Sabır Yelkenleri
Mücerret öğütler kâfî gelseydi, elle tutulur sıkıntı ve belalara gerek kalmayacaktı. O zaman tekdüze bir hayat biçimi insanları belki de bunaltacak ve hayat bu kadar değerli olmayacaktı.
Sanat eserlerinin çıkış noktalarında da bu var. Mutlu bir zemini olan eserlerde, mutlu zamanların sanat eserlerinde de gizli gizli bir felaket esintisi sezilir. En azından okuyucu, bu mutluluk tablosu acaba hangi talih dönüşleriyle değişecek diye beklemektedir. Bunu, yazarlar da, insanlar da gizli gizli bekler ve bazen insanlardan birinin veya kahramanlardan birinin şu cümlesine rastlanır:
-O kadar mutluyum ki, bu beni korkutuyor.
Bela, sabırla ancak, eğitici ve yüceltici. aldırmazlık veya aşırı önemsemeyle helak oluş değil, tersine belayı, onu var edenin adına bir gerçeklik olarak içinde tutmak ve onun bulutlar gibi toplandıktan sonra açılacağını beklemek. Ona hem razı olmak, hem de kabullenmeden içinde bir evlat gibi büyüttüğü, taşıdığı halâs anını beklemek.
Fakat belaya olduğu gibi, mutluluğa, selamete, gönül hoşluğuna da sabır ve tahammül gerekli. Ona da tıpkı belaya sabredildigi gibi bir dayanma gücüyle sahip olunmalı ki bolluk ve gönül rahatlığı, kişiyi kulluk bilincinin sınırlan dışına çıkarıp helâka götürmesin.
Anlamlı bir hayat, bütün sıkıntı ve neşelerden, dinî tertiplere dayalı bir birlik meydana getirebilmek demek. Bu çabalar kişisel olmakla beraber, başkalarına da sirayet ettiği için, arkadaşının iyisinin seçilmesi, alimlerle beraber olunması, mecbur olunsa bile şerli muhitlerde bulunulmaması öğütlenmiş. Ancak insanların kendi gidişatlarını sırf öğütlere bakarak düzenlemekten yoksun oluşları yüzündendir ki, ya bizzat kendilerine ya da yakınlarına veya benzerlerine geliş çatan elle tutulur musibetler, bir terbiye aracı olarak ortaya çıkmış.
Hayatın ders alması bu ibretlerle dolu olduğu yetmiyormuş gibi, yazarlar hayatın taklitleriyle kuruyorlar eserlerini. Azgınlıklara ya da İlahî tecellilere yol açan aşklar, hile, entrika ve desiseler ve bunun ihtiras dolu talipleri, munisligin ve mazlumluğun, kendi iradeleriyle kabullenmiş gibi görünen zebunları veya hiçbir acı ve neşenin alıp götürmediği, sarsmadığı, üzerinde fazla durulmamış birçok insan. Kahramanların ve onlarla belirginleşmesi istenen tizliklerin daha çarpıcı görünebilmesi için, özellikle ihmal edilmiş, dekorlar halinde kalabalıklar. Onlardan, eserlerde birçok değil birkaç tane bile olsa hep çoğul olarak düşündüklerimiz.
Önümüzde bütün hayat, tarih dediğimiz somut tecrübe anlarının bütün geçmiş birikimleriyle birlikte, ve sanat eserleriyle dolu.
Sabır ve rıza ile gelişmenin değerli araçları olan mutluluklar ve musibetler, yaşadığımız hayatta da, sanat eserlerinde de, bol bol elimizin alımda bulunuyor.
Zamanımızın kültür yapısı insanlar için ne gibi ruhsal güçlükler taşıyor?
Sevilmek ve sevgi göstermekle ilgili tavırlar sağlıklı mıdır?
İnsanın kendi benliğini değerlendirmek konusundaki imkânları, acınacak kadar azalmış mıdır?
Kendini göstermek ve başkalarına kabul ettirmek konusunda seçilen ve uygulanan yolların ahlakî değeri nedir?
Neden hoşgörü, düşünceye saygı gibi özelliklerin yerini Saldırganlık, çılgınlık ve zorbalıklar almaktadır? Bunlar nasıl oluyor da bireysel planda da devletler planında da “haklılıkla” bagdaştırılabilmektedir?
Ve nihayet cinsellikle ilgili telakkiler neden bu kadar serbestleşmeye, ama buna mukabil ortaya çıkan ruhsal problemlerin önemli bir yüzdesine cinsel tatminsizlikler sebep olmaktadır?
Batılı gelişmiş toplumlar, sosyal güvenliklerini sağladıkları bireylerin, bütün zenginliklere, sağlanan bütün imkânlara rağmen delilikten kurtulamaması karşısında afallıyorlar. Anababalar dişlerini tırnaklarına katarak evlatlarına sağladıkları zengin hayata rağmen, onların seçtikleri yollar karşısında hayal kırıklığına uğruyor ve bunalım geçiriyorlar.
Yeni bir salgın var Batı’da:
Genç kız veya erkekler, başlarına garip şapkalar, kulaklarına küpeler, saçlarına renkli kurdelalar, maskotlar takıyor, çullara benzer elbiseler giyiyor, katiyyen çalışmıyor, gereğince sadece dileniyor, ortada geçerli ne kadar kural varsa onları yok etmeye çalışıyor ve kural koyucu, toplumu belli düşüncelere yönlendirici ne kadar yerleşmiş büyük müessese varsa onları yok etmeye çalışıyor ve hatta bu yok etme işinde kendi ölümlerini göze alarak çok ileriye de gidiyorlar. (Uluslararası bir kuruluşu, aynı gerekçelerle ortadan kaldırmak isteyen böyle biri, vücuduna birkaç kilo şiddetli patlayıcı bağlayıp, kuruluşun merkezine girerek ateşlemişti, beş-altı yıl önce.)
Bu ve benzeri davranıştan, toplulukları ve akımları, Batı’nın bugünkü kültür yapısından soyutlayarak ele almak, meseleyi kavramaktan kaçmak olacaktır. Akılcılığa büyük önem veren Batı, akıl dışı her olguyu yok veya değersiz kabul ederek, bireylerde doğuştan var olan manevi ihtiyaçları da yok kabul etmiş olunca, birey, görünüşte sağlanan bütün zenginliklere rağmen, içine düştüğü korku, endişe ve ağır yalnızlık hallerinin hesabını soracağı kişiler ve kurumlar aramaya başlamış ve sonuçta çareyi, manevi ihtiyaçlarını keşfedeceği ve onları temin için gerekenleri yapacağı yerde, yine aynı kültürün insanı olarak, bir bakıma kendini bu illetlere götüren saiklerin metodu ile, suçlu olarak görmeye başladığı kural koyucu kuruluşları yok etmekte bulmuştur.
Sevilmek ve sevmek konusunda her insanda bulunan istekler onda aşın bir sevilmek isteği şeklinde veya kendisine değer verenleri umursamamak şeklinde ortaya dökülmektedir.
Kendini değerlendirmek konusunda aklî yolları seçememekte, topluma duyduğu tepkilerin acayip kılıklı delisi olmaktadır.
Kendini göstermelik ve başkalarına kabul ettirmek konusunda da, ahlâk diye bellenip gelen bütün değerleri ayak alıma alması gerektiğini sanmakta, alenen tecavüze ve şiddete, en basitinden çırılçıplak soyunarak kalabalık bir caddede koşmak gibi gösterilere başvurmaktadır.
Eğer Batı’nın içinde bulunduğu bu durumlar, Batı’nın sınırları içersinde olup bitse idi ve Doğu; Batı’nın bu kadar güdümünde olması idi, eğer Batı böyle delicesine taklit edilmiyor olsa idi, bütün bunlar bizi pek az ilgilendirecekti…
Cahit Zarifoğlu – Zengin Hayaller Peşinde