15 Temmuz Öncesi,Esnası,Sonrası
[ Yılkı Dergisi – Temmuz 2016 ]
Zor bir coğrafyada, ağır bir tarihsel misyonun yüküyle yürümeye çalışıyoruz. Düşmanlarımız, kemiyet ve keyfiyet planında “dost” diyebileceklerimizle kıyas kabul etmez bir üstünlüğe sahip. Ümmet’in son kalesini de ele geçirip, ebedî rövanşlarını taçlandırmak üzere topyekün taarruz halindeler…
Efendimiz (s.a.v)’in işaretlediği üzere küfür, “Amik Ovası”ndaki o nihaî darbeyi yiyene kadar bizi diz çöktürmek için her türlü desiseye başvuracak. Her seferinde yeni bir oyun kurarak, yeni metotlar geliştirerek, yeni partnerler bularak…
15 Temmuz, şeytanın askerlerinin sahnelediği son tezgâh olarak geçti kayıtlara. Siyaset bilimciler, gazeteciler, yazarlar-çizerler hep bir ağızdan, bu son tezgâhın farklılığını anlatıyor. Namazlı-niyazlı insanların “son kale”yi çökertme hareketinde koçbaşı olarak kullanılmış olması şaşırtıcı geliyor…
Oysa biraz tarih bilenler, bu “namazlı niyazlı insanlar”ın söylemlerini tahlil edebilecek, zihin kodlarını çözebilecek kadar İslamî İlimler’de behresi olanlar, sergilenen ihanet karşısında şaşırmadılar. Hatta onlar bu ihanetin ayak seslerini 10 yıllar öncesinden duydular ve uyarı sirenleri çaldılar. Ama rüzgâr çok güçlü esiyordu ve o sesler gafletin ördüğü duvarlara çarpıp çarpıp geri geliyordu…
Olan oldu… Şimdi yapılması gereken, “Olanda hayır vardır” fehvasınca, “olan”dan dersler çıkarmak ve aynı delikten ikinci defa ısırılmamak için gerekli tedbirleri almak… Bunun için, hadiseyi soğukkanlılıkla “öncesi”, “esnası” ve “sonrası”yla tahlil etmek gerekir.
Öncesi
“İctihad kapısı açıktır, ancak o kapıdan girmek için şu zamanda çok maniler vardır” diyen Bediüzzaman Said Nursî merhumun çizgisi, görüşleri, mücadelesi herkesin malumu iken, kendisini ona nisbet ederek hareketine alan açan Fethullah Gülen’in “yeni ictihad lazımdır; gerekirse yeni bir metodoloji/usul ihdas edilmelidir” tavrı bizim için bir “uyarı ateşi” olmalıydı. Ama olmadı. Bediüzzaman, “Selef’in ictihadları semavîdir” derken Gülen’in talebeleri vasıtasıyla yayılan, “Fıkıh evrensel değildir; beşerîdir, değişebilir, hatta değişmelidir” herzeleri geldi, daha açık ve net ifadelerle. Onu da hazmettik hiçbir rahatsızlık duymadan. Kadınların kızların tesettürü “önemsiz” ilan edildi; “durun yahu, ne yapıyorsunuz?” demedik. Dinlerarası diyalog süreciyle mesele fıkıh zemininden akaid zeminine taşındı; Kur’an’ın açıkça “şirk” ve “küfür” olarak damgaladığı itikadlar, “İbrahimî dinler” söylemiyle makbuliyet/meşruiyet şemsiyesi altına sokuldu. Tepki göstermek yerine, Diyaloğu neredeyse devlet politikası haline getirdik. Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde Diyalog birimleri kuruldu… Fethullah Gülen, “Hristiyanların rehberleri ve din büyükleri onlara söylenmesi gerekenleri söylemektedirler. Benim onların söylediklerinden ve söyleyeceklerinden farklı bir sözüm yok” diyerek irtidadını ilan etti, “dünyanın şu kadar ülkesinde okul açtı, devletlerin yapamadığını yapıyor” diyerek Gülen’i ve hareketini adata kutsadık.
Bütün bunlar, Fethullah Gülen hareketinin ne büyük bir “fitne” ve “tehlike” olduğunu alabildiğine açık bir şekilde anlatıyorken biz, bu fitnenin İslam’a ve müslümanlara verdiği zararı önemsemedik. Ta ki bu şer şebekesinin eli devlete uzanana kadar!
Oysa bu şerri, dinin altını oymaya başladığını gördüğümüz anda kazıyıp atmalıydık bu coğrafyadan! Devleti kurtardık elhamdülillah; ama dine verilen o zarara göz yummanın vebalinin hala omuzlarımızda olduğunu unutmayalım!
Esnası
Aşağılık ihtirasların pençesinde bu milletin ezelî düşmanlarıyla işbirliği yapmaktan çekinmeyecek kadar ruhsuzlaşmış yaratıklar, bu milleti küfrün önünde diz çöktürmek için kumpas kurarken üç unsuru dikkate almadılar: Allah’ın takdiri, milletin iradesi ve dik duran lider.
Bir tuzak kurmaya çalıştılar, ama Allah tuzaklarını başlarına geçirdi. Çünkü niyetleri şer, maksatları münkerdi. Oyunları bozuldu.
“Bu millet askeri görünce evine kapanır” diye düşünerek hesap yaptılar; ama dilindeki tekbirden, elindeki bayraktan başka silahı olmayan bu millet çelik gibi iradesiyle tanklara, helikopterlere karşı durdu. Rüşdünü isbat etti ve artık kendi vergileriyle alınan silahların kendi geleceğini karartmasına sessiz kalmayacağını haykırdı. Hesapları tutmadı.
“Ya derdest eder itibarsızlaştırırız, ya da yurtdışına kaçar” diye düşündükleri Cumhurbaşkanı, “şapkasını alıp gitmedi” ; tam tersine arkasındaki millet iradesini devreye soktu ve milletiyle kenetlenerek bu topraklarda darbeler döneminin bittiğini ilan etti.
Sonrası
Tehlike büyük ölçüde savuşturulduktan sonra bu millet dostunu, düşmanını daha net görme ve daha net tavır koyma imkânına kavuştu. Ancak devleti yönetenler bakımından dikkat edilmesi gereken hususlar var:
FETÖ‘yü bir terör örgütü olarak değil, “hizmet hareketi” olarak gören tabanı rencide edecek uygulamalardan –her şeye rağmen– hassasiyetle kaçınmalıdır.
Devletin kılcallarına kadar girmiş bulunan kanserli hücreler temizlenirken kurunun yanında yaşın da yanmamasına dikkat edilmelidir.
Kamuda Paralel şebekeden boşalan alanlar doldurulurken kenarda ellerini ovuşturarak bekleyen potansiyel paralel yapılara dikkat edilmelidir. Ne milletin, ne de devletin aynı delikten ikinci kere sokulmaya tahammülü vardır! Bu çerçevede bir kısım çevreler, FETÖ‘nün “Sünnî” bir yapı olduğunu, dolayısıyla problemin kaynağının Sünnîlik olduğunu dile getirmeye başlamıştır. (Benzer iddiaların IŞİD/DAİŞ bağlamında da gündeme getirildiği malumdur.) Bu iddiayı dile getirenler, en hafif tabiriyle “samimiyetsiz”dir! Ehl-i Sünnet çizgide gâvurun piyonu olarak Müslümana kılıç çekme anlayışı yoktur. Ehl-i Sünnet bilgi sisteminde rüya, ilham vb. bağlayıcı/ilzam edici birer “delil” değildir! Ehl-i Sünnet inancında peygamberler dışında masum insan yoktur! Oysa FETÖ’nün liderinin kitleleri afyonlarken bunlara dayandığı açıktır.
Bu millet Müslümandır ve Müslüman kalacaktır. Müslümanlığın temeli de Kur’an ve Sünnet’i doğru anlama ve hayata yansıtma ameliyesinin mekanizması olan İslamî ilimlerdir! Kur’an ve Sünnet’in, İslamî ilimlerin sağladığı formasyona bigâne kalınarak sağlıklı bir şekilde öğrenilmesi ve hayata aktarılması mümkün değildir. İslamî ilimlerin öğrenilmesinin biricik zemini de, Sahn-ı Semân gibi, Süleymaniye gibi yüksek seviyeli eğitim müesseseleri, yani “medreseler”dir. Medrese hayatı ihya edilmezse, mevcut boşlukta IŞİD/DAİŞ’ten Şia’ya ve modernist hareketlere kadar her ideolojik yapı Kur’an ve Sünnet’i kendi hedefleri istikametinde istismar etmeye ve halkı bu istikamette manipüle etmeye devam edecektir.
Sonuç
Biz bu topraklarda 7 asırlık bir cihan devleti tecrübesinin mirasçıları olarak bulunuyoruz. Yönümüzü o tecrübeye döndüğümüz takdirde bize, başta sahih İslam çizgisi olmak üzere ihtiyacımız olan her şeyi sunacaktır. Bizim ithal hiçbir düşünceye, ideolojiye, sisteme ihtiyacımız yok. Kendi öz potansiyelimizi harekete geçirdiğimiz takdirde dünyanın yeni çekim merkezi olmamız ve ümmetin riyasetini yeniden deruhte etmemiz işten değildir.
Millet-devlet kaynaşmasının yeniden ve güçlü biçimde tesis edildiği bu süreçte yaşadığımız bu şerden çıkacak en büyük hayır, kelimenin en sahici anlamıyla “özümüze dönmek” olacaktır.
Ebubekir Sifil Hoca
Kaynak: http://sahniseman.org/15-temmuz-oncesi-esnasi-sonrasi/