Vedat Akıllı – Sözü Yola Koymak

SOZU_YOLA_KOYMAK-300x226 Vedat Akıllı - Sözü Yola Koymak

SOZU_YOLA_KOYMAK Vedat Akıllı - Sözü Yola Koymak

Okumak en soylu eylemidir insanın, okumak fikir sahibi olmanın yoludur. Bilgiye araçtır, zihne ilaçtır, zekâya harçtır okumak. Düşünceye yoldur, karanlıktan çıkabilmek için ışıktır okumak. Huzurdur, sükünettir ve en asil eğlencedir okumak. Okumak hayatı keşif çabasıdır, var olmanın anlamını aramaktır, bilgi ile d/olmaktır’, bilince ulaşabilmektir, hayatın merkezine kitabı koymaktır okumak Bazen kaçıştır, bazen arayış, bazen yangındır, bazen yangından kurtuluş. Ve İnsana can veren kandır, hiçbir zaman kapısını kapatmayacak dosttur okumak.

Bir arınma çabasıdır, yaşamın tüm kirlenmişliğine ve kirletme saldırılarına karşı; bizi, kendimizi, içimizi onarma faaliyetidir okumak. Dağınık halimize bir düzendir, kaosta hayatlarımıza bir ahenktir, bozukluğa, karmaşaya karışmama çabasıdır okumak.

Ve okuyarak uzaklaşırız yakınlığından bunaldığımız her şeyden. Yüreğimizin sıkışıklığından, zihnimizin bulanıklığından, hayatın kalabalıklarından kaçmak için kitaba sığınırız. Hayatın ruhumuzda açtığı yaralara merhem ararız; merhem olur kitap. Kimsesizliğimizde kimsedir kitap, yüreğimizi ferahlatır, zihnimizi açar, yol olur, yoldaş olur, arkadaş olur kitap. Her kitap yeni bir başlangıçtır, sımsıcak bir merhabadır hayata. Güzelliktir kitap, var olmaktır, var olmak için, kendini aramaktır.(s.13)

————————————————————————

Her şey bir zaman içinde oluyor. Biz zaman içinde oluyoruz veya ölüyoruz. ‘Ol’durmak ve öldürmek arasındadır zaman. Sahi zamanı olduruyor muyuz, öldürüyor muyuz? Tüketiyorsak, zamanı, zamanı öldürülen bir hale getiriyorsak, zamanı öldürüyorsak, zamanla ölüyoruzdur. Öldüğümüz zamanda, ‘ol’mamızın imkânını bize sunacak olan, zamanı öldürmekten kurtarıp oldurmakta.

Çoğaltmıyor zaman bizi, bereketlendirmiyor hayatımızı, bereketlenmeyince de çığırından çıkmış, kalbi yaralı hayatlar yaşıyoruz ve zaman kötü oluyor. Akıp gidiyor bakamıyoruz zamana, canını okuyoruz, zaman da canımıza okuyor, Anı yitiriyoruz, zamanının canını yitiriyoruz. Pişmanlıklar, mutluluklar, sevinçler, yaşanmışlıklar, yaşanamamışlıklar; geçiyor zaman tüketiyoruz, tükeniyoruz. Un ufak olmakta zaman, hep bir telaş, hep bir koşturma arasında küçülmekte. KüçüItmekte insanı. “Geleceği düşünmek bize acı veriyor, geçmiş bizi geri çekiyor, işte o yüzden şimdiki zaman avuçlarımızdan kayıp gidiyor.”

Yaşayabildilderimiz, yaşıyor olduklarımız ve kim bilir yaşayabileceklerimiz. Yaş(l)anıyor hayat. Bazen acı ya da tatlı, bazen hüzün ya da mutluluk. Bazen umut, bazen karanlık umutsuzluğa dönüyor zaman. Dur ey zaman, ne olur dur biraz… Durmuyor zaman, geçiyor, kayıyor avuçlarımızdan. Zaman bir çizgi, geçmişle gelecek arasında, bu gün, bu an, bu dem. Bütün mesele zamanın hakkını vermede, zaman üzerine, zamanımız üzerine düşünmede. Zamana zaman ayırmada, hem de şimdi şu demde. Zira durmuyor zaman kayıyor avuçlarımızın arasından. Dem bu demdir madem, bu demde olmalı insan, oldurmalı zamanı.(s.17,18)

————————————————————————

Başlangıçta, her şeyin başlangıcında önce s/öz vardı. Sonra “ol” emir ile söz başladı. İlk sözle var ‘ol’du her şey. O’nun sözü sözlerin en güzeliydi. Ve ondan somaki tüm sözler O’nun sözünü yüceltmek içindi. . . Söz varlığın kaynağı, varlığın yani var olmanın, varlık tasavvurunun tezahürü; olmanın ya da olmamışlığın işareti. İnsanın kendini ifadesi sözle başlar, insanın insanla teması, ünsiyeti sözle başlar. Sözün özle ilişkisi bu yüzden önemlidir. Sözü ile vardır insan; ne söylediğimiz, ne yapmak istediğimize götürür. İdrakimizin yansımalarıdır sözlerimiz, dolayısıyla neyi inşa edeceğimizi de sözümüzle ortaya koyarız.

Sözün dayanağı olmalı, sabiteleri olmalı; sabiteleri olmayanın sözü lakırdıdan ibaret kalacaktır. Pergel bütün dünyayı dolaşabilir ancak mesele pergelin sabit ayağında. Sabit ayağın sağlam durması gerekiyor. Başkalarının tarihiyle, başkalarının değerleriyle, başkalarının kelimeleriyle yaşayamayacağız. Sözümüzü ortaya koyacağız, özümüzü ortaya koyacağız. S/özü y/olda kılacağız. Söz oldurmalı, buldurmalı insana insanı.

Özümüz ile sözümüz arasındaki uçurum artıyor ise, eylemlerimiz özümüzden, değerlerimizden, kimliğimizden uzaklaşıyor ise, yaşadığımız hayat mutmain kılmıyorsa bizi, hayatın sıradanlığı ise yaşadığımız, özümüzden uzaklaşmış olduğumuzdandır. Yitirmişsek özümüzü söz bizim olmayacaktır. Yoldan çıkacaktır, yoldan çıkaracaktır. Erdeme bir yol bulmalı sözümüz, hakikate götürmeli, şahsiyeti inşa etmeli, pörsümüş dünyaya karşı sözümüz olmalı. Meclisin dışına ittiğimiz sözü, meclisin içindekilerine de söyleyebilmeliyiz. Sözün söyleyeni önemli olduğu gibi söyleyeninde sözü önemlidir.

“Söz var söyleyenle, söyleyen var sözle büyür.’

Her söze kulak kabarttığından sözü kîl-ü-kâl olmaktan kurtulamaz. Söz istikamet sunmak, istikamete götürmeli, müstakim kılmalı. Sözün rahmet bereket ve feyiz sunabilmesinin yolu ‘sözü müstakim kılma’tan geçecektir. Kişi söze, söz sahibine uymalı, eylemine uymalı. Söze hikmet elbisesini giydirebilmek, derinlik katabilmek için sözü muhafaza etmek durumundayız. Sözü yol kılmalıyız, sözü yolda kılabilmeliyiz.Sadece söylemek mi? Elbette değil eylemek önce. Eylemsiz söylem Özsüz sözdür. Eylemin ve söylemin birlikteliğidir aslolan. Söz özden gelmeli ki kulağın ötesine geçebilsin, kalpten gelmeli yani, salt dilden gelen kulağın ötesine geçemeyecektir.

Bu bağlamda sözü unutan modern insanın etkili söz söyleme, etkili konuşma türü eğitimlerle sözü güzelleştirme çabalarının neye hizmet ettiği tartışılabilir ancak,yüreğe dokunmayan, kalbe değmeyen sözün değeri yoktur. Sözün yüreğe dokunabilmesi için anlamının olması gerekiyor, ruhunun ve de muhatabının olması gerekiyor. Sağırlar çarşısında gazel okunmayacağından, en az söz kadar dinleyenin de iyi seçilmesi gerekmektedir.(s.19,21)

————————————————————————

Tolstoy için her şey; “İnsan Ne ile Yaşar” sorusuyla başlamıştı. Zira bu dört kelimelik soru cümlesi sadece Tolstoy’un değil varoluşu sorgulayan her insanın en temel sorusu olmuştur. Çünkü insan için hayatını anlamlandırabilme kaygısı hep var olmuştur. İnsan yaşamı anlamlandırabildiği kadar insandır. Neysek oyuzdur, sevinçlerimiz kadar, hüzünlerimiz kadar, dertlerimiz ve neşelerimiz kadar. Ötesi yok yani. Gülmelerimiz kadarızdır, ağlayışlarımız kadar. Güldüklerimiz, ağladıklarımız, sevinçlerimizdir hayatımızın anlamı.

Hayat boyu yaptığımız “anlamlandırma” çabasıdır, anlam arayışıdır. Anlam arayışının dışında elde kalan bir hiçtir. Bir yolculuktur bu. İnsan; hayatını anlamlandırabilmek için yolculuklar yapar, arayışlara girer. Çare mi? Çare: insandan yine insana yolculuktur.

Arayış aslında insanın kendisine yolculuğudur. “Bir ben vardır benden içerü” diyen Yunus’a uyup “ben”i, “ben”de arama yolculuğuna çıkmaktır. Bu arayış bir hakikat arayışıdır. Hakikati uzaklarda değil, kendimizde aramak, “ben”imize yolculuk etmektir. Çünkü her şey “ben”le yani insanın kendisiyle anlam bulacaktır. “Hoşça bak zatına ki; kâinatın Özüsün, varlığın göz bebeği olan âdemsin sen.”(s.22)

————————————————————————

Modern çağ, sürekli olarak değerleri aşınmış bir hayatı yaşıyor olmak zorunda bırakıyor bizi. Değerlerimizdeki bireysel kirlilikler, toplumsal kirliliği de beraberinde getiriyor. Değerleri aşınmış olan bir hayatın bize sunabileceği; insana huzursuzluk veren koskocaman bir boşluktur.. Oysa boşluk değil bir anlam sunmalıdır yaşam bize. “Hayat bize sunulan çok kapsamlı bir bağıştır. ” Var olmanın kendisi bizatihi değerlidir. Ve kimse bize var olmayı bahşeden kadar kıymet vermeyecektir. 0 yüzden değerlerimiz ancak var edenin adıyla olduğunda anlamlı olacaktır.

Fert ve toplumlar açısından hayatı değerli kılmanın yolu anlamlandırabilmekten geçiyor. Anlam ve değer eksenli bir hayat tesis etmek durumundayız. Anlam yetmezliği kişilerde olduğu gibi toplumlarda sıkıntılara sebep olacaktır. İhsan Fazlıoğlu’nu dinleyelim.

“Kişilerin olduğu gibi kültürlerin, milletlerin de anlam yetilerini kaybetmeleri söz konusudur. Anlamlandırma yetisini kaybeden milletler de bir süre sonra kendilerini imha eder yani birbirlerine düşer; neticede tarihten silinir giderler. Bir kültürün kendisini imha etmesi de o kültüre organik bütünlüğünü veren anlam-değer dünyasının yani maneviyatının ortadan kalkmasıyla başlar; vicdansızlaşan kültürün bireyleri de birbirlerini yemeye, soymaya, yok etmeye kalkışırlar”

Hayatın özünü, maddi olanla değiş tokuş edilemeyen değerler oluşturur. İnsanı, insan kılan değerlerin parçalandığı, her şeyin satılığa çıkarıldığı bir çağda, aidiyet duygusuyla bağlanılacak bir yer bulmak da zorlaşıyor. Kapitalizmin para aracılığıyla her şeyi soysuzlaştırdığı bir dünyada değerli olanın peşinde olmamız gerekiyor.

Dahası bir değer envanteri ortaya koymamız; merhamet, emek, sevgi, ahlak, kardeşlik, arkadaşlık, duruş, adalet, dürüstlük, vicdan, mesuliyet, erdem, vefa gibi kavramları yeniden gündemimize almamız gerekiyor. Bu değerlerden uzak bir hayat yaşıyorsak bir hasar tespiti ile işe başlayıp; yükselen sahte değerlerin yerine gerçek yüce değerlerimizin farkında olmak gibi bir vazifemizin olduğunu unutmamalıyız.(s.25,26)

————————————————————————

Andre Gide; Dar Kapı adlı eserine şu cümlelerle başlıyordu ”Dar kapıdan girmeye çabalayın. Çünkü kişiyi yıkıma götüren kapı büyük ve yol geniştir. Bu kapıdan girenler çoktur. Yaşama götüren kapı ise dar, yol da çetindir. Bu yolu bulanlar çok azdır.”

Maharet dar kapıdan geçmektir. Geniş kapılardan geçen de çoktur ve hem geçmekte kolaydır. Oysa dar kapılar; sabır kapısıdır, sukut kapısıdır, yalnızlık kapısıdır, zorluk kapısıdır. Ancak bu kapının sıkıntılarına, zorluklarına katlananlara rahmet kapıları açılacaktır. Sonunda selamete ulaştıracak olana ulaşabilmek için dar kapıların zorluklarına katlanabilmek gerekiyor.

Genişledikçe kapımız, çoğaldıkça gidecek yerimiz, mubah olunca bütün yollar; daralacaktır yüreğimiz, sıkılacaktır ruhumuz, mutmainlikten uzaklaşacaktır kalbimiz. “İnsan için önüne çıkan bütün yollar yürünebilir yollar ise, o insan artık kaybolmuştur.” Geniş kapılardan rahmete yol bulamayacağız. Karanlıklardan aydınlığa, zulumattan nura ulaştıracak kapıya ancak dar kapılardan geçerek ulaşacağız.(s.28)

————————————————————————

Ataullah İskenderi’nin “Hikem-i Ataiye” adlı eseri modern zamanların şaşırmışları olarak her birimize yol levhası niteliğinde nasihatler sunmakta. Bu iki referanstan ilhamla düzenlemiş olduğum nasihatleri yoldaki işaretler olarak okuyabilin’z. Buyurun o zaman birlikte dinleyelim.

Ey yolcu; Varlığını bilinmezlik toprağına göm. Çünkü gömülmeyen şey bitmez. Bitse de netice itibariyle tam olmaz. Hep istemek, hep talep etmek muteber değildir, unutma ki en büyük rızık edeptir.

Kalbini şehvetin esaretinden kurtar, dünya kalp aynanı kirletmesin, zira bil ki; kalp aynasını parlatmanın yolu dünyadan ve dünyalıklardan uzak kalmaktan geçecektir. Unutma, her kalbe nur iner, lakin o kalbi masiva ve ağyar ile dolu görünce indiği yeri terk edip gider. Kalbini nura aç ki Hak Teâla onu marifet ile doldursun. Hangi kalp ölüdür bilir misin; ibadetini yapmadığında, yapamadığında üzülmez, hata ve günah işlediğinde pişman olmaz ya, işte o kalp ölüdür.

Ey yolcu; hikmete ram ol, hikmete ram olabilmek için malayani şeylerden uzak dur. Sana bir şey katmayan, hâli ve yaşayışı sana feyiz vermeyen,sözü seni Allah’a götürmeyen kimse ile sohbet etme,arkadaşlık yapma!

Seni Allah’tan uzaklaştıran her ne var ise hayatında, ondan uzak dur.

Unutma sen bir kulsun o yüzden kulluğunla zıtlaşan bütün insani vasıflardan çık. Çık ki, Hakk’ın çağrısına icabet etmiş ve O’nun huzuruna yaklaşmış olasın. Ancak ve ancak Allah’a kul olanlar gerçekten hür ve serbest olabilirler. Allah’a kul ol ki özgür olabilesin.

Ey yolcu! Rıza makamına yönel; lütfun da hoş, kahrın da hoş demesini öğren. Bil ki; sana verilmeyip menedilen bir şeyden dolayı elem duyman ve üzülmen, bunun Allah’tan olduğunu bilmemenden ileri gelir! Rabbinin karşısında aczini bil ki; Rabbin seni kulların karşısında aciz bırakmasın. Şükürsüzlükten uzak dur, her halükarda hamd etmeyi bil, şükretmeyenin hali şudur ki; nimetler kaybolup gider de; 0 da onların peşine düşer. Sen şükür ipi ile nimetleri bağlamaya bak. Ey Yolcu! Allah katında benim yerim ve kıymetim nedir diye zaman zaman kendini sorgula; bırak dışarıya bakmayı kendine bak, kendine yönel. Ne yapıyorsun, nerede duruyorsun, neye hizmet ediyorsun, ne istiyorsun? Unutma! Senin O’ndan istediğin şeylerin en hayırlısı O’nun senden istediğidir. Şunu bil ki; her türlü günah ve şehvetin temeli ve kaynağı nefisten razı olmaktır. Her türlü itaat ve iffetin kaynağı ise ondan razı olmamaktır.

Ey yolcu! Unutma tefekkür kalbin kandilidir. Kalbini ışıksız ve gıdasız bırakma. Bir eşyadan diğer eşyaya boş boş seyahat edip durma! Yaratılmışı bırak yaratana bak. Yok olmayan bir izzet ve şerefin seninle olmasını istiyorsan, ölümlü şeylere meyletmeyi bırak. Ey yolcu! Ne garip, hüzün içindesin, yoksul olduğunu düşünüyorsun. Ama şunu unutma! Ne ki senden alınmıştır, o senin hayrınadır. Sen içindeki yoksulluğu hisset, içindeki yoksulluktan kurtulmaya bak.

Ey yolcu, İşte görüyosun, yol her daim inşa edicidir. Yolun inşa edebilmesi yoldaki işaretlere ne kadar bağlı kaldığına, levhalara ne kadar uyduğuna bağlı. Özünde özü nedir bilir misin? Yolu bileceksin. .. Kendini bileceksin. .. Rabbini bileceksin. .. Ve elbette Rabbinin karşısmda haddini bileceksin. (s.30,31)

————————————————————————

Evet, insanı mükellef kılan husus teklife muhatap olmasıdır. Allah’a muhatap olduğunun bilincinde olan insan emanetin altından kalkabilecektir. Bir mükellefiyet sahibi olarak akıllı insana düşen mükellefiyete uygun teklifleri ve tercihleri ortaya koymaktır. İnsanın; hayatın karşısına çıkardığı durumlarda ortaya koyduğu teklifler ile kendini bulabilmesi, kendine ulaşabilmesî mümkün olabilecektir: İnsanın halifeliğin hakkını verebilmesi tekliflerinin mükellefiyetine uygun olmasına bağlıdır. İşte en büyük mesuliyeti budur.(s.35)

————————————————————————

Erdemin, iyiliğin, güzelliğin hayat tarzı haline getirilemediği dünyalar; kötülüklerin esiri bir hayata dönüşeceklerdir. Erdemli insanlar ve erdemli toplulukların olmadığı durumlarda insan ve insanlık, kötülere ve kötülüklere mahküm olurlar. Ruhu diri’ tutmanın, ilkeli bir hayat anlayışının, adaletle hareket etmenin anahtarı erdemdir. Karakterin, şahsiyetin, onurun, hakkaniyetin, ahlaki duruşun ve vicdani tavrın adıdır erdem.

Evet; erdemli toplum hedefi olacaktır, ancak önce erdemli insandan, yani kişi olarak kendimizden başlayacağız. Hayatın bizi karşı karşıya bıraktığı olay ve durumlar karşısında tavrımızı neye göre belirlediğimizi tespit edeceğiz. Hakikaten erdemin yön verdiği bir tavır mı takınıyoruz, yoksa bencilliğin, çıkarların, gücün bize telkin ettiği doğrultuda mı hareket ediyoruz? Dünyayı imar edilecek bir yer olarak görenler, bilgeliğin ve hikmetin izinde; her dem erdem eksenli bir hayatı yaşamayı seçenlerdir.(s.37)

————————————————————————

Yaşamış olduğumuz çağda Müslümanlar olarak en önemli sorunumuzun “emin” olamamakla ilgili olduğunu ifade edecek olursak haksızlık etmiş olur muyuz acaba? Emin olma vasfı hayatın her alanında yaşamış olduklarımızın ve de boğuşmuş olduğumuz sorunların en önemli sebebi. Evet, emin olmamak, emin olamamak, emin olunmamak. . . Her tarafımız güvensiz. Ne biz kimseye güveniyoruz ne kimseler bize. Ne biz kimseden eminiz ne kimseler bizden.

“’El-Emin” olan Resulün ümmetindeniz ama emin miyiz, emin misiniz? Hadi birlikte hatırlayalım; Cahiliye döneminin Mekke’sinde Kâbe tamiri sonrası Haceri’il esved’i kimin yerine koyacağı ile ilgili olarak anlaşmazlığa düşmüşlerdi hani. Biri hakem olacaktı Kâbe’nin kapısından ilk given hakem olsun demişlerdi. Kâbe’nin kapısından girenin Muhammed(sav) olduğunu gördüklerinde istisnasız hep beraber sevinmişlerdi. “Yaşasın, işte bu gelen El-Emîn olan Muhammed’dir. O adaletle hükmeder, o güvenilirdir. O’nun vereceği hükme razıyız!”

İşte bu; yüce elçi bize dirilişin yolunu gösteriyordu. “Müslüman; elinden, dilinden emin olunan kimsedir.” İşte bu yüzden bu soru önemli, bu yüzden emin misiniz, diye soruyoruz. O yüzden bu soru bizim için hayati öneme sahip. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” Bu ayet değil miydi, Hz. Peygamberi yaşlandıran ayet? İşte esas mesele burası; emin olabilmek için yüce emre uymak, tebliğ değil temsil insanı olabilmek yani.

Nerede olduğumuzu, nerede durduğumuzu belirleyen husus emin olmamızla ilgili. Imanımızın bizi bulunmaya zorladığı yerde miyiz yoksa başka bir yerde mi? İşte bu sorunun cevabını bize “emin” olmak sunacaktır. Güven çıkıp gidiyor aramızdan, itibar usul usul uzaklaşıyor hayatlarımızdan. Her geçen gün daha az “emin” oluyoruz hem kendimizden, hem birbirimizden. Ve biz her geçen gün biraz daha iyi anlıyoruz ki; emin olmalı insan, emin olmalı Müslüman, “emin” olmalı mümin. O yüzden bu kutlu soruyu sormalı insan kendine her zaman. “Emin misin” diye sormalı kendine ve cevabını sözleriyle değil yaşadıklarıyla sunmalı.(s.39)

————————————————————————

Bir duruşu olmalı insanın, önce durmasını bilmeli. Düşünebilmek için, görebilmek, tefekkür edebilmek için önce durmasını bilmeli… Sonra durduğu yere bakmalı, nerede olduğunu, konumuna bakmalı, mevziine bakmalı… Mevzuuna kavuşturmak sonra duruşunu, konusuna, meselesine kavuşturmalı. Sözümüzü bir soruyla bağlayalım, ey mevzidekiler, mevzuunuz var mı?(s.41)

————————————————————————

Bugün ülke insanı olarak en önemli meselemizin ahlak meselesi olduