31 Mart Hadisesi’nin İçyüzü Nedir ? Ne Değildir ?
4.12 BİR ASRA YAKINDIR İRTİCA OLAYI DENİLEREK HEP DİNDAR İNSANLARIN ÜZERİNE YIKILAN 31 MART HADİSESİNİN İÇYÜZÜ NEDİR? NE DEĞİLDİR?
31 Mart Vak’ası diye tarihe geçen bu olay, 14 Nisan 1909 tarihine rastlamaktadır. Tarihçiler, bu olayın, kendi zulümlerini örtmek isteyen İttihâdcıların, II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesini temin etmek için, İngiliz Gizli Servisinin yardımı ile ve İngilizlerin aleti olarak tertipledikleri bir hadise olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak suç, samimi Müslümanlara yıkılsın diye, bir kısım dinî sloganlar kullanılmış ve “şerî’at elden gidiyor” diye dine ve dindarlara hücum planları hazırlanmıştır. İttihâdcılar, kendilerinin tertipledikleri bu olayı dindarları mülteciler diye suçlayarak dindarlara yıkmışlar ve maalesef kendileri gibi düşünen tarihçileri de kullanarak, bu olayı en büyük irtica olayı diye takdim etmişlerdir. Böyle bir tertibi fiiliyata dökmek için hem yeterli sebepler vardı ve hem de memleketin bazı halleri böyle bir fitne için alevlendirici özellik arz ediyordu. Şöyle ki:
Evvela, 31 Mart Vak’asının sebepleri nelerdi?
A)Bu olayın asıl sebebi, İttihâdcılarm yaptıkları zulüm ve istibdaddı. İttihâdcılar, tam bir zorba kesilmişlerdi ve muhâliflerini sokaklarda öldürecek kadar azıtmışlardı. Mesela, İsmail Mahir Paşa, muhâlif gazetecilerden Ahmed Samim ve Hasan Fehmi Bey İstanbul caddelerinde açıkça öldürüldü ve faili meçhuller artmaya başladı. Sultân Abdülhamid, Meşrutiyet gereği icraya karışmıyor ve sadece temsil vazifesini görüyordu. Devlete daha çok hâkim olmayı isteyen İttihâdcılar, yabancı devletler tarafından Abdülhamid’e karşı bir şeyler yapmaya zorlanıyorlardı. Onlar için tek hedef, gölgesinden dahi korktukları Sultân Abdülhamid idi.
B)Osmanlı Devleti’ni yıkma planlarının yapıldığı Meclis’deki vekillerin değişmesi için, millet tam manasıyla kaynıyordu. Ermenistan ve Rum Pontus tartışmalarıyla uğraşan Meclis’teki vekillerden halk rahatsızdı.
C)İcradan uzak tutularak köşesine çekilmeye mecbur edilen Sultân Abdülhamid’in yeniden devlet ve millet lehine harekete geçmesini arzu edenler vardı. Çünkü İttihâdcılar, İngilizlerin maşası gibi, onu tahttan indirmek için meşgullerdi.
D)Asker siyâsete karışmıştı. Aldığı askerî ve dinî terbiyeye aykırı işler yapmaya başlamıştı. Mesela, Selanik ve Manastır’dan İstanbul’a getirilen III. Orduya ait subayların fiyakasından halk ve diğer ordu mensupları yaka silkmeye başlamışlardı. Bununla da kalmayıp, İttihâdcılar, İstanbul’u korumakta görevli I. Orduyu tahkir ederek, III. Ordunun Selanik’teki tümeninden nigahbân-ı hürriyet ve muhâfiz-ı meşrutiyet adıyla avcı taburla- nro İstanbul’a sevk ettiler.
E)Haşan Fehmi Bey başta olmak üzere, faili meçhul olayların artması milleti tedirgin ediyordu.
F)Ittihâdcılar kendilerine muhalif gördükleri subayları ve hatta askerleri kadro dışı ediyorlardı; açıkça bir tasfiye hareketi başlamıştı. Bu durum da ciddi bir gerginlik sebebiydi.
G)Hürriyet adı altında her türlü ahlaksızlık serbest hale gelmişti. Açıkça şer’-i şerife aykırı işleri yapan İttihâdcılara karşı, halkta ve özellikle de sağını solundan ayıramayan Derviş Vahdeti gibi bazı dindarlarda, idareye karşı bir nefret oluşmaya başlamıştı. Bütün bu sebeplerin bulunduğu bir ortamda, özellikle 24 Temmuz 1908-14 Nisan 1909 tarihleri arasında, her iki tarafa ait gazeteler, gerginliği arttırıcı yayınlar yapıyorlardı. Partiler, sanki bir iç savaş olacak gibi fedai yazmaya başlayan cemiyetler kurmaya başladılar. Ittihâdcılar, zafer sarhoşluğuyla baskı ve zorbalıklarını daha da arttırmaya başladılar. Sınırsız hürriyet anlayışı, askerlere kadar aşılandı ve erler subaylarına itaat etmez hale geldiler. Dine ve ahlaka aykırı bazı şeyler, askerlere telkin edilmeye başlandı. Orduda itaat ve ahlak bozulmaya başlayınca, dinde hassas ama muhakeme-i akliyede eksik olan bazı nâdânlar, iyilik yapıyorum zannıyla bazı fitne tohumlarını ekmeye başladılar.
Hürriyetin yanlış anlaşılması ve tatbik edilmesi sonucunda, devletin idaresi cahillerin elinde kaldı ve herkes kendi başına hareket eder hale geldi. İstanbul serseri mayınlarla dolu bir hale gelmişti. İşte İngiliz Gizli Servisinin tahrikleriyle hareket eden İttihâd ve Terakkiciler, 31 Mart 1325 günü yani 14 Nisan 1909 tarihinde, gergin durumu fırsat bilerek tertiplerini fiiliyâta dökmeye karar verdiler ve III. Ordudan getirdikleri avcı taburlarına mensup neferlerin fişeğini patlattılar. Başlarında tek bir subayın dahi bulunmadığı ve sadece başçavuş ve çavuşların komuta ettiği bu erler, “Şerî’at isterüz” deyü isyan ettiler. Ayasofya ve Sultanahmed Camii önlerinde toplanan kalabalık, Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa ile Meclis-i Meb’ûsân Reisi Ahmed Rıza Bey’in azlini ve bütün Îttihâdcıların sürgün edilmelerini istiyorlardı. Yukarıda zikredilen sebeplerden dolayı, isyan eden askerlere, başta hamallar olmak üzere her çeşit insar karışmıştı.
Görünürde İttihâdcılara karşı, şerî’atı ve onun teminatı olan Abdülhamidi kurtarmak için yapılmış bir isyandı. Ancak tamamen İttihâdcıların ve İngiliz Gizli Servisinin, Abdülhamid’i tahttan indirmek ve bu arada dindar halkı da ezerek gözdağı verilmek için yapılmış bir tertipti. Bu serseri mayın gibi isyan eden askerler, İttihâdcıların ileri gelenlerinden Ahmed Rıza Bey zannederek Adliye Nâzın Nâzım Paşa’yı ve Gazeteci Hüseyin Cahid zannıyla da Lazkiye Meb’usu Mehmed Arslan Bey’i öldürdüler. Sultân Hamid, II. Tümen Kumandanını çağırarak âsileri dağıtmasını istedi; ancak Padişah’ın tâlimatını dinlemeyen komutan Ordu Komutanından emir almadığını söyleyecek kadar alçalmıştı.
Maalesef îttihâdcı olan ve sonradan bu haline çok pişman olan Mahmûd Muhtâr Paşa ise, emir vermemekte direndi. Daha sonra isyan eden bu cahil askerlere, kendileri gibi cahil olan hamallar ve de sağını solundan fark edemeyecek kadar ahmak olan bazı dindarlar da katıldı. Zaten İttihâdcıların muhâlifleri de böyle bir fırsat bekliyordu. Onlar da akıllı hareket edemediler. İş, çığırından çıkmıştı. Bediüzzaman başta olmak üzere, bir kısım akıllı İslâm âlimleri, askerlere ve hamallara, bunun bir oyun olduğunu ve oyuna gelmemeleri gerektiğini ikaz ettiler. Hatta Bediüzzaman, bir nutuk ile sekiz taburu itaate getirmişti. İttihâdcılar, İngilizlerin âleti olmuşlar ve bütün Müslümanların ümidi haline gelen Abdülhamid’i indirmekten başka gaye gütmemişlerdir.
Bu olayı kendileri tertip etmelerine rağmen, ısrarla olayın bir irtica olayı olduğunu ifade etmeleri, günümüze kadar gelen devlet ile milletin arasını açmak âdetinin kötü bir başlangıcı oldu. Fırsatı ganimet bilen İttihâdcılar, olaylar büyüyünce, Selanik’ten Hareket Ordusu adını verdikleri kuvvetleri, Padişah’ı kurtarmak gibi yalancı bir sloganla İstanbul’a sevk etmeye başladılar. Bu hareket ordusunun sadece kumandanı olan Mahmûd Şevket Paşa Müslüman ve Türk’tü. Askerlerin çoğu, yağmacı ve Müslüman kâtili olan Makedonyalılardı. Tam bir çapulcu ordusuydu. Olayın vahametini anlayan İstanbul’daki generaller ve özellikle I. Ordu Komutanı Nâzım Paşa, Sultân Abdülhamid’e müdahale etmeleri gerektiğini anlattılarsa da, Müslümanı Müslümana kırdırmayacağını söyleyen Padişah, onlara gerekli tâlimatı vermedi.
1.Ordu Kumandanı Nâzım Paşa’ya, Hareket Ordusuna silah çekmemeleri için yemin bile ettirdi. 25 Nisan’da Hareket Ordusu Komutam Mahmûd Şevket Paşa İstanbul’a girdi ve hâkim oldu. Sıkıyönetim ilan eder Paşa, bir kısmı tamamen masum olan binlerce insanı idam ettirdi. Hareket ordusu, Yunan ordusu gibi davrandı ve Yıldız Sarayı’nı yağmaladı. Kütüphane dışında Padişah’ın altın arabasını bile parçalayıp götürdüler. Daha sonra 27 Nisan 1909’da Meclis-i Umumi’yi toplayarak Abdülhamid’i hal’ kararını silah zoruyla çıkardılar. En önemli ithamları, 31 Mart Vak’asını tertip etmekle suçlamak idi. Halbuki bu tamamen yalandı. I. Orduya talimat vermemekte direnen Padişah, Müslümanı Müslümana kırdırmakla itham ediliyordu.
Kısaca 31 Mart Olayı, İttihâdcıların tertipledikleri bir fitneydi; ancak muhalifleri olan Kâmil Paşa-zâde Said Paşa, İsmail Kemal Bey, muhalif gazetecilerden Mizancı Murad ve Volkan Gazetesi baş yazarı Derviş Vahdeti gibi bazı safdiller de durumdan pasta çıkarmak uğruna ateşe kürekle gittiler ve fitne ateşini söndürmek yerine alevlendirdiler. Neticede düşmanlar kâr etti; devlet, millet ve din zarar etti. Çünkü kurulan Divan-ı Harb-i Örfî masumları idam sehpalarında sallandırdı. Din düşmanı kesimlerin eline tam bir irtica sermayesi verilmiş oldu. Bediüzzaman gibi allâmeler bile, 31 Mart Olayı ile suçlandılar; ama beraat ettiler.(1)
Prof.Dr.Ahmed Akgündüz – Arşiv Belgeleri Işığında Sultan 2.Abdulhamid ve Bediüzzaman,Osav yay.,syf:144-147
Dipnotlar:
(1)- BA, Meclis-i Meb’ûsân Albümü (Osmanlı Meb’ûsları, I. Devre), BA Kütüp. No: 1080 (Arşiv kaynaklarına imlemediğinden, Kuran, Öztuna, Dânişmend, Kutay, Cevat Rifat Ati han ve Ecvet Güreşin gibi tarihçiler, şehid edilen Lazkiye mebusu konusunda yanlış isimler vermişler; Tunaya ve Sina Akşin ise isim vermemeyi tercih etmişlerdir. Daha önce yanlış olarak verdiğimiz bu isim, Osmanlı Arşivindeki Albüm’e göre düzeltilmiştir. Ayrıca Lazkiye Meb’usu olarak Emin Arslan Bey’in de bulunduğunu kaydedelim); Kuran, Ahmed Bedevi, İrıkılab Tarihi ve Jön Türkler, sh. 276 vd.; Osman Nuri, Abdül- hamid-i Sâni ve Devr-i Saltanatı, c. I, sh. 111; İsmail Hami Dânişmend, Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 11; Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, c. 1, sh. 616-619; Bediüzzaman Said Nursi,Âsör-ı BedViyye, sh. 309,316-317, 324, 395-396,441; Mektûbât, sh. 429; Badıllı, Tarihçe-i Hayat, I, sh. 235-260; Atilhan, Cevat Rifat, Bütün Çıplaklığıyla 31 Mart Fâciası, İstanbul 1959; Akşin, Sina, Jön Türkler ve İttihâd ve Terakkî, İstanbul 1987; Dânişmen, İsmail Hamı, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. IV, İstanbul 1972, sh. 372.