İmam el-Gazzâlî- Mi’yaru’l İlm’den Bir Alıntı

155329903_tn24_01 İmam el-Gazzâlî- Mi'yaru'l İlm'den Bir AlıntıGenel bir ifadeyle söylersek, senin hakikati insanlar yoluyla öğrenmen uygun olmayıp aksine insanları, hakikati esas alarak tanıman gerekir. Öyle ise önce hakikati öğrenmeye çalış. Her kim hakikat yoluna girerse bil ki o, doğru söylemektedir. Ama önce bir şahsın hakikati bildiğine inanır sonra da hakikati onun yoluyla bilirsen; işte Yahudileri, Hristiyanları ve taklitçilerin çoğunu dalalete düşüren şey budur. Allah seni ve bizi bundan! korusun.

 

Buraya kadar aklî konularda analojinin/temsilin geçersizliği ile ilgilendik. Fıkhı konularda ise muayyen bir cüz’ inin/tikelin hükmünü, bir  vasıfta ortak olmalarından dolayı diğer bir cüz’îye taşımak mümkündür.!

 

Bu ortak vasıf ancak, bir delil buna delâlet ettiği zaman hükümde ortak olmayı gerektirir. Bu delilleri detaylı bir şekilde açıklamadan önce, onların altı tane olduğunu belirtelim:

 

Birincisi, bu delillerin en üstün olanı, bizzat Şârî‘ olan hüküm sahibinin, hükmü bu delile bağlayıp ona izafe etmesidir. Mesela, kedi ile ilgili olarak onun artığı olan suyun bir kolaylık hükmü olarak temiz kabul edildiğini bildirirken söylediği, “o sizin çevrenizde sürekli dolaşan hayvanlardandır”hadisi gibi. Böylece sürekli dolaşma ortak vasfı nedeniyle fare de kediye kıyas edilir. Her ne kadar kedi ve fare; farenin insandan kaçan, kedinin ise insana yaklaşan evcil bir hayvan olması ve ayrıca birinin fare, diğerinin kedi olması sebebiyle birbirinden ayrılsalar da durum bu şekil­dedir. Fakat kedi ile farenin, (hadisteki) hükmün kendisine bağlandığı bir  vasıftaki ortaklıkları; bu ikisinin birbirinden farklı olması noktasında ha­diste kendisine temas edilmeyen bir vasıfta farklılık taşımalarından daha çok dikkate alınmaya layık bir husustur. Yine Hz. Peygamberin kuru hur­ma karşılığında taze hurmanın satışı konusunda “taze hurma kuruyunca eksilir mi?” deyip bunun üzerine “evet” cevabı verilince “öyle ise taze hurmayı kuru hurma karşılığında satmayınız!” buyurması da bunun gibidir.

 

Öyle ise Hz. Peygamber taze hurma satışının geçersiz olmasını, meydana gelmesi beklenen noksanlığa bağlamıştır. Dolayısıyla eksilme beklentisi hususundaki ortaklık nedeniyle üzüm de taze hurmaya kıyas edilir. Buna göre Hz. Peygamberin bahsi geçen sorusunun yaş hurma ile ilgili olması  üzümün hurmaya katılıp onun gibi değerlendirilmesini engellemez. Her ne kadar biri hurma diğeri üzüm olsa da, durum böyledir. Çünkü bu ikisi arasındaki farklılık da isim ve suret farklılığı gibidir. Oysa fıkıh, manala­ra daha çok; sûret ve isimlere ise daha az iltifat eder. Dolayısıyla fıkhın bu adeti, bu hükmün kendisine izafe edildiği hususta ortaklık olduğunda  hükümde de ortaklık bulunduğu noktasında bizde ağır basan bir kanaat ve zan oluşturur. Bu konudaki zannın gerçek ve doğru olup olmadığının araştırılması ince bir iştir. Bunun derinlemesine inceleneceği yer fıkıhtır.

 

İkincisi söz konusu ortak vasfın hükme münasip olmasıdır. Mesela, ‘’nebiz sarhoş edicidir, öyle ise o da hamr gibi haramdır” dememiz gibi. Bize  “sarhoşluk veren niçin haram kılınır dediniz?” diye sorulunca şöyle deriz:

 

Çünkü sarhoş eden şey, gerçeğe götüren ve yükümlülüğe dayanak oluştu­ran aklı ortadan kaldırır, öyle ise bu nokta, maslahatlar dikkate alındığın­da münasiptir. Buna bağlı olarak muhataba şöyle denilir: “Dini nassların, aklî gerekçeleri bilinmeksizin yani teabbudî bir yolla özellikle üzümden sıkılan şeyin sarhoş ediciliğini dikkate alıp sadece onu yasaklaması, ya da sarhoş ediciliğini dikkate almadan teabbudî olarak üzümden yapılan hamrı haram kılması imkânsız değildir. Zira fıkıhta teabbudî olan ve aklî gerek­çesi bilinmeyen nice hükümler vardır.” Muhatap ise şöyle der: “Evet bu durum imkânsız değildir. Fakat dinî nassların ve fıkhın âdetinde baskın  olan ‘maslahat’ ilkesine uyulması prensibi vardır. Dolayısıyla bu hükmün, fıkhın baskın olan âdetine göre olması, nadir olan türden olmasından daha baskın bir kanaat oluşturur.

 

Üçüncüsü ortak vasfın, münasip olduğunu değil de hüküm üze­rinde etkisinin bulunduğunu (müessir olduğunu) ortaya koymaktır. Hanefi fakihin yetim kız çocuğu hakkında; “tıpkı yetim olmayan kız çocu­ğunda olduğu gibi; o küçüktür, bu sebeple ona veli tayin edilir” görüşü böyledir. Bu fakihe “niçin velâyet altında olmasını, yaşının küçük olması illetine bağladın” denildiğinde o da “çünkü küçük olmanın etkisi ittifakla kabul edildiği üzere yetim olmayan kız ve oğlan çocuğunda ortaya çıkmıştır”, der. Zira Hanefi fakih buradaki ortak vasfın (küçüklüğün), münasip olmadığını ve bu misalin küçüklük ortak vasfı ile devam edemeyeceğini düşünür. Dolayısıyla ona karşı “bu yetimdir ama diğeri yetim değildir” demek uygun olmaz. Bu sebeple şöyle denilir: “Bu konuda, iki hususun (küçüklük, yetimlik) farklı olması, iki hükmün küçük olma vasfında ortak oluşuna karşı duramaz.

İnceleyin:  İmam el-Gazzâlî, İbni Sina Eleştirisi Hakkında

 

Nitekim küçüklüğün etkisi (müessir oluşu) bir yer­de açıkça görülmekte iken, ittifak edildiği üzere, yetim olmanın herhangi bir konuda etkisi olduğu görülmemiştir.” Evet, mal konusunda yetime veli tayin edilmediği şeklinde bir hüküm olsaydı bu görüş sağlam olurdu ve buna dayanarak “yetimliğin, velayetin kaldırılması noktasında bir etkisinin  olduğu bir konu vardır. Tıpkı başka bir konuda küçüklüğün velayetin sabit olmasında etkisinin olduğu gibi” denilirdi. Bu durumda (iki konu arasın­da) bir tercih yapmaya gerek duyulur. İstersen bu (üçüncü) kısım için,üzümün taze hurmaya kıyası ve bu ikisinin eksilme beklentisi noktasında ortak vasıf taşıması örneğini verebilirsin. Aynı zamanda bu ikisinin birbi­rine kıyasının, Şârî’den gelen lafzı bir izafeyle, yani hükmün bağlı olduğu vasfın lafzen belirlenmesiyle, değil de bu iki grup malın (üzüm ve hurmanın) ortak özelliklere sahip oluşuyla bilindiğini varsayarsın. Böylece bu kı­sım, Şâri’nin lafzı ile hükmün kendisine izafe edildiği mana/vasıf şıkkının (birinci olarak sayılan şık) dışına çıkar.

 

Dördüncüsü, ortak olan vasfın, çokluğu sebebiyle sayılmamış ve tafsil edilmemiş bir şey olması, farklı olan vasfin ise tek bir şey olmasıdır, Fıkıh sistemine baktığımızda farklı olan şeyin vasfının (mana) cinsinin bu hükümde bir etkisinin bulunmadığı bilinir. Mesela, elimizde şöyle bir hü­küm vardır: “Bir kimse başkasıyla ortak olduğu kölesi üzerindeki kendi hissesini özgür bıraksa, (köle yarı hürriyeti kabul etmediğinden tamamı özgür olur ve) kölenin geri kalan hissesinin değerini ortağına tazmin eder.”  Bu hükümden hareketle, biz cariyeyi de erkek köleye kıyas ederiz. Böyle kıyas yapmamızın nedeni, muhayyel veya müessir bir vasıfta/manada ya da Şâri’nin lafzı ile hükmün kendisine izafe edildiği vasıfta cariyenin ve kö­lenin ortak olduğunu bildiğimizden dolayı değildir. Zira, bu hükümdeki muhayyel vasıf henüz bizim için ortaya çıkmadığı gibi, böyle yapmamız,  yalnızca köle ve cariyenin birbirine yakın olduğunu görmemizden de kay­naklanmaz.

 

Zira nikah velayeti konusu incelenip de cariyenin nikahlan- maya icbar edildiği ortaya çıksa; bizim için, henüz kölenin de aynı ortak özelliğe dahil olduğu ve bu ikisinin birbirine aynı tarzda yakın ve benzer oluşu açıkça anlaşılmaz. Fakat fıkıh sisteminin genel adetine yöneldiğimiz- de kesin olarak biliriz ki kölelik ve kölelikten azat olmanın hükmü, erkek veya dişi olmakla değişmez. Nitekim siyah ve beyaz, uzun ve kısa olmanın, zaman-mekan ve benzerleri nedeniyle değişmediği gibi.

 

Beşincisi,dördüncüsünün aynısıdır. Ancak kendisinde farklılık bulunan vasfın hükümde etkisinin olmadığı yakinen bilinmeyip sadece  açık bir zan ile böyle olduğu düşünülür. Bu, kölenin belirli bir uzvunu azat etmenin, onun yarı hissesinin azat edilip özgür bırakılmasına kıyas edilmesi ve yine muayyen bir parçanın talakının kadının (cariyenin) yarı hissesinin talakına kıyaslanması gibidir. Zira burada şöyle düşünürüz;

 

Bize göre sebep aynı sebeptir, hüküm de aynı hüküm olacaktır. Bir birine kıyas edilen bu şeyler tüm noktalarda ortak olup sadece tek bir noktada ayrılmaktadır. Şöyle ki, yukarıda kıyaslanan şeylerden ilki (uzuv), somut ve kendisine işaret edilebilir iken; diğeri ise bir hisse şeklindedir. Yapılan tasarruf, hükmün kendisine izafe edildiği şeyle (sadece yarım, dörtte bir gibi bir hisse, ya da bir organla) sınırlı olmayınca, bu şeye işaret edilmesi­nin mümkün olup olmamasının (uzva işaret edilebilir, ama hisseye değil) bu hükümde etkisinin bulunması uzak bir ihtimal olur. Bu açık bir zandır, fakat aksi de mümkündür.

İnceleyin:  Ali Ömer Akbulut - Hû Konşu ''Alıntılar''

 

Zira fıkıh, hisseye konu olan parçayı bazı huku­ki tasarrufların konusu kabul ederken, belirli bir parçanın (bir uzuv vb.) bu tasarruflara konu olabileceğini asla kabul etmemiştir. Dolayısıyla bazı hu­kuki tasarruflara konu olan şeyi (hisse), Şan nin hükmünün izafe edileceği bir konu kabul etmede anlaşılması zor olan bir şey yoktur. Sonuçta bu ih­timal ile yapılan fikir yürütme zanna dayalı olur. Bu durumu kabul etmede müçtehitler ihtilafa düşebilirler. Kanaatime göre bu cins içinde kendisiyle hüküm vermenin mümkün olduğu şeyler de vardır. Fakat bundan ortaya çıkan zannın miktarı ve derecesi konusunda sınırlarını belirleme imkanı­mız olmayan bir farklılaşma söz konusudur. Olayların ve hükümlerin du­rumuna göre bu farklılaşma da değişmektedir. Bu durumda karar verecek müçtehittir. Dolayısıyla iki zannından biri galip gelenin zann-ı galibiyle hüküm vermesi caizdir.

 

Altıncısı,ortak vasfın aynı belirli bir şey olması; yine farklılık nok­tasının da belirli bir durum ya da durumlar olması ve ortak vasfın müna­sebet ve tesir özelliğinin bulunmaması yani genel bir ifadeyle ortak vasfın, yukarıda sayılan tespit yollarıyla elde edilemeyişidir. Ancak ortak olan bu vasıf şunu çağrıştırmaktadır: fıkıh sistemi tarafından dikkate alınıp itibar edilen üstü kapalı maslahat vasfının Allah katında hükmü gerektiren bu vasfı ihtiva edip içinde barındırması, farklılık olan noktayı içermesinden daha baskın bir kanaat oluşturursa, bu husustaki ortak vasfa göre hükmet­mek farklılık noktasına göre hüküm vermekten daha üstün olur.

Bunun misali şudur: Abdest, hükmî bir temizliktir ya da hükmî pislikten (hadesten) temizliktir. Buna göre teyemmümdeki gibi abdestte de niyet şartı vardır, öyle ise abdest ve teyemmüm bu noktada ortak özel­lik taşırlarken; abdestin su ile yapılan bir temizlik olması teyemmümün ise böyle olmaması sebebiyle birbirinden ayrılır. Gerçekten de abdestin su kullanılması sebebiyle (hükmî pisliklerin yanında) hakiki pislikleri de (su kullanılması sebebiyle) gidermesi bunu gösterir. Bizim, “hükmî temizlik­tir” sözümüz, teyemmümü içine alıp hakiki pisliğin giderilmesini dışarıda tutar. Bu konuda şunu deriz: Niyeti gerekli kılan, Allah’ın ilmindeki, bizim bilgimizin erişmediği gizli bir manadır. Teyemmümün, hükmî temizliğin gerektiği yerlerin dışında gerekli olan, geçerli bir hükmî temizlik olması se­bebiyle hakiki temizlikten farklılaşması; onun toprakla temizlenme olması nedeniyle hakiki temizlik kategorisinde olmasından daha ağır basmakta­dır.

 

Böylece abdestin teyemmüme katılması, teyemmümle bağlantısının  kesilmesinden ve ondan ayrılmasından daha ağır basmaktadır. Ancak bu konu hakkında da ihtilaf vardır. Bizim görüşümüze göre, bu konudaki herhangi bir zan diğerine üstün gelebilir. Öyle ise bu konu müçtehide bı­rakılmıştır. Bizim için nasslarla belirlenmiş olmayanın nasla belirlenene katılması hususunda sahabenin uygulamasındaki kriterin yalnızca zann-ı galibe itibar etme olduğu açık olarak bilinmektedir. Ortak vasfı tespittekizanların kaynaklarının detayları konusunda bunların dışında hiçbir pren­sip yoktur. Aksine prensip gibi konan her şey bir tahakkümdür, bir zorla­ma ve dayatmadır.

 

Bazen örneği verilen bu cins konulardaki yöntemi desteklemek amacıyla yanılgıya düşülüp Abdest almak kurbet ve ibadettir’ denilerek ibadetin niyetle olan münasebet tarzı zikredilir. Bu ise izafe ye yani hükmün nasslarda bir illete izafesi/ihalesi yoluna yönelerek burada ele aldığımız (altıncı) yön­temi terk etmektir. Bazen de kendi yaklaşımlarını başarılı kılıp güçlendir­me konusunda yanılgıya düşüp bu konuda “Bu (abdest), su ile yapılan bir  temizliktir. Su ise (hükmi temizlikte kullanılması yanında), bizatihi susuzlu­ğu giderdiği gibi, bizâtihî temizleyicidir de” denilerek arada münasebet bu­lunduğu iddia edilir ki bununla, aradaki (abdest ve teyemmüm arasındaki) benzeşmeye dayalı (şebehî) farktan/ayrılıktan dönülmüş, vazgeçilmiş olur.

İmam Gazali,Mi’yaru’l İlm,syf:218-228

Türkiye Yazma Eserler

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir