Yunan Mucizesi-Altın Çağ Masalı

1239523_329272780552749_617005074_n Yunan Mucizesi-Altın Çağ Masalı

İlk ceddimiz hür, günâhsız ve bahtiyar yaratılmış. Ama kötüye  kullanmış hürriyetini: iştihasını dizginliyememiş. Cenneti bu yüzden kaybetmişiz. Kitâb-ı Mukaddes öyle diyor. Sonra günâh günâhı  kovalamış. İnsan gitgide artan bir hızla yozlaşmış.

Eski edebiyatlar dörde ayırır zamanı: altın çağ, gümüş çağ, tunç çağ, demir çağ.. İsâ’dan beş yüz yıl önce yaşıyan Yunan komedi yazarlarına inanmak gerekirse, Kronos’un saltanat sürdüğü devirlerde insanlar mutluymuş. Ne efendi varmış, ne köle.. Şarap akıyormuş derelerden, balıklar kendi kendine kızarıyormuş. Hesiodos da altın çağı Kronos’a bağlar: «Ölümlüler de, tanrılar gibi, kaygılardan uzaktılar». Her şey herkesindi, hastalık bilinmiyordu. Pindaros, bahtiyarların yaşadığı hayal ülkesini şöyle anlatır: «Meltemlerin okşadığı bir ada. Zümrüt ağaçlarda altın meyveler. Ve çiçekten çelenk ören atalarımız.»

Empedokles’e sorarsanız, altın çağda bir tanrıça hükmediyordu dünyaya. Eflâtun’a göre, Tûfan’dan kurtulan bir avuç insan bir adada toplanmış ve mutlu bir düzen kurmuş: savaş yok, kıskançlık yok, bütün insanlar eşit, toprak cömert, yiyecek bol..

«Altın çağ hilkatin ilk çağı», diyor Ovidius.. Ne ceza biliniyordu, ne korku. Tunç levhalarda tehditkâr yazılar okunmuyordu. Dâvâcı ecel teri dökmüyordu hâkim karşısında. Ne kale vardı, ne kılıç. Saban demiri ile yaralanmıyan toprak, cömertçe veriyordu meyvelerini. Yeşil mersinlerden bal akıyordu damla damla. Sütten, nektardan ırmaklar..

Kronos, cehennemin karanlıklarına yuvarlandıktan sonra, gümüş çağ başladı»: Zeus’un çağı.

Puranalarda da aynı çocukça inanç: altın çağ altı bin yıl sürmüş. Sonsuz bir mutluluk içinde yaşamış altı bin çift. Erkek kıskançlıktan habersiz; kadın, doğum sancılarından. Her şey sâf, her şey temizmiş. Mevsim, ebedî bir bahar. Ne rüzgâr varmış, ne yağmur…

Yeni Bir Mefhum

Kaybolan cennet, orta çağın sonlarına kadar, bir rüyadan çok bir nas’tır Avrupa için. İnsan, ilk ceddinin işlediği günâh yüzünden lânete uğramıştır. Mazi bütünüyle kemâl; edebiyatıyla, düşüncesiyle, inançlarıyla.Madde dünyasındaki icad ve keşifler, Avrupa’ nın bakışlarını dünün ihtişamından günün vaidlerine çevirir. Asırlık inançlarından şüphe etmeye başlar Avrupalı. Altın çağ belki de gelecektedir. Bir Jean Bodin (1530-1596)’in, bir Francis Bacon (1561-1626)’ ın aşırı iyimserliği, yüz yıl sonra yaygınlaşır. Ümitler yön değiştirir on yedinci asırda: kendini dev  aynasında görmeye başlayan Avrupalı, felsefeden sultayı kovar. Eskilerle yeniler kavgası, edebiyat dünyasında tartışılmaz sanılan değerlere karşı bir ayaklanıştır. Yaratış humması içindedir Avrupa. Asrın inancına göre, insanlık boyuna ilerlemektedir ve ilerliyecektir. Terakki, eşyanın mahiyeti icabı; tabiata aykırıdır duraklama., bir aksayış, bir dinleniştir nihayet.

Ne var ki terakki felsefesinin gerçek mimarı on sekizinci asır: Fontenelle, Turgot, Hume, Condorcet, Herder, Diderot.. çeşitli alanlarda aynı düşünceyi işler, aynı inancı kökleştirirler. Terakki felsefesi, felsefenin bütünü olur. Ya Rousseau? Çağını o kadar kötüleyen Cenevre vatandaşı da aynı inancı güçlendiren bir delildir. Voltaire’e gelince, Candide’deki  bütün karamsarlık, üstadı, terakki felsefesine katılmaktan alıkoyamaz.

Yükselen bir sınıfın nikbinliği. Müesseselerini kuran ve iktidarı adım adım fetheden burjuvazi, zaferleriyle sarhoştur. Ne Yunan’ın altın çağ  efsanesine inanır, ne hıristiyanlığın kaybolan cennetine. On dokuzuncu asırda terakki inancı, toplumun bütün tabakalarına kök salmıştır.

Avrupa’da herkes «ilerici» dir artık. Sözlüklere bakın. Terakki hayatın kanunudur, on dokuzuncu asrın Büyük Lügat’ine göre… sosyal  bakımdan, medeniyetin ve siyasî müesseselerin gitgide ilerlemesi felsefede, insanlığın kemâle, mutluluğa doğru yol almasıdır: daha az  iyiden iyiye, bilgisizlikten bilgiye, karanlıktan aydınlığa. Guizot için  terakki, medeniyet diye adlandırılan bütünün temel kanunu.

Bu iman, dağınık bir iyimserlik hâlinde kalabalığın şuurunu ve  şuuraltını fetheder. Almanya’da romantik felsefenin, Fransa’da  pozitivizmin, daha sonra İngiliz tekâmülcülüğünün dayandığı bir iyimserliktir bu. Evrim tabiat ilimlerinin de kanunu. Liberalizm aynı inançtan kaynaklanır. Klâsik iktisatçıların âmentüsü o; demokratlar için, mukadder ve hayırlı bir gerçek. Ütopyacılar da ilmin sonsuz gücüne inanır: insan olgunlaşacak, refah artacak. Saint Simon, çağının ümidlerini coşkunlukla dile getirir: «Şâirler insanlığın beşiğinde hayâl etmiş altın  çağı.. Altın çağ önümüzde, olgunlaşan bir toplum düzeninde. Atalarımız görmemiş böyle bir çağı, bir gün çocuklarımız görecek. Altın çağın yolunu  açmak bizlere düşer.»

Sosyalistlerden sonra anarşistler de terakkiye bir nass gibi sarılır: toplum ister istemez önce kollektivist, daha sonra da komünist bir  merhaleye ulaşacaktır. Hele aydın, yarı aydın ve okumamış kalabalıklar için terakki bir bedâhattir.Makineleşmeye ve sanayileşmeye karşı çıkanlar (Sismondi ve  şakirtleri gibi), terakki metafiziği ile susturulur.

Sömürgeci fetihlerin meşruiyet fetvâsıdır bu metafizik, emperyalizmin ideolojik silâhıdır:

Rabbin sevgili kavmi kendi nizamını diğer kavimlere kabul ettirir. Amerika’nın büyük ve küçük iş adamları körü körüne inanır terakkiye.

Rasyonalizasyon, normalizasyon, taylorizasyon gibi düzenlemelerin gerekçesi aynıdır: terakki.

Sisifos İşkencesi

Ama bu metafizik en parlak çağında bile hatırı sayılır muarızlar bulur. Önce edebiyat yükseltir sesini. Flaubert’ler, Baudelaire’ler, Leconte de Lisle’ler burjuvazinin bu ahmakça iyimserliği ile alay ederler.

Sonra iktisatçılar işe karışır. Stuart Mill’e göre, «terakkiyi durgunlukizliyecek. İnsanlığın tek hedefi o merhaleyi geciktirmek olmalı. Sanayi ırmağı durgun bir denize dökülecek sonunda. İnsanlığın peşinden koştuğu terakki, gerçekte tam bir iktisadî sisifizmdir.» (Okuyucuya Sisifos’un çilesini hatırlatmağa lüzum var mı? Kucağındaki kayayı zirveye çıkarmak zorunda olan o bahtsız, zirveye varır varmaz kaya  aşağı yuvarlanır. Tekrar uçuruma iner Sisifos, ve kayayı tekrar kucaklar.

Sonu gelmiyen bir işkence..) Stuart Mili için de medeniyet dünyasının alın yazısı bu.

Sosyolog Le Play de karamsar: «Avrupa toplumu -hele Fransa-çöküş halindedir.» Zaten her yükselişin sonu alçalış, her alçalışın yükseliş. Yenilik aşkı (filoneizm) insan ilimleri için vahîm bir hastalık. Terakki metafiziği, madde ilimlerinde ne kadar hayırlıysa, manevî ilimlerde o kadar meş’um. Çünkü moral ve sosyal dünyada keşfedilecek yeni bir prensip yoktur. Maddî terakki, manevî inhitâtın başlangıcıdır Le Play’e göre.

İktisatçı Dupont-VVhite de «isimsiz, kaçınılmaz ve kendiliğinden»  bir ilerleyişe inanmaz. Toplumların yaşayışında her hangi bir ilerleyiş olmuşsa -ki böyle bir zorunluluk yoktur- bu ya bir elitin eseridir, yahut da  devletin. Kitle terakkiyi hızlandıracak her hangi bir güçten mahrumdur.İhtilâlleri bile o yapmaz.

İnceleyin:  Şiddet Avrupa'nın Tanrısı !

Kısaca, geçen asrın sonlarına doğru burjuva aydınları terakki inancından şüphe etmeğe başlarlar. Ufukta yeni bir sınıf belirmiş, kurulu  düzenin bütün müesseseleri dayandığı ideolojilerle birlikte yıkılmağa yüz  tutmuştur. Terakki inancı solun, yani yeni bir düzen peşinde koşanların bayrağıdır artık. Bahtiyarlar için her yenilik tehlikeli.

Yirminci asırda terakki inancı hazin bir hatıradır Avrupa için. Tezadlar içinde çırpınan Batı, mistisizmden medet umar. «1930’dan beri hepimiz bir parça yogileştik, diyor Koestler.. Rasyonelden irrasyonele  itildiğimizin farkında değiliz. Aydını önüne katan rüzgâr, laboratuvarlardan esiyor. Soldan sağa kayış, başta ilim adamlarının eseri. Fizik son yıllara kadar bir komiser-ilimdi (maddeci ve akılcı demek istiyor). Gittikçe bir yogi-ilim oluyor. Psikoloji de öyle. Yirminci asır, rasyonalizme, yalın kat iyimserliğe, hayâsız mantığa, küstah bir kendine güvenişe, hülâsa on dokuzuncu asrın prometeci davranışına kuşkuyla  bakmakta».

Ferrero doğru söylüyor galiba: «Terakki kemiyet dünyasında,keyfiyet dünyasında değil. Keyfiyet -meselâ iyilik ve güzellik-ölçülemez.» Terakki mitosu, yükselen bir medeniyet için bir fetih rüyâsıydı. Çöken bir topluluk için gerekçesi olmıyan bir özenti. Batı sınırsız bir terakkinin tehlikeli bir hayâl olduğunu çoktan anladı. Biz hâlâ bu yabancı tanrının azad kabul etmez köleleriyiz.(Cemil Meriç,Mağaradakiler)

—————————————————————–

Bütün Kur’an’ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani İslâm. Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın!

Avrupa, maddeciliğine rağmen Hıristiyandır; sağcısıyla, solcusuyla Hıristiyan. Hıristiyan için tek düşman biziz: Haçlı ordularını bozgundan bozguna uğratan korkunç ve esrarlı kuvvet. Genç cüce, müselsel zilletler sonunda ihtiyar devin zaaflarım keşfeder; ahde vefa, civanmertlik, merhamet… Aşağıdan alır, hulûs çakar, yaltaklanır ve… nihayet alteder devi. Cenk meydanlarında değil, yatak odalarında ka­zanılan bir zafer.

Zavallı Türk aydını… Batılı dostları alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hazineleri olduğunu. Düşmanın putlarını takdis eder, hayranlıklarını benimser. Dev, papağanlasır. Avrupalının Yunan-ı Kadim muhabbeti bir kendi kendine perestiş, histeriye varan bir perestiş. Sumner Maine, “tabi­atın kör kuvvetleri bir yana, kainatta hareket eden ne varsa kaynağı Yunan” diyor. Asya’nın bu haramzade mirasçısına “tek yaratıcı” payesi ihsan eden Sumner Maine, altı yıl Hint kanunlarıyla uğraşmıştı. Biliyordu ki, beşer düşüncesi en muhteşem meyvalarmı Ganj kıyılarında vermiş ve şiir Ganj kıyılarında kemalin şahikasına erişmişti. Hegelci idi, yani tekâmüle inanıyordu!

Her mucizeyi reddeden Renan’a göre, güneş altında tek mucize vardır: Yunan mucizesi. Yunanistan’ın tabiî güzellikleriyle mest olan üstat, iklimle izah ediyordu bu mucizeyi. Ama “Akdeniz havzasının diğer bölgeleri neden böyle bir mazhariyetten uzak kalmışlar? Bu imtiyazlı toprak, medeniyet öncülüğüne neden devam edememiş?” gibi sorulara cevap vermiyordu Hayat-ı Yesu yazarı.

Geçen asrın bütün Türk düşmanları Helenizm bayrağı altında toplanırlar. Yunan yüceltildikçe, Osmanlıya karşı du­yulan husumet de kabarır. Yunancılık bir baştan bir başa sarar Avrupa’yı. Bu yeni mezhep, İngiliz’le Rus’u, Alman’la Fransız’ı kaynaştırır. Byron’m hayatına malolur bu karasev­da, Hugo’ya neşideler ilham eder.

İslâmiyet, Eski Yunan’ın mirasını titiz bir tahlile tâbi tutmuş, değerli bulduğu bilgileri irfan hazinesine katıp, posayı Avrupa’ya terketmişti. Osmanlı aydını için, sular altında kalan bir kıtaydı Eski Yunan. Olemp Tanrılarının ahlâk dışı maceralarıyla, Pelopones haydutlarının düzme menkıbeleri ne alâkadar ederdi onu?

O putperestler ülkesini ilk merak edenler, Abdülaziz devrinin Batı hayranı paşalarıdır. Maarif nazırı Saffet Paşa, “tercüme odası hulefasından” Kostantinidi Efendi’ye bir Yunan-ı Kadim Tarihi ısmarlar. Eserine “besmele”yle başlayan bu gaynmüslim Osmanlıya göre, “milel-i kadim-i meşhureden Eski Yunanlılar… mebadi-i medeniyete bir hayli emek ve hizmetlerde” bulunmuş, “ve içlerinde pekçok hükema-i benam zuhur” eylemiş, “zaman-ı hükümetleri ahval-i âlemin tegayyür ve teceddüdünü mucib olan nice nice vukuat-ı cesimeye masdar olmuş” bir millettir. Ne yazık ki, “millet-i mezkûre-nin ahval ve âsânna dair lisan-ı türki üzere yazılmış bir tarih” yoktur.(Tarih-i Yunan-ı Kadim, 1870,340 sayfa.)

