. Tabii yerseniz;D
Ellerine cımbızladığı ayetleri alıp (bu ümmette hiçbir cemaat kurandan ayet cımbızlayarak fikrine destek çıkmakta sıkıntı çekmemiştir) kafalarındaki ilkel tevhid anlayışına uygunsuzluğa yorarlar tasavvufu. Daha sonra kendileri muvahhid olur, karşısındakiler müşrik…
Bir taraftanda bilinçaltlarına yerleşmiş arapçılık hissiyatlarıyla sağa sola mevali derler. Bununla da kalınmaz tekfir bayrağını gururla taşırlar… Uydurulan din tasavvuf olduğu için indirilen dinin mensupları onları eleştirenler oluyor. Tasavvuf islama aykırı ve tasavvuf ayrı bir din olunca kendileri de gerçek muvahhid, gerçek müslüman oluyorlar herhalde…
İşin en güzel tarafı da bundan sonra başlar. Oryantalist iddiaları çok güzel sahiplenirler kendilerine muvahhid diyen arkadaşlar. Panteizm, ezoterizm, kabalanın, neoplotanizmin ne olduğunu bilmeden batılı üstatlarının dediklerini içselleştirirler.
Tasavvufa İslam dışı kaynak arama oryantalist çalışmalarla zirveye oturmuştur… Selefi/Vahhabi/Modernistlerin iki yüzlülüğü işte burada. Oryantalistlerin Hz. Muhammed ve Kuran hakkında söyledikleri meydandayken tasavvuf ve rivayetler hakkında söylediklerini kabul ederler.
Oryantalistlere göre İslam dini Hristiyanlık, Yahudilik çakmasıdır. Kur’an bu dinlerin metinlerinin karışımıdır. Bu bakış açısında rivayetler elbette halk hikayeleri, tasavvuf elbette başka felsefelerin çakması olarak kabul edilir. Bunda sıkıntı sana ait olan her şeyi yok sayan batılıda değil, senin batılının görüşünü sahiplenip kendi kültürüne dışarıdan kaynak aramanda.
* * *
İslamcıların ve selefilerin bir diğer uyanıklığı bazı alimlerin birbirlerine veya farklı gruplara reddiyelerini kullanmaktır. Ve kendi kafalarındaki çarpıtılmış tasavvuf algısını benimseyerek tasavvufi metinlerden kelime cımbızlamaktır.
Örneğin İbn-i Arabi’ye yapılan tekfirler üzerinden bütün tasavvufu din dışı ilan etmek ne kadar kolaycılıktır. Ya da uyanıklık mı desem?
Halbuki İbn-i Arabi bir ekol kurucusudur ve metinlerindeki semboller ve mecazların anlaşılmayıp tartışmalar doğurması gayet normaldir. İbn-i Arabi’ye reddiyelere bakıp tasavvufu karalamak ancak cahillere yakışır.
İbn-i Arabi’ye reddiyeler de genelde batıni yorumlarındandır. (Reddiye yapılan görüşlerinin aslını ve şeriata uygunluğunu okumak için tıklayın..)
Bir tarikatın içine bid’at veya hurafe karışmış olabilir. Ama bunu merkeze alıp bütün tasavvufu dindışılık veya islamdışılıkla itham ne kadar doğrudur?
Önceden işlenmiş bu zihinle nereye varılır? Tabii ki Mesnevi gibi kitaplardan kelime cımbızlayarak insanları karalamaya.
Mesnevi önsözündeki ifadeler tamamen tasavvufi terminolojiyi bilmemek ve cehaletten ‘şirk’ olarak adlandırılır.
Bakış kötü olunca değişir aynadaki görüntü…
Mesnevideki o ifade peygamberlik iddiası nedeniyle mi? Yoksa ‘bu Mesnevi Alemlerin seyyidinden ve mürebbisinden tedricen kalbe ilham olunmuş ve ilahi ilham yoluyla bırakılmıştır’ demek için mi?
Hadi bu iftirayı atanlara inanalım bugüne kadar kim Mesnevi’yi Kuran gibi bir kitap olarak okumuş. Ya da hangi mevlevi Mevlana’yı peygamber olarak görmüş?
Cevap kendileridir. Bu adamlara bu iftirayı atanlar önce kendi vicdanlarını ve bakış açılarını sorgulasınlar. Çünkü kendilerinden başka bunu benimseyen kimse yok…
İftiraların sonu gelmez. Eşek – Kabak muhabbetini dillerine dolarlar ama kıssanın hissesini hep ötelerler. Daha sonra bir fikir adamının düşüncesini inceleyecekleri yerde dedikodusunu yaparlar. Bir bakarsın Moğol Ajanı bir mecusi yapmışlardır koca Mevlana’yı…
Mecusilik iddiasını bir kenara bırakalım da birisinin moğollardan yana tavır almasına bakılıp ajan sayılması ne kadar ilmi?
Mevlana’nın niyeti Anadolu birliğini sağlamaktı. Bu yüzden türkmenleri desteklememiştir. Çünkü zamanla Moğolların Anadoluda eriyeceklerini öngörmüştür. Mevlana’nın ajan olduğunu vurgulayanlar nedense Babai isyanını ve etkilerini görmezden gelirler… Mevlana’nın Osmanlı’ya etkilerini görmezden gelirler.
Mesnevi’nin kolaj bir eser olmasını görmezden gelip Mevlana’yı hırsızlıkla suçlamakta esas niyetin Mevlana’yı karalamak olduğunu iyice açığa çıkarır.
* * *
Bu yazım biraz parçacı yaklaşıma döndü. Ama bunun nedeni Selefi-Modernist çizgidekilerin bu şekilde meseleye yaklaşması.
Bunun temelinde tek tek parçalardan bütüncül düşünceye ulaştıklarını sanmalarıdır… Bu düşünme tarzı modernizmin etkisiyledir…
Rene Guenon der ki;
Doğu aklı aydınlanma esaslıdır, kategorik değildir; yaşama esaslıdır, seyyaldir…
Batı aklı ise tasnifçidir, sıralama, kategorize etme peşindedir…
Gazali‘nin felsefecilere reddiyelerine bakıp düşünceyi bitiren adam diyenler onun Aristotelesçi düşünce yapısını medreselere soktuğunu gözden kaçırırlar. İmam Rabbani’ye İslam’da mücadele ruhunu yoketti ve hindu diyenler onun hinduizmle müslümanlığı birleştirmek isteyen Ekber Şah’la mücadelesini görmezden gelirler…
Bir şeyi kategorileştirme istekleri yanıltır ve dağıtır onları… İslam’ı yaymak için ta Malay Adalarına giden ve toplumsal dinamizmde payı olan ve hatta kurtuluş savaşımızda bile mücadele eden tüm tarikatlar onların gözünde pasif ve etkisizdir…
Ahir Zaman tüm metafizik değerlerin altüst olduğu, kavramsal
anarşinin ve kaosun hüküm sürdüğü bir dönemdir . (Rene Gueonon)
Tasavvufa Neoplatonizmden başka bişey değil diyenler, Gazali’nin eleştirdiği batıniliği Gazali’nin anlattığı tasavvufla bir görmek gafletinde bulunanlar, Enel Hakk’kı Hululilikle bir tutanlar, panteizmle panentizme aynı diyenler, Vahdet-i Mevcudla Vahdet-i Vücud arasındaki o bir sonsuzluk kadar büyük farkı kavramaktan aciz olanlar, İbn-i Arabi’ye kabaladan etkilenmiş yaftasını yapıştırırken Yahudi Mistisizmine ve kabalaya etkiyen İbn-i Meymun’un İslam tasavvufundan etkilendiğini bilemeyecek kadar düşünce ve idrakten yoksun güruh kalkmış İslam İrfanını islam dışına ittirmek için elinden geleni ardına koymuyor… Hatta sırf tasavvuf düşmanlığından ruhun var olmadığını savunacak kadar ruh hastası bile oluyorlar bazıları…
Neoplatonizmle Tasavvuf birdir diyenler acaba bana Felsefeyle Kelam arasındaki farkı söyleyebilirler mi? Ya da İşrakilik’le Tasavvuf arasındaki farkı?
Esas soru en sona bırakılıyor. Bir Kadir-i Muhtar Tanrı’yı ve ilahi vahyi merkeze alıyor mu yoksa almıyor mu?
Bu esas soru en sona bırakılınca esas görülmesi gereken şey görülmüyor!!!
Hinduizmle İslam arasındaki fark ney? Yahudilikle İslam arasındaki fark ney?
Halbuki bu inançların hepsinde tapılan bir Tanrı, kurban, hac hatta namaz bile var… Bu kadar ortak noktaya bakıp bu dinlerin hepsi aynı diyebilir miyiz? Diyemezsek neden diyemeyiz?
Ya da Namaz Kuran’da yazmıyor diyelim.(ki namazı duaya çevirip yok diyen modernistlerde var:D) Ve müslümanlar bunu yapagelsinler. Hinduizmdeki namaza bakıp namazı dine ilave saymak mantıklı geliyor mu?
Tasavvuf islam dışıdır diye diretenlerin tutarsızlığı işte burada. Yeryüzündeki tüm metafizik ve ezoterik öğretiler birbirine benzerlikleri nedeniyle onların gözünde aynı…
Yukarda sorulması gereken esas soruyu görmezden gelmelerinin altında bu yatar.
Peki bu yaptıkları inançlı insanlara mı yakışıyor, yoksa modernizmin ve pozitivizmin esiri materyalistlere mi?
Bu inanışların benzerliği İslam’ın doğruluğunu mu destekler yoksa yanlışlığını mı?
* * *
Bugün metafizik değerlerin yerle bir olması ve artık hakikatle irtibatı kesilmiş modernist toplumların manevi ihtiyacını akılcılığın karşılamadığı ortaya çıkınca New-Age ve New-Spiritualizm denilen kadim düşüncelerin tüm değerlerini cımbızlayıp oyuncak haline getiren sahte ezoterizm çıkmıştır.
Kitleler için küreselleşen dünyanın sıkıntılarından bir kurtuluş olarak pazarlanan sahte inisünasyonun amacı kişinin kendi varlığını dinin yerine koyup, hayatının merkezine ruhsallaştırdığı putunu yani kendini yerleştimesiyle son bulur.
Bu gün dünyada çok satan kitap raflarını dolduran Bmwsini satan bilgeler, topsecret balonları ülkemizde çok satan kişisel gelişim temalı tasavvuf kitapları(halbuki kişisel gelişimle tasavvuf birbirine tamamen zıt kavramlardır) modernist toplumların metafizik ve dini öğretileri nasıl popüler kültürün çöplüğü haline getirdiklerine bir örnektir…
Bu popüler kültürün çöplüklerine bakıp Hinduizm, Taoizm veya Kabala sorgulanamacağı gibi Tasavvuf’ta sorgulanamaz… Bunu yapmak yani popüler kültürün değerleriyle geçmişi sorgulamak anakronizmin dibine vurmaktır…
Bu anakronik hatalar selefi ve modernistler için gayet normal… Onlara tasavvuf deyince zihinlerinde canlanan şey Gavs-Kutup ve müşriklik… Tasavvuf hakkında okuma yapma gereği de duymazlar. Yaptıkları şey sapık şeyhlerle veya bid’at içinde yüzen batıniler, karmatiler, hurufilerle bütün tasavvufçuları ve tarikatları bir tutmaktır.
* * *
Yazımın girişinde Anadolu Ruhu demiştim. İrfan ve Hikmete yani dini yaşayışa dayalı bir İslam anlayışı…
Dini normatif kurallar bütünü ve sadece şeriat bilgisine indirgeyenlerin asla anlamını bulamayacağı şey; Bütünü keşfetmek.
Bugünün insanının temel problemi bütünden kopukluğu ve irfandan uzaklaşması değil mi?
Bugünkü temel problem dini ve şeriat bilgisi eksikliği mi? Yoksa İslam irfanı ve hikmetinden yoksun olmak mı?
Günümüzün çağdaş islam düşüncesi mensupları (islamcı/modernist/selefi çizgi) hep bunu görmezden gelmişlerdir. Bugün bu düşüncenin Tasavvuf düşmanı olmasının nedeni sadece dini dindışı addettikleti tasavvuftan kurtarmak amacıyla değildir.
Birilerini dindışı ve milli olmamakla itham etmek aslında kendilerini diniçi ve milli olduklarını hissetmek zorunda olmalarıyla alakalı olmasın sakın?
Bugün İslamcılar, Selefiler ve İslamcılıktan türeyen Modernistler vs. tasavvufçuların kendilerini sorguladıkları kadar kendilerini sorgulayacak cesaretleri var mıdır?
Bu bir soru olarak kalsın zihninizde. Yazımın sonunda buraya geri dönücem…
* * *
İbn-i Arabi’nin gerçek bir vak’a olarak anlattığına göre, abdaldan olup ruhlar tarafından göklere çıkarılan bir arkadaşı, bir defasında dünyayı çevreleyen Kaf dağına varmış, dağı da bir yılanın çevrelediğini görmüş. Bugün dünyayı çevreleyen böyle bir dağ ve onun da etrafında bir yılanın olmadığı malumdur…
İslam Ansiklopedisi
Tasavvufi metinlerin Mesnevi’deki ifadeler bahsinde dediğim gibi kendine has bir terminolojisi ve dili vardır.
Tasavvuf karşıtı çevreler Fütuhat-ı Mekkiye, Füsusu-l Hikem gibi kitapları sırf kafalarındaki müşrik ve kafiri tekfir etmek için kullanırlar.
Tabii birde rasyonalist tayfa var bunların içinde. Batının akılcılığını yemiş ve yukarda dediğim gibi modernizmin esiri olmuş birisinin kalkıp Hikmetlerin Taşları isimli bir kitabı okuyarak anlayacağını sanması bile mantıksızlıktır…
Yahu kardeşim senin dünyana apayrı bir dünyadır İbn-i Arabi. Sen akılcı olduğun için bilginin duyum ve deneyim metoduyla elde edilmesine baştan karşısın. Ve kabul etmediğin bir metotla yazılmış ve bu konudaki en derin yani terminolojiye hakim olmadan ve anahtarsız okunamayacak bir kitabı anladığını zannedip eleştiriyorsun.
Aslında eleştirmiyorsun. Eleştirdiğini sanıyorsun… Çünkü okuduğun şey kendi zihnindeki şey. Şimdi bunu dedim diye başlarlar yine laklağa ve her defasında şunu söylerler; Tasavvufçuların bu işe deneyim ve tecrübe demesi bir manüplasyondur vs…
Ortada bir manüplasyon varsa bunu yapan tasavvufçular değil sizsiniz. Hikmet ve İrfan bilgi değil ki zaten. Modernizm zokasını yutmuş olanlar bunlara böyle deyip eleştirir.
Bununla da kalmaz ısrarla panteizm’le panenteizm’e bir der. Vahdet-i Mevcud’la Vahdet-i Vücud’u aynı şey yaptıktan sonra gram Rabbani okumadan Vahdet-i Şuhut’uda aynı şey yapar.
Bütün kavramların içi boşaltıldıktan sonra Şeyh-i Ekber’i Şeyh-i Ekfer yapmak bir o kadar kolay olur. Panteist yapılır sonrada hoop ateist veya kafir. Zaten tekfirde edilmiş zamanında…
Bu arkadaşlara laf anlatmak imkansızdır. Ama divan edebiyatı teminolojisini bilmeden divan edebiyatı hakkında ahkam kesmek ne kadar abesse, tasavvuf terminolojisini bilmeden tasavvuf hakkında konuşmak o kadar abestir.
Meselenin diğer boyutu içeriden bakabilmek…
Mesnevi’de bir hikaye vardır. Şeyhini arayan derviş şeyhini aslan ve yılana hükmederken bulur. Arslana yükünü taşıtan şeyh yılanıda kırbaç olarak kullanır.
Gılgamış destanını anlatan bir Sümer tabletinde de bir adamın elinde yılan diğer elinde aslan vardır…
Gönül Tekin bu durumu ve Hacı Bektaş’ın ceylanla beraber tasvirlerini Sümer medeniyetinin ve mitolojisinin bir devamı olarak almıştır. Gönül Tekin benzeri bir çok araştırmacıda bu tür hikayeleri İslam öncesi döneme atfederler. Ve insanın hayvana hükmetmesi gibi motiflerle şerh ederler bu hikayeleri…
Oysa hikayenin anlattığı şey başkadır. Orada o metinde anlattığı kendi anlamı vardır. Hayvana hükmetmek sembolünden murad nefse hükmetmekle alakalıdır.
Ama bir şeyin içinden değilde dışından bakılırsa her şey karmaşıklaşır ve esas anlam kaybolur. Aynı durum Leyla ile Mecnun hikayesini Sümerlere bağlamada da görülür.
Bazı evrensel hakikatler vardır. Örneğin iki kere iki dört eder. Bu Yunanda da böyledir, Mısırda da, Hintte de… Bu duruma bakıp iki kere iki dörtü Hindistanlılar Yunanlılardan araklamış diyebilir miyiz?
Ya da Yunan’daki hayvan motifini ele alıp taa Göbeklitepe’de kullanıldığı anlamla okuyabilir miyiz?
Cüneyd-i Bağdadi der ki; Su bulunduğu kabın rengini alır. Ya da Friedrich Nietzsche’nin dediği gibi; Olgular yoktur, yorumlar vardır…
Yani önemli olan şey kullanılan ifadenin hangi anlamla kullanıldığıdır.
Metni içeriden okumanın önemine Orhan Pamuk‘un Kara Kitap romanıda gayet güzel bir örnektir. Kara Kitap tasavvufa yabancı batılılara ve modernistlere göre Hurufi adlı bir tarikatı anlatan komplo teorisi kitabıdır. Evet komploculuğun zirvesine götürür bu arkadaşları Kara Kitap. Darbeci ve mehdici bir cunta grubu, 80 darbesi, Mevlana’nın eşcinselliği ve hurufiliğinden bir girilirse matrixvari onlarca komplo teorisi yazılır. Ve bütün tasavvuf öğretileri sapıklığın ve dindışılığın zirvesi halini alır okur gözünde.
Ama Kara Kitap’ı tasavvufa içeriden bakan biri okursa kitabın temelinde kendi nefsini sorgulamanın ve kendini aramanın olduğunu görür. Komplo olarak gözüken her ayrıntının aslında Vahdet-i Vücud’u anlattığını anlar.
Mevlana’nın Ressamlar Yarışması hikayesinin Kara Kitap’taki karşılığı olan Esrarlı Resimlerde bu durum yani kişinin aynaya bakınca aslında sadece kendini gördüğü durumu çok güzel anlatılır. Ayna dünyadır… Dünyaya baktığında gördüğün şeyler kendinden olduğu için olmasın sakını zihnimize kazır…
* * *
Şeyh-i Ekber Hazretleri hakkındaki hüsn-i zannımın zerresini feda etmem!
Yukardaki söz Babanzade Ahmed Naim’e ait. Ahmet Hamdi Akseki’nin Muhyiddin İbn-i Arabi hakkında İbn-i Arabi’nin şeriata aykırı gözüken batıni tefsiri hakkında tutunulması gereken tavır nedir sorusuna cevabında yazmıştır bunu.
Babanzade’de bu soruya cevabında ne Cüneyd-i Bağdadi’nin, ne Beyazıd-ı Bistami’nin, ne de İbn-i Arabi’nin şeriata aykırı gözüken sözleri nedeniyle yargılanamayacağını çünkü söylediklerinin Batınilerin yaptığı gibi şeriatı inkar edip yok saymayla alakası olmadığını sadece kastedilen şeylerin mecazi olduklarını söyler. Ama buna rağmen bu sözlerin halka söylenilmemesini söyler. Çünkü halk neyin mecaz, neyin hakikat olduğunu anlamaktan aciz oldukları için dalalete düşer…
Zaten İbn-i Arabi’de kendi kitaplarının halktan gizlenilmesini tavsiye eder.
Yukarda bahsettiğim terminoloji ve içeriden bakmakla sınırlı değil mesele yani. Mesele “mecaz avamda olur hakikat!” sırrıyla alakalı bir mesele.
İşte burada değinmek istediğim nokta bazı şeyleri ele ayağa düşürüp saçma yaklaşımlarda bulunması yerinde değil.
Dünya katmanlı bir yapıdadır. Burada postmodernizmin çok katmanlılık olayını savunuyormuş gibi olabilirim ama mesela çokkatmanlı bir romanı anlamak bile belli aşamalardan geçmeyi gerekli kılıyor.
Dünyayı anlamak için belirli konumlardan ve aşamalardan geçilmesi gerekli denilince neden garip karşılanıyor anlamıyorum.
Aşık olmayan birine “Sen sevdiğinsin, sevdiğin de sen” denilse yaşayacağı bir duygu yoktur. Hatta bu sözü deli saçması görür. Ama aynı sözü sevdiğine kavuşmak için mücadele eden bir aşığa söylesen doğru der ve altüst olur…
* * *
Dinde işte katmanlı bir yapıdadır. Din sadece fıkıh ve şeriattan ibaret değildir. Ya da İslamcıların dediği gibi tek Kur’anı oku, oradaki normatif kurallara göre hareket et, bunun harici her şeyi dışla ve dindışı say! dan ibaret değildir…
Dinin içinden hikmet, irfan ve birikim dışlanırsa din bir ideolojiye evrilir. İster adına Kuran bize yeter densin, ister müslümanları birleştirip dini bid’at’ten temizleme densin…
Dediğimden Kur’an düşmanı olduğum anlamını çıkaranlar ne yazık ki çıkacak. Çünkü adına Kur’an Müslümanlığı dedikleri şeyin tek olayı onlara eleştiri yönelten herkesi Kur’an düşmanı ilan etmek…
Yukarda dediklerim geri dönelim bakalım bizi ne karşılayacak?
Anadolu ve Balkanlar’ı islamlaştıranlar mı milli değil ve İslam dışı? Ya da Osmanlı Mirası mı İslam birliğini engelliyordu? İngilizlerin ortadoğuyu sömürmesini sağlayan tasavvufçular mıydı?
Bu sorulara verdikleri cevaplar İslamcıların kendilerini nasıl kandırdıklarını açığa çıkarır… İslamcılar ve vahhabiler topu çok güzel çeviriyorlar. Herkese bid’atçi derken sebep olduklarını başkalarına çok güzel yıkıyorlar.
Nelere mi sebeb oldular. İslamcılığı sona bırakıp Vahhbilikle alakalı video paylaşayım;
Tasavvufçulara batıni tefsir yapıyor diye eleştiri yapan modernistler gelirler batıni tefsirin aliyyülalasını yaparlar. Sorsan yaptığı tefsirin eski tefsirlerden delilini Muhammed Abduh’tan geriye gidemez.
İslam birliği diye hoplarlarken zaten başımızda bir halife yok muydu? Ha tabi halife arap olacaktı değil mi?
Kim ajan? Mevlana mı? İmam Rabbani mi? Yoksa İngilizlerin desteğiyle Abdulhamit’i ortadan kaldırmaya çalışanlar mı?
Kim dini bozdu? Tasavvufçular mı? Yoksa Faiz helaldir diyebilenler mi? Yoksa modernizmi bak Kuran bunu söylüyor diye dayatanlar mı?
Dinin özüne dönüş, Kur’an’a dönüş, dini reform edelim derken batılı neredeyse bütün ideolojileri din diye pazarlayanlar mı yerli ve milli?
Soruları çoğaltsak ne fayda ki? Çağdaş İslamcılar bırak kendini sorgulamayı aynaya bile bakamaz…
Yazıma burada son verirken bir ek yapmak istiyorum. Elbette birisi tasavvufu benimsemeyebilir. Kimsenin buna diyecek hiçbir şeyi olmaz… Çağdaş irfandan kopmuş tasavvuf grupları ve sahte sapık şeyler ve şeriatı inkar edip batıniliğe kaymış tasavvufçuları savunduğum da çıkarılmasın yazdıklarımdan.
Benim neyi kastettiğim gayet açık… Ama bunu dememe rağmen maalesef dediklerim kıçından tutulup çarpıtılacak. Çağdaş islam düşüncesinın olayı bu. Çünkü kafayı değiştiremeyince Allah’ın ayetini büken zihniyetten bahsediyoruz. Kulun dediklerini de çarpıtması artık normal geliyor bir noktadan sonra…
Son olarak Mahmud Erol Kılıç’ın İslamcılıkla ilgili bir röportajından alıntılarla konuyu bitireyim;
“Bugün halkın bir İslam algısı var ve İslamcı gruplar bundan farklı nev-zuhur bir İslam’ının devamıdırlar. Benim Sünnilik anlayışım genel hatlarıyla Selçuklu-Osmanlı çizgisinin sufi yorumuna dayalı Sünnilik anlayışıdır. Çok önemli bir sentezdir Osmanlı’nın yakaladığı. Ta ki kırmızı çizgi aşılmasın. O noktaya kadar Sünni ve Şii sufi teolojide birleşirler. Düşünün ki Osmanlı sultanının, Yıldırım Beyazid’in, kızını verdiği Seyyid Emir Sultan’ın İmamiyye Şia’sından olduğuna dair rivayetler var. Arif oluşu her şeyin üstünde görülmüş. Şii imiş Sünni imiş çok mühim görülmemiş. Bunların baskın karakter haline gelmesi daha geç dönemlerde ortaya çıktı. O kadar ki artık günümüzde her ikisi de mezheb olarak değil din olarak hareket ediyor. Mesela (Bazı Selefilerin söylediği) ‘Şiiler Yahudilerden daha beterdirler’ gibi sözler bunu ifade etmektedir. Nerede kaldı ‘Bütün müminler kardeştir’ ayeti? Dinler arası diyalog taraftarı olanlar dahi ne gariptir ki Sünni Şii diyaloğuna karşı bir tutum içerisindedirler.”
“Ülkemiz İslamcılarının söylediğiyle Kemalist protestanizm birbirleriyle çok yakınlar. İslamcı ideoloji ıslah yapacağım derken temelleri de sarsmıştır. Bu yönüyle Cumhuriyet’in kurucularının niyeti ile de örtüşmektedirler. Tıpkı Arnavut selefi gençlerin bugün yaptıklarının Sırp milliyetçilerinin işine gelmesi gibi. İslam’a hurafeler sokulmuştur, Püriten İslam lazım diyerek, Osmanlı tecrübesini dışladılar. Tarihi tecrübeden koparılan İslam yeni icad edilen bir ideoloji haline geldi.”
“Türkiye’de bir iki tarikatın entelektüel çabaları olduysa da akim kaldı. Maalesef tarikatlar Cumhuriyet’in ilk dönemlerden sonra çok fazla entelektüel çıkaramadı. Bir İsmail Fenni Bey, bir Mehmed Ali Ayni, bir Ahmed Avni Beyler üretemez hale geldi. Ama temiz esnaf ve iyi vatandaş üretti. İstanbul’dan taşraya geri çekilmenin de bunda bir tesiri olabilir. Tarikatlere ve tasavvuf kültürüne hürmet duyan bazı yazarlar oldu, hepsi bu kadar. Ama seyr-i süluk görmüş, tarikat terbiyesi almış şair, ilim adamı, filozof, bilim adamı, din adamı, entelektüel fazla çıkaramadı.
Ali Şeriati gibi bile olamadılar. Malum o genel anlamda İran tecrübesi, Mevlânâ, Hafız referansları, özel anlamda Şia kültürü yani Ali, Hüseyin referansları ile kendi sol referanslarını birleştirerek ortaya bir fikri hareket çıkardı ki bu hareket ‘İslam İnkılabı’nın sacayaklarından birisi oldu. Mesela bizde sosyalist-komünist hareketin mühim teorisyenlerinden Hikmet Kıvılcımlı’nın çalışmalarına bakın İslam, Osmanlı, tasavvuf referanslarını görürsünüz. Ama İslamcının referanslarında bunları göremezsiniz, görseniz de negatif olarak görürsünüz. Kıvılcımlı kadar bile olamadılar.”
“1970 sonrası Türkiye İslamcılığı bu toprakların fikri devamı olmaktan ziyade dışarıdan tercüme faaliyetleriyle oluşturuldu. Anadolu İslam’ı 1950’li yıllarda daha çok Nurettin Topçu, Cemil Meriç vb. gibi yazarlar tarafından dile getirildi ise de daha çok edebiyat sahasında kalındı. Bir topyekûn din anlayışı, din felsefesi haline gelemedi. Zira bu kişiler din adamı değildiler. Zaten modern Türkiye İslam düşüncesi daha çok şairler ve edebiyatçılar ağırlıklıdır. Ulema veyahut urefa merkezli değildir. Bu sınıfların büyük baskı altında olmaları belki böyle bir yan filiz vermiş olabilir. İbn Arabi’lerin, Mevlânâ’ların, Yunus Emre’lerin, Niyazi Mısri’lerin İslam anlayışı üzerine dayalı değildirler. Hatta İbn Arabiye, Mevlânâ’ya küfretmekle var olmaya başladılar. Tarihimizi, tarihimizdeki İslam’ı ötekileştirdiler. Bugün bu ideolojinin mensubu gençler Kosova’da, Bosna’da Osmanlı’nın yaptığı mezar taşlarına saldırarak güya bir tür put-kırıcılık yapmaktalar ama bundan en çok milliyetçi Sırpların memnun kaldığını görmüyorlar.”
“Sünni değiller ama selefiler demek bir tenakuz olur. Zira sünnilik içerisinde, hatta kendilerini ‘en hakiki Sünni’ olarak tanımlarlar. ‘Ehl-i sünnet-i hassa’ derler kendilerine. Yani ehl-i sünnetin seçkinleri… Fakat doğru olan şudur ki İslamcıların varlık anlayışı Selefi varlık anlayışıdır. Selefi varlık anlayışı da tekdüzedir. Alemde ve dinde mertebeler kabul etmez, tek mertebe vardır. O da şeriat mertebesidir. İslam demek şeriat demektir. Bir fıkıhçı yazarımızın da iddia ettiği gibi “İslam medeniyeti, bir fıkıh medeniyetidir’ tezi bir indirgemeciliktir. Daraltmadır. Yani felsefesi, irfanı, estetiği ve hatta dini bir kenera ama şeriatı var anlamına gelir. Oysaki şeriat dinin bir cüzüdür. Şeriat din için vardır, din şeriat için değil. Kur’an’da (Şura 13) Allah Nuh peygamber için der ki ‘Şerea leküm mineddin…’ Yani dinden ona özel bir şeriat yaptık… Görüleceği üzere din şeriattan daha kapsamlı bir manadadır. Mesela Kur’an’ın ancak yüzde yirmilik bir kısmı bu konulara müteallıktır. Şeriat sahibi olmayan peygamber var ama din sahibi olmayan peygamber yok…
İslam medeniyeti bir dünya görüşüne dayanır, bir varlık anlayışı vardır, ontolojisi ve epistemolojisi vardır, bir metafiziği vardır ve bu büyük vizyon altında bir hukuk pratiği doğar. Bu saydıklarımı hukuk doğurmaz onlar hukuğu doğurur. Ortada güçlü bir İngiliz hukuku yok, aanayasaları bile 10 sayfa, ama medeniyeti var. Dikkat ediniz Osmanlı’da şeyhülislamlar bile, ekseriyetiyle, önce sufi, şair, filozofturlar sonra hukukçudurlar. Fıkıh onlar için araçsal bir toplumsal düzenleme enstrümanıdır. Viyana kapılarına istinca ve istibra ahkamı ile gitmediler. Malum Mesnevi ile gittiler…”