700.Yılında Osmanlı
Nevzat Bey bir şey söyledi. “Tasavvufi hayat uyuşturmamıştır.” dedi, doğru tabii. Ben buna bir şey ilâve etmek istiyorum.
Batıdaki tasavvufi hayatta yetişen mistikler umumiyetle manastırlara kapanarak kendi nefislerini terbiye edip kendilerini düşünmüş, halkın arasına katılmamışlardır.
Meselâ bir Pascal. Adam 26 yaşında zaten pozitif bilimlerin hepsini hatmetmiş, ondan sonra bunların insanın manevi cephesine bir faydası olmadığım düşünmüş, kendisini kiliseye vakfetmiş, kalan 13 senesini de tamamen kilisede geçirmiş. Yazmış, çizmiş vesaire yani sonraki dönemleri tescil etmiş bıraktıklarıyla ama onların, bizdeki bir mutasavvıfın cemiyetin içerisinde yaşaması tarzında bir yaşamaları yok. Hâlbuki bizde tasavvuf, hayatın içindedir. Bu, Selçuklu’da ve Osmanlı’da, İslâm dünyasında da böyle, Türk dünyasında da böyle. Mutasavvıf adam ömrünü nefis tezkiyesiyle geçiriyor ama cemiyetten koparak değil, cemiyetin içinde yaşayarak, kötülüklerin içinde yaşayarak ve kötülükleri tedavi ederek. Kötüleri tedavi ederek, iyilikleri yayarak, örnek olarak tasavvufi hayatı sürdürüyorlar. Ahmed Yesevî’den Yunus’a ve diğerlerine gelinceye kadar hiçbiri cemiyetten kaçmamış. Dolayısıyla, tasavvufi merkezler, bir taraftan kendi vazifeleri icabı nefis tezkiye merkezleri olurken bir taraftan yeni kültür icat merkezleri oluyor yani sanatta, edebiyatta, fikirde şunda bunda vesairede. Ve o diğer yönlerin istihbarat merkezi olması veya îslâmi ahlâkı tekkelerde, gelen herkese yaşatmaya çalışması da bir tarafa. Şimdi, bir Yunus’u düşündüğümüz zaman, Yunus, Anadolu’yu, Orta Doğu’yu, Azerbaycan’dan bilmem nereye kadar dolaşmış ama keyif için dolaşmamış. Bizimki gibi bugün, seyahat edelim endişesiyle filan değil, bir misyon icabı olarak dolaşmış. Yahut işte, Horasan erleri kalkmışlar, gelmişler ta İran’dan, Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar irşat etmedikleri yer ve I bölge bırakmamışlar hemen hemen, bir de üstelik yeni şeyler getirmişler. Dolayısıyla bu yayılma, gelişme, ondan sonra işte, Balkanlar’a ve bezeri yerlere kadar uzanma ideali, aynı zamanda buna katılma ideali biraz da kendi inançlarının, yaşayışlarının gereğidir. Yani tasavvufı hayat bunu âdeta zorluyor.
Tasavvufı hayata girmesi de gerekmiyor birçok kimsenin. O hayatı zaten müritler, dervişler yaşıyorlar, halkı örgütlüyorlar ama şeyhe hayran olan insanların çoğu ona manen bağlı olarak yani bir veliye bağlı olmak, bir ermişin sözünü dinlemek, elini öpmek, onun tavsiyesi peşinde koşmak veya onu gerçekleştirmek gibi bir idealle bağlanıyorlar. Dolayısıyla, tasavvufı hayat, başlangıçtan itibaren son zamanlara kadar da böyle devam etmiş. En baştan yani padişahtan en aşağıdaki kimseye kadar herkes tesir altında kalmış. Osmanlı padişahlarının büyük bir çoğunluğu ya Mevlevidir yahut Nakşîdir veya ikisine birden bağlıdır.
Meselâ “ehlisünnet” tarikatları denilen tarikatlar bilhassa 12 tarikat, Nakşî tarikatım pir biliyor, bir defa, birinci derecede, ona bir ayrı saygı gösteriyorlar. Sonra dört hukuk mezhebinden, fıkıh mezhebinden ilk üçü diyelim, Hanefî mezhebini baş mezhep olarak görüyor. Yani dört mezhepten birkaç adam biraraya geldiği zaman Hanefî mezhebinden birini imam olarak seçerler evvela, İmâm-ı Âzam’a hem yaş bakımından hem hukuki bakımından hem de kıdem yani devrinin önceliği bakımından saygıları ve bağlılıkları vardır.
Bizim ilahiyat fakültelerinde veya birtakım yerlerde söylenen bir söz var: “Osmanlı, Eş’arî mektebinin fikirlerine kapıldığı için kaderci oldu.” Herkes “îtikat- te mezhebim imam Mâtürîdî.” diyor. Bugün biz de öyle öğretiyoruz çocuklarımıza, “Amelde mezhebim îmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe.” diyor. Benim 5-6 yaşında öğrendiğim şeydir bu. Osmanlı bunu, amelde mezhep olarak Hanefîliği benimsemiş, benimsetmiş yani resmi mezhep olarak kabul etmiş.
Hanefî mezhebi diğerlerinden daha akılcı bir mezheptir. Matürîdîlik diğerlerinden daha akılcı bir mezheptir. Kelâm kitabı olarak medreselerde okutulan itikat kitabı, Nesefî’nin kitabıdır. Nesefî, Mâtürîdîliğe göre yazılmış bir kitaptır. Mâtürîdî’nin muakkibidir yani takipçisidir. Onu şerh eden Eş’arî olsa bile, Cürcânî veya Teftâzânî, Eş’arî olsa bile, temel kitap olarak okutulan şeydir yanı Mâtürîdî itikatıdır.
Nevzat Bey de işaret etti. Belki son zamanlardaki durgunluğu bir tarafa bırakırsak, 17. yüzyıla kadar fevkalade bir canlılık var. Yani sanat hayatında da edebiyat hayatında da askerî hayatta da günlük hayatta da herkes ekmeğini taştan çıkarmaya çalışıyor.
Bir de zaten Ahilik örgütü, futüvvet örgütü gibi Selçuklu’dan kalan birtakım örgütler var. 1925Tere kadar Ahilik Ankara’da ve benzeri yerlerde esnafı yönlendirmeye devam etmiş, ahlâki yönden tedibe, edeplendirmeye vesaireye devam etmiş bir teşkilat: 700 senelik böyle bir teşkilat.
Vakıftan oturum başkam bey daha iyi biliyor, vakıfların zaten getirmiş olduğu bir hayır anlayışı var. Yani vakıf, “Festebikul-hayrât” yani “İyilikte yarışın.”[1] ayetinden kaynağım alıyor, gücünü alıyor veya böyle bir idealden destek alıyor.
Ziya Gökalp bir söz nakleder yazılarından birinde. İmam Bahâeddin Nakşi- bend Hazretleri’ne sormuşlar, “Hazret-i İsa ölüleri diriltiyordu. Sizin kerametiniz nedir?” O da demiş ki: “O ölmüş cesetleri diriltiyordu, biz ölmüş ruhları diriltiyoruz ” Bunun prensibi de “Halk içinde Hakk ile beraber olmaktır.” Bunu Gökalp da zikrediyor. Demek ki halkın her kesiminin içerisinde olacaksın, kötülerle beraber de olacaksın icabında ama Hakk’ı unutmadan, Hak’la manevi bağlantını kesmeden, her an Hakk’ın huzurunda olduğunu düşünerek. Yani tasavvuf eri böyle düşünüyor. Ama oradan aldığı ilhamı veya kendisine yüklediği vazifeyi halkın en aşağı tabakasına, en uzak tabakasına da götürmek mecburiyetindedir.
Şimdi, bu, ahlâki hayatta böyle olduğu gibi, içtiami hayatta, ticari hayatta veya । diğer siyasi, askerî hayatta, tefekkür hayatında da bu böyledir. Bir defa, mutasavvıf olarak zaten tefekkür var. Tarikatta kat ettiği merhalelerde, tarikata mensup kimsenin katettiği merhalelerde, belli bir merhaleden sonra şeyh müridine, eğer o merhaleleri iyi katedebildiyse tefekkür etme vazifesi verir. Günde diyelim ki yarım saat tefekkür yapmak mecburiyetindedir tasavvuf eri.
Ne düşünecek tasavvuf eri? Belki o kadar, ayetleri okuyamayabilir ama Allah’ın huzurunda olduğunu diz çöküp düşünecek, ondan soma Allah’ın azametini düşünecek. Meselâ diyelim, “Innallâhe maanâ” ayeti “Allah bizimle beraberdir.”[2] veya “Küllü şey’in hâlikün illâ veçhe = Allah’tan başka her şey helak olucudur, yok olucudur.”[3] ayeti meali veya “Biz insana şah damarından daha yakınız.”[4] gibi ayetlerin manasını düşünecek, Allah’ın kendisine yakın olduğunu, onun kudretiyle beraber olduğunu düşünecek, âlemin bir taraftan azametini, büyüklüğünü ve onun içinde de kendisinin küçüklüğünü, aczini, ondan sonra da o aczine rağmen tabiata hâkim olma gücünün kendisine verildiğini ama buna rağmen kendisinin sonlu, âlemin sonlu, Allah’ın sonsuz ve ebedî olduğunu, ölümsüz olduğunu düşünecek.
Şimdi, böyle bir tefekkür vazifesi var. Ve bu tefekkür esnasında da böyle bir bağlantı içine giren kimse, eğer manevi yönden kalp gözü açılmışsa, her hâlde o âlemden de birtakım yeni bilgiler getiriyor demektir. Mutasavvıfların içinde bulundukları hâlin birbirine uymaması, “Ben şunu gördüm, bana şöyle denildi.” tarzındaki düşüncelerin farklılığı buralardan kaynaklanıyor; bir.
Bir de tabii, meselâ hem mutasavvıf olup hem fıkıhçı olup hem de kelâmcı medrese ulemasıyla tekke şeyhlerinin birbiriyle çatıştığı, daima kavga ettikleri söylenir. Bunun doğru olduğu yerler de var. Ama çoğu yerde doğru değil.
Şimdi, Molla Gürânî’yi alalım, Molla Fenârî’yi alalım. Molla Fenârî, büyük bir fikıhçı, büyük bir usulcü, büyük bir mantıkçı; mantık kitapları da var. Ondan sonra, bir usul fikıh kitabı yazmış. 30 senede yazmış ama bir Vahdet-i Vücûd kitabı var aynı zamanda. Vahdet-i vücûdun tahlilini yapıyor yani onun varlık meselesini ontolojik yönden izah ediyor ama onu da yaşanması gereken bir tarikat olarak düşünüyor. Zaten Batı’nın panteizminden farklı olan tarafı da bu bizde. Esas olan vahdet-i vücûdun ahirete iman, günah-sevap, ceza-ikap esasına dayanan ve günlük hayatta yaşanabilen bir tarikat tarzı, bir hayat tarzı olarak düşünülmesidir, öyle inanılmasıdır.
Onun için meselâ Osmanlı’da ilk müderris Dâvûd-i Kayserî’den veya ondan sonraki Molla Fenârî’den son İsmail Fenni’ye gelinceye kadar, birçok vahdet-i vücûd kitabı yazılmış; risale olanlar var, koca koca kitap olanlar da var. Bunun içinde, Molla Fenârî gibi mantıkçı, matematikçi, fikıhçı olan kimselerin yazdığı eserler de var, İsmail Gelenbevî gibi doğrudan doğruya mantıkçı ve matematikçi olanlar da var veya İsmail Hakkı Bursevî gibi hem tarikat şeyhi, hem müfessir olanlar da var yani iç içe olduğunu demek istiyorum. Şu medrese uleması, şuna karşı çıkmış; öteki tasavvuf ehli, ona karşı çıkmış değil, yaşamışlar bunlar.
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri denen zat, uzun süre Bursa’da kadılık yapmış. Daha sonra rüyasına girenler olmuş, ondan sonra o hayatı bırakmış tamamen tasavvuf! hayata geçmiş. Tasavvufi hayata geçmiş ama Birinci Ahmed’in akıl hocası olmuş, tabiri caizse. Rüyalarını yorumluyor veya birtakım sıkıntılarını gideriyor, mektup gönderiyor, ona hemen ânında yorumlar yapıyor, harbe gideyim mi, gitmeyim mi derken harbe gitmesine vesile yorumlar yapıyor. Yani Saray üzerinde veya Saraydaki en yüksek şahsiyet üzerinde de âdeta manevi bir tesir sahası icra ediyor.
Şimdi, bu açıdan tefekkür hayatına baktığımız zaman tabii, şimdi bizdeki gibi, laik düşünce tarzında olduğu gibi, şu adam sadece şu sahada düşünüyor, şu adam sadece şu sahada akıl yürütüyor gibi orada bir ayrım yapmamız mümkün olmuyor.
“Meselâ Matrakçı Nasuh diyelim. Matrakçı Nasuh, bir mühendis, bir teknik adam, teknik düşünceye sahip bir adam, icat yapan bir adam. “Matrak” denen askerî oyunu icat etmiş, talimnamesini yazmış, askere öğretmiş, ondan sonra da oynatmış, daha doğrusu harp meydanlarında tatbik ettirmiş. Daha birçok böyle icatları olan bir teknik adam. Bunun yanında ressam, öyle sıradan bir ressam filan değil.
Biliyorsunuz. Tarih Kurumu bastı onun eserini, Sefer-i Irakeyn[5] değil mi? Mohaç Seferi’ne gidiyor, ordunun konakladığı menzillerde gördüğü kasabaların, şehirlerin hepsini tablo hâline getiriyor. Irak’a gidiyor, iki Irak seferine gidiyor ve Anadolu’daki ve Bağdat’a varıncaya kadar gördüğü meskûn alanların hepsini tablo hâline getiriyor.
Ben gördüm. Meselâ Eskişehir’i tablo hâline getirmiş ve bugünkü Eskişehir’e benziyor 500 sene önceki şehir.
Şimdi. Batılılar bunu Leonardo’yla mukayese ediyorlar. Biz bilmiyoruz. Okullarımızda falan okutulmuyor. Leonardo’nun filmleri var. Leonardo, evet çok yönlü bir adam: mühendis, mütefekkir, filozof, icatçı bir adam. Onun yansı kadar değer vermiyoruz bu adama. Ve benim hatırladığım kadarıyla, 1979’da yabancılar bu konuda Matrakçı’yı tanıtıcı bir film çevirmişler, TRT’de oynadı bu film.
Öbür taraftan, bizzat Fâtih’i ele alalım. Fâtih meselâ bir mühendis, asker olmasının yani büyük kumandan olmasının yanında bir mühendis. Topu döktürüyor ama topun projesini çizen, hesabını yapan kendisidir. Havan topunu icat eden odur. Şimdi, menzili görmeden veya hedefi görmeden tepenin arkasından, üstünden geçirmek suretiyle menzile ulaştırabilmek için çok ince balistik hesaplar yapmak lâzım. Bunu topçu, topu döken adam yapamaz, mühendis yapar.
Dolayısıyla teknik tefekkür var, tasavvufi tefekkür var, hukuki tefekkür var, tarihî tefekkür var; ondan sonra işte, iktisadi tefekkür var ama felsefi tefekkür de var.
Şimdi, bakıyoruz, meselâ bir sürü şeyler yazılıyor bu sahada. Osmanlı üzerine düşünen bazıları, felsefi tefekkür yok diyorlar.
Şimdi, ille Batı’nın ölçüsüyle mi değerlendireceğiz? Ama Osmanlı’nın yüksek olduğu, yüceldiği dönemlerde Avrupa’da hiçbir şey yok. Yani yükseliş döneminde Avrupa’da ne ilim var ne felsefe var. 1400’lü, 1500’lü yıllarda kim var filozof olarak? Hiç kimse yok. Descartes’ın ölümü 1650 ve Batı felsefesi, modem felsefe Descartes’la başlar. Ondan bir önce de Bacon, ölümü 1626, ondan 25 sene evvel. Ondan önce filozof yok. Hadi, Rönesans filozofu diye, o yakılan Bruno’yu kabul edin, ölümü 1600. 1600’de Osmanlı artık, şu klâsik sınıflamayı kabul edersek duraklama dönemine girmiş, yükselişi tamamlanmış. Ama tefekkürün yükselişi de adeta tamamlanmış orada, Osmanlı’da. Bir canlanma var ama büyük mütefekkirler, dediklerimizin dönemleri Batı’da başlarken bizde âdeta sona ermiş gibi bir şey var.
Yani Molla Gürânîler, Molla Fenârîler, işte Hocazâdeler, İbn Kemaller, Ebüssuûd- lar ve benzerleri, bunlar 16. yüzyılın ortalarında, sonlarında vefat etmişler. 1657’de vefat eden bir Kâtip Çelebi var. Hem klâsik dönemi temsil ediyor hem modem dönemi temsil ediyor, bir köprü arada. Hem klâsik kaynaklan biliyor, onlara göre yetişmiş hem Batılı kaynaklardan istifade ediyor. Onun için geçişi belki temsil ediyor, değişik yeni bir uyanışı da belki temsil ediyor. Seleflerinden daha çok devrini sorgulayabiliyor. Diğerlerinde de var ama devrindeki kendi hocası Kadızâde’ye minnet duyuyor. O kitabında söylediğine göre yani Mîzânüfl-Hak fi İhtiyari l- Ehak’te. Kadızâde bunu ilme teşvik etmiş, onun için memnun. “Vaazı çok tatlıydı, çok zevkle dinliyordum.” diyor. “Ama felsefeye düşmandı.” diyor. Oradan kendisini kurtarabiliyor ve onun gibi düşünenlerin hepsini orada tenkit ediyor. Ama Sivâsîlerle Kadızâdeliler arasındaki kavgada da orta yolu bulmaya çalışıyor. Çünkü ikisinin de değerli olduğunu söylüyor aynı zamanda. Birini bir tarafa atalım, şöyle yobazdı, gericiydi vesaire demiyor şimdiki gibi. Yani bir ayrımcılık da yok adamda. Çünkü Kâtip Çelebi, içtimai hayatın nizamının ancak kışkırtmalarla, kavgalarla, bölmelerle vesaireyle değil ama uzlaşmalarla mümkün olabileceğini biliyor,
Bir İbn Kemal’e bakıyorsunuz. İbn Kemal hakikaten dev gibi bir adam. Hangi sahaya el attıysa en iyisini yapmış. Edebiyatta, manzum Yusuf u Züleyha’sı var. Ata- sözlerinden müteşekkil manzum eseri var, Türkçe lügat yazmış veya neyse, ona benzer birtakım şeyleri var. Tarihte zaten büyük bir tarihçi ve tarihe bakış açısı da farklı. Yani kendi döneminde onunla yaşıt diyebileceğimiz adam Machiavelli. Machiavel- li’in tarihe bakış tarzı, olaylara bakış tarzı, Batı’da, ilk defa sebep-sonuç ilişkisine dayanarak tarihî olayları izah eden adam diye övülüyor. İbn Kemal’de Tevârîh-i Âl-i Osmân’ın önsözüne, giriş kısmına bakın, orada da sebep-sonuç ilişkisi ile izah var.
Şimdi, fıkıha bakıyorsunuz, İslâm hukukunun orada en büyük temsilcisi. Şeyhülislâmlık yapmış zaten senelerce. İran’a sefere çıkalım mı? “Çıkalım.” Fetvayı veren odur. Bilmem nereye çıkmayalım, “Çıkmayalım.” Fetvayı veren odur. Veya ondan önce Zenbilli Ali Efendi veya ondan sonra Ebüssuûd Efendi. Padişahın kendisine Belgrad’dan, işte, “Yarım canım, yaşta yaşım, sinde sırdaşım.” diye büyük sevgi ve muhabbet bildirerek yazmış olduğu mektubundaki samimiyeti suistimal etmeyen ama mahkemede, bir cinayete şahitlik yapması gerekirken, “Sen cemaatle namaza gelmiyorsun.” diye Kanuni’nin şehadetini kabul etmeyecek kadar da Padişahın karşısında da dik durabilen bir adam. Nasıl durur bu adam? Tefekkürüyle durur, ilmiyle durur, şahsiyetiyle durur, imanıyla durur, ahlâkıyla durur.
Şimdi, ondan sonra, “Padişah istediğini yapardı; istediğini asar, istediğini keserdi, diyorlar. Zenbilli Ali Efendi’nin, biz biliyoruz, kitaplarda da var, Yavuz’un 150 devlet memurunun hata ettiklerinden dolayı katline ferman vermesini geri aldıran adamdır. Yavuz, “Sen bu işe karışma, bu dünya işidir.” dediği zaman, “Bizim vazifemiz, padişahların dünyasını da ahiretini de kurtarmaktır.” diye cevap veren adam. Veya Belgrad’ı fethettiği zaman halkın kılıçtan geçirilmesini isteyince karşı çıkan adam. “Bunlar, Allah’ın emanetidir, kılına dokunamazsın.” diyen adam.
Daha sonraki dönemde şeyhülislâm veya sadrazam bunlan diyemiyorsa o, kendi şahsiyetsizliğindendir. Demek ki bu gücü verebilen bir şey vardı orada; bir kültür hayatı vardı, bir tefekkür hayatı vardı, bir iman gücü vardı.
Dolayısıyla Osmanlı tefekkürü çok çeşitli ve renkli. Meselâ sadece İbn Kemal’e baksak, 220’ye yakın risalesi ve kitabı var. Bunların içerisinde meselâ şimdi bildiğimiz kadarıyla üç tanesi akıl risalesi, üç dört tanesi sırf, varlık risalesi, bir o kadarı imkân üzerine. Ayrıca değişik konularda küçük risaleleri var. Meselâ İbn Arabi’yi tekfir etmek hususunda. Devrinin birtakım âlimleri “Şeyhülekber değil, Şeyhülekfer” diyorlar, en büyük kâfir manasına. Bu da orta yolu buluyor yani tekfir etmiyor, ettirmiyor, edilmemesini de istiyor. Çok taraftar görünmüyor ama. Bunların da hizmet ettiklerini söylüyor. Şimdi, toplumu böyle topluyorlar, insanımızı birbirine bağlayabiliyorlar.
Sonraki dönemlerde de var bu.
Meselâ, pek incelenmemiş, belki bundan sonra ortaya çıkacak, dil felsefesiyle ilgili risaleler var yahut mantık kitabının baş tarafında dil felsefesi, anlam felsefesi yapıyorlar.
Meselâ Muhyiddin Kâfiyeci diye bir adam var. 1474’te ölmüş. Bütün İslâm dünyasında “Kâfiyeci” diye tanınıyor bu adam, Kâfiye’yi çok okuttuğu için. Yani adı da “- ci” ekiyle tanınıyor. Şimdi, “Zeydün kâimün.” “Zeyd ayaktadır.” haber cümlesinin irabını yap demiş talebesi Süyûtî’ye. O da demiş ki: “Yahu Hocam! Benimle alay mı ediyorsun? En basit iki kelimelik bir şeyi soruyorsun!” O da eline alıp vermiş, 113 tane önerme. Bunun nasıl tahlilinin yapılacağım göstermiş.
İşte, 1951’de ölen o meşhur Avusturya asıllı İngiliz Filozofu Wittgenstein’in, analitikçilerin başı olan bu zatm, Traktatüs’imdeki dil felsefesiyle ilgili hususlarla karşılaştırmak mümkündür o önermeleri. Ama demek ki Traktatüs’te o adam, o önermeleri söylemeseydi biz de o Kâfiyeci’nin değerini belki de hiç bilemeyecektik.
Dolayısıyla çok değişik, çok çeşitli, çok renkli birtakım âlimler tek bir sahada bir şey yapmamış, hepsini birden meczedebilmişler. Bu bir de kültürün gereği. Esas söylemek istediğim şuydu:
Bu Kâfiye kitabı okutuluyor ama hemen Kâfiye’ten önce veya sonra, şimdi sırasını hatırlamıyorum, mantık okunuyor. Mantık, Osmanlı’nın en çok önem verdiği şey. Bu, tenkit ediliyor bir bakıma. Hâlbuki klâsik mantık da olsa, önce doğru düşünmeyi öğretiyor insana. Yani sen dili öğrenmeden evvel veya öğrenirken evvela önermeyi nasıl doğru kuracaksın, yanlış önermeden nasıl kurtulacaksın ve evet çelişkiye düşmeden nasıl tutarlı olabileceksin, bunu öğretiyor sana. Ve aynı zamanda, tabii, çünkü mantıkta önermelerin bir bilgisel yönü var, epistemolojik diyelim, bir de varlıksal yönü var, ontolojik yönü var, bir de metedolojik yönü var. Bunların hepsini öğretiyorlar, kullanıyorlar.
Cevdet Paşa Sempozyumu’nda dile getirildi, Belâgat-ı Osmâniyye diye bir kitabı var. Ahmed Cevdet Paşa, o Osmanlı Belagati’nin baş tarafına dört beş sayfa mantık yerleştirmiş. Ne ilgisi var diyeceksiniz. Adam belagatın bile, hitabetin bile mantıklı olmasını istiyor, mantıki esaslara göre yürümesini istiyor, sözün tutarlı olmasını istiyor, doğru olmasını istiyor, doğru ifade edilmiş olmasını istiyor, süslü cümle değil ama aynı zamanda doğru bilgi ihtiva eden cümle olmasım istiyor.
Dolayısıyla Osmanlı tefekkürü çok çeşitli, çok renkli ve her yönüyle, âdeta sıfırdan başlanarak çok büyük ekiplerle uzun seneler araştırılması gereken bir tefekkür. Bizim bugünkü kısır tefekkür hayatımıza da büyük kaynak teşkil edebilecek bir tefekkür. Ama bu kaynağın bağlantısını iyi kurmamız lâzım. Evvela yazı bakımından kurmamız lâzım. Ondan sonra dil bakımından, kavramlar bakımından ve muhteva bakımından kurmamız lâzım. Ondan sonra zannediyorum ki oradan bize çok şey çıkacak. Çünkü hep Batı’yı nakletmekle, bakın, bir yere varamadık. 150 senedir, bizi İslâm geri bıraktı dedik, laik felsefe dedik, laik düşünce dedik, 150 senede bir filozof çıkaramadık. Yani Ziya Gökalp vesaire filan onlar, Osmanlı çocuğudur. Hilmi Ziya da Osmanlı çocuğudur. Mümtaz Turhan da Osmanlı çocuğudur. Fındı-oğlu da Osmanlı çocuğudur. Fındıkoğlu 1901 doğumludur yani Harf İnkılabı olduğu zaman 27 yaşında. Yaşını başını almış, hem de doktorasını bitirmiş adamdır. Harf İnkılabı’nda 1920 doğumlular, 1925 doğumlular yani Cumhuriyet kültürüyle yetişmiş olanlardan tanınmış bir filozof, bir mütefekkir çıkmadı.
Onun için, bu bağlantının iyi kurulması lâzım. Kopmuş olan geleneğin de iyi kurulması lâzım.
Bir de şunu da söylüyorum, ben sık sık söylüyorum, tekrarında fayda var: Bizim felsefemiz bize mahsustur. “Öyle felsefe olmaz.” deniliyor. Nietzsche’nin akılla hiçbir ilgisi yoktur, irrasyonalist olarak bilinir, irrasyonalizmin babası olarak bilinir bu adam. Alman Filozofu Jaspers 1969’da öldü, Nietzsche diye bir kitabı var 500 sayfalık. Kitabının sonunda, 40 sayfa boyunca bunu tenkit ediyor metot bakımından, mantık bakımından, muhteva bakımından. Mantık bakımından diyor ki: “Bir satın, bir satırına uymaz.” Böyle paragraf değil, aklına estiği gibi yazmış. Bu adam büyük filozof. Niye? “Ben bir bombayım. Patlamaya hazır bir bombayım.” dediği için. Niye? Bunlara bir eylem yolu gösterdiği için. Ona kalırsa bizde daha neler var yani bize has. Niye? Osmanlı’nın kendi ideali var. îşte, burada bahsedildi. Bir defa, o ideale göre adam yetiştiriyor, o ideale göre medrese kuruyor. Dünya hâkimiyetidir bu birinci derecede. Buna “nizâm-ı âlem” deyin, “devlet-i ebed-müddet” deyin, “ilâ-yı kelime- tullâh”deyin, “kızıl elma” deyin, ne derseniz deyin; herkesin içi bununla kaynıyor. Bu, bir dinamizm veriyor. Resmî ideoloji diye bunu küçük görmemeli.
Daha önce de söyledim: Şimdi, Hilmi Ziya Ülken, dinle doğrudan doğruya teorik olarak ilgilenmiş bir adam, pratik olarak hiç ilgilenmemiş bir adam. Oruç tutmaz, namaz kılmaz, belki bunlara inanır. Ama şimdi, Osmanlı yıkılmış, Cumhuriyet kurulmuş, Halk Partisi kurulmuş, iktidara gelmiş, onun sonuna gelinmiş; din, cemiyet hayatından tardedilmiş. 1949’da destan yazıyor Hilmi Ziya. Destanı, “Roma fethedilecektir. Roma yıkılacaktır.” diye bitiyor. Yani, bugün bir söz var, “Dam başında saksağan, vur beline kazmayı.” “Nereden geldi bu da?..” denir. Ama demek ki Osmanlı’nın, Osmanlı çocuğunun ruhunda bu ideal var, bu ruh veriliyor. Ro- ma’nın fethedilmesi, Hilmi Ziya’nın öyle çok hoşuna gidecek bir şey değil belki ama ideal olarak yerleşmiş demek ki. O merkezin, Osmanlı’nın, Türk’ün ve İslâmın aleyhinde bir merkez olduğunun şuuruna veya şuuraltında bu var.
O bakımdan bu ideale göre esas yönlendirici dinamik. Yani 600 sene bu idealle yaşadıysa insanlar ve 1912’ye kadar da Balkanlar’ın öbür ucuna kadar orada ka- labildilerse bu, dünyaya örnek olarak bir devlet kurmuş, yaşamış ve yaşatmış, örnek olarak devam etmiş demektir.
Bakın işte, 76 sene oldu Cumhuriyet kurulalı, avuç içi kadar Anadolu’da dünyanın sıkıntısını çekiyoruz.
Ve bugün biz, Anadolu’da yaşayabiliyorsak Osmanlı’nın Balkanlar’a, Viya- na’ya kadar gitmesi sebebiyle yaşayabiliyoruz. “Ne işi vardı Osmanlı’nın Viya- na’da, bilmem ne…” filan diyorlar. AvrupalIlar da diyor, bizimkilerden bazdan da diyor. İşte, Paris’te Port d’Orleans’a kadar gitmiş, Attila. Attila, Müslüman değildi. Mançurya’dan çıkmış gitmiş oraya, kendi dininin, kendi inancının gereği olarak gitmiş. Devlet de kurmuş. “Ne işi vardı?” Fransızlar öyle diyorlar, “Attila’nın ne işi vardı burada?” diyorlar. Ben de diyorum ki sizin Yeni Kalendonya’da ne işiniz var? Veya Fransız Guyanası’nda, Güney Amerika’da veya bilmem nerede ne işiniz var? Osmanlı, bir de sömürmemiştir üstelik, oraları huzura kavuşturmuştur. Ama Osmanlı oraları, Balkanlar’ı ele geçirip idare edip orada huzuru sağladıysa Anadolu da rahat ve ebedî kalabilmek için sağlamıştır, birinci derecede.
Süleyman Hayri Bolay – Türk Düşüncesinde Gezintiler,syf:108-117