(…)

Bu ağırbaşlı kitabın Türk fikir hayatında ne gibi yankılar uyandırdığını bilmiyoruz. Bildiğimiz şu ki -Sadullah Paşa’nın yarıda kalmış ve basılmamış îlyada tercümesi bir yana- Tarih-i Yunan-ı Kadim’in neşir tarihi olan 1870’den ilk Yunan Tarih-i Edebiyatının neşir tarihi olan 1911’e kadar Yunan’ın “enafis-i âsâr”ından hiçbiri dilimize aktarılmamıştır. Nihayet İkinci Meşrutiyet… Batılılaşma yolunda dev adımlarıyla ilerleyen ve Fransız edebiyatı ile sermedi bir vuslat halinde yaşayan intelijansiyamızı yeni bir merak sarmıştır: kaynaklara inmek. Batı irfanının Yunan-ı Kadimden başka kaynağı var mı?

(…)

Hülasa edelim: 1912’ye kadar Türk intelijansiyası Yunan-ı Kadime karşı hürmetkar bir tecessüs duymaktadır sadece. Yunan “hocalarımızın hocası”dır, edebiyatın kurucusudur; bu itibarla tanınması şarttır. 1912’de Paris’ten İstanbul’a dönen genç bir kabiliyet bu hürmetkar tecessüsü çılgın bir aşk haline getirir. Başka bir tabirle, Yunanlı Papadiamantopulos (Jean Moreas) ile Kübalı Heredia’nın coşkun tilmizi Yahya Kemal, Paris kahvehanelerinde duyduklarım Peyam-ı Sabah okuyucularına şöyle aktarır: “Tarihte hayy ve muhyî bir insaniyet var: Bahr-ı Sefid havzası. Hayata susayanlar o havzanın sahiline doğru koşuyor. Tarihin bu karn’ını fena bulan insanlar, Athena Pallas etrafında birleşecek.

Renan’ın altmış sene evvel Suriye’den dönerken Atina Akropolisi üstünden yükselen münacaatı, beş asr-ı tefekkürün son sözü idi.” “Yunan esatiri her kavmindir” genç şaire göre, “medenî insanların ebedî kitabıdır”.Bir başka yazısında büsbütün coşar şair; “güneş, denizden şarkılarla yükseliyor, şarkılarla batıyor. Hayat, gündüz coşkun, gece seyyah bir musiki halinde. Erkekler üryan kahramanlar, kadınlar da ince tüllerle örtülü uzun sebular gibi… Zevce ve zevçleri gördüm, kollarını birbirlerinin omuzlarına atmış yürüyorlardı… Beni bu beldenin saadeti ürküttü… Burada aşk, din, san’at; hayat halinde mütecelli. Bu âlem bir sebûtraşın eseridir; bu eseri de eski bir sebudan numune alarak yaptı”.

Paris’ten gelen şairin sesi, Mısır’dan gelen genç bir ikbalperestte, (Yakup Kadri) tannân akisler buldu. Biraz da onu dinleyelim: “Bütün kitaplarımı yaktım… Kaybettiğim zamana ağlıyorum… nihayet menbaı buldum. Fakat, heyhat, neden sonra… Şimdi kendimi genç, kavi, yüksek ve geniş buluyorum”. Sayfalarca sürüp giden bu mensur kaside beklenmedik bir ifşa ile sona erer. Üstat “cihan-ı bedayiin bütün usaresini sanki bir bardak suda” içmiş, yani Homeros’u okumuştur. “O Homeros ki… tarihi, tarih-i medeniyeti tek başına yaptı… Homeros’tur ki, Atina’yı, Roma’yı, Paris’i doğurdu… hatta diyebilirim ki, tayyarenin mucidi de Homeros’tur… Homeros, yalnız beşeriyeti ibda ile kalmadı, beşeriyete beşeriyet muhabbetini öğretti…”

İnceleyin:  Işığın ve Görmenin Kapitalist -Toplumsal Verisi: Aydınlanma

Hasan Âli: “Edebiyatımızda en eski medeniyetlere beşik olmuş Anadolu’nun eski sakinlerine ilk akrabalık duyan ve duyuran, Yakup Kadri oldu. Şimdi Sabahattin Eyüboğlu’nda ve onunla beraber pek çok gençlerimizde gördüğümüz Anayurt Anadolu’yu payen geçmişiyle beraber yaşayarak benimseme fikri, köklerini burda bulur” diyor.

Kısaca: gönülleri çağdışı kalmaya razı olmayan garpperest aydınlarımız Yunan’dan fazla yunana kesilirler, hocalarına parmak ısırtacak kadar yunancı. Ama, Balkan Savaşı kopmak üzereymiş, Avrupalı dostları hasta adamın mirasını bölüşmek için sabırsızlanıyorlarmış, onlara ne! Dâva: ne pahasına olursa olsun Osmanlıyı yıkmak. Medeniyet bunu icap ettirmiyor mu? Efendileri yalan mı söyleyecek? Kendine yeni cedler arayan kibar intelijansiyamız, elbette ki Yunan’ı Moğol veya Hun’a tercih edecekti.

İhtiyar bir medeniyet, düşmanlarının tasviyesine uyup intihara hazırlanırken dost bir ses Yunan efsanesini temelinden çatırdatıyor ve uyanın diye haykırıyordu bize. Yunanperestlik, Truva’ya sokulan at. İlmin sesiydi bu, haysiyetin, şuurun sesiydi. Devleştirilen Yunan-ı Kadim’i hakiki buutlarına irca ediyor ve bütün bir husumet dünyasına karşı hakkın müdafaasını yapıyordu; hakkın, yani Osmanlının. Her Türk aydınının dikkat, ibret ve hürmetle okuması gereken bu eserin adı: Les Grecs â Toutes les Epoques, 1870’de üçüncü baskısı yapılmış. Kim yazmış, bilmiyoruz. Kendini “eski bir diplomat” olarak tanıtan bir vicdan. Kitabın ayırıcı vasıfları: cihanşümul bir kültür, mutlak bir tarafsızlık… Mukaddimeyi okuyalım:

“Bir kavim ki, fertleri de, devletleri de çapulculukla palazlanmış. Hor görmüş alın terini. Haklıyla haksızı, iyiyle kötüyü ne yönetenler umursamış, ne yönetilenler. Yalnız kaba kuvvet saygı görmüş o ülkede. Medeniyetin en parlak devrinde ahalisinin kırkı köle biri hür. Genç sefihlerle, kart fahişeler baştâcı. Her yıl, tanrılara insanlar kurban edilmiş; binlerce çocuğun kanına girilmiş her gün. Bir kavim ki, bütün meziyetlere düşman: kabiliyete, asalete, servete… Kâh paralı asker, kâh haydut… Amacı tek: yağma. Her hayâsızlığı tanrılaştıran bu kavim üç şeyde birinci: kibirde, yalanda, fuhuşta. Ama bu meziyetlerini (!) öyle ustaca kullanmış, öyle pazarlamış ki, iki bin yıl tarihin baş köşesine oturtulmuş… İnsanlık, en rezil çocuğuna düşkün çılgın bir anne.

Roma, bu delice sevginin ilk sorumlusu. Kıyıcılıktan başka hüneri olmayan cahil ve kaba Romalılar, Yunan’ın ahlâksızlıklarını kemalin son mertebesi sanmışlar. Örnek almışlar Yunanlıları: Messalina Lamia’yı gölgede bırakmış, Neron Demetrius’u, Heliogabalus Alkibiyades’i.

Yunan-Latin ahlâksızlığı manastırlara sokulur Ortaçağda. Dua ve ibadetten bunalmış ruhların sığındığı bir limandı bu ahlâksızlık. Keşişlerin -hayalen de olsa- Pelopones ve Attik haydutları gibi yaşaması ne baş döndürücü tezattı! Kilisede mezamir okuyan üstadın nasıl büyük bir sabırsızlıkla hüc­resine koşup Yunanca yazmaların şerhine koyulduğunu bir düşünün! Bugün, bize sunulan Yunan, o sarihlerin Yunan’ı. Manastırlarda görülen bir rüya, keşişler hayatının bir vahası. Evet, Yunan’ı papazlar güzelleştirmiş. Onlar olmasa Yunan bize olduğu gibi görünecekti: sefil, hayâsız, iğrenç…

Çağdaş aydınlardan bazıları korka korka eleştirecek olmuş Eski Yunan’ı. Hadlerine mi? En köklü inançlarımıza saldırabilirsiniz. Beis yok: kasırgalar, toprağın derinliklerine kök salan ağaçları daha da güçlendirir. Ama tutkunluklarımız yapraklara benzer: en hafif bir rüzgâr altüst edebilir onları. Yunan aleyhinde ilk fısıltılar duyulur duyulmaz, Yunan edebiyatının çürümüş yapraklarını kendilerine paravana yapanlar yaygarayı bastılar: susun nankörler, yediğimiz onların ekmeği; yuvamız, giysimiz, dilimiz onların; siyaseti onlardan öğrendik; kitap, hitabet, şiir, güzel sanatlar, felse­fe, hatta din onların armağanı.

Gübreden güzel çiçekler fışkırır, doğru! Ama lağımdan çiçek fışkırdığı görülmüş mü?

İnsanlık böyle bir bataklığa saplanmış asırlardır, Yunan-Latin bataklığı… Ve uyuyakalmış. Sonra çalkalanmış durgun sular. Ve zeka coşkun kaynaklar gibi çamurlarından arınmaya başlamış.

Çağının cahil aydınlarına Yunan’ın, tahayyül ettikleri Yunan olmadığını ilk haykıranlardan biri Voltaire. II. Katerina’nın, sahiden her şeyi Yunanlılara mı borçluyuz sualine verdiği cevap şu üstadın: Hayır efendim, Yunanlılar hiçbir şeyi keşfetmemiş. Pek az şeyi ıslah etmişler, hem de çok çok geç.

Arkeoloji ile filoloji, Voltaire’in ne kadar haklı olduğunu isbat ediyor. Evet, çağdaş ilim, Yunan’ı gerçek hüviyeti ile tanıtmaktadır; ama dağınık bir ışık bu. Kendi araştırma sahalarında son derece kesin hükümler veren ilim adamları buldukları hakikatlerden ürkmüş gibi birtakım ihtirâzî kayıtlara sığınıyorlar. Herkes, Yunan’ın, kendi sahası dışındaki marifetlerine hayran.

Felsefeciye göre, Yunan hikmeti daha önceki kavimlerden alınmış, burası muhakkak. Ama ticarette Yunanlıların üstüne yok.iktisatçı, Yunanlıların sanayide, ticarette, maliyede ne kadar ehliyetsiz olduklarını isbat ettikten sonra, ‘ilmî dehaları’ karşısında yerlere kadar eğiliyor.

Riyaziyeci, yazık diyor, Yunanlılar cebirden habersiz. Hintlilerden aldıkları hesabı da, Mısırlılardan aldıkları hendeseyi de berbat etmişler. Ama heykelleri harika.

Arkeologlar hayretler içinde… bu ne zevksizlik! Bu renkleri bizim oyuncak imalatçıları kullanmaz. Adamlar âbidelerini, sanat eserlerini bu renklerle boyamışlar. Ne var ki, aile hayatlarında, toplum hayatlarında fazilet örneğiler.

Hukukçular mebhut: hayır hayır, dünyada Yunanlılar kadar ahlâk ve kanun tanımayan başka bir kavim gösterilemez. Ama Yunan şiiri… ve saire, ve saire. Dikkat buyurulsun! Konuşanlar rastgele insanlar değil, çağdaş ilmin en gü­venilir temsilcileri”.

Yazar, “korkunç ve inandırıcı şehadetlerle dolu dosyasını”, Avrupa efkâr-ı umumiyesine sunmadan önce, Kadim Yunan’ı, Kadim Yunan kaynaklarına dayanarak tanıtıyor. Batı’nın göklere çıkardığı bu kavmin kendi öz evlatları tarafından nasıl anlatıldığını görmek ibret verici gerçekten.(Cemil Meriç,Ümrandan Uygarlığa

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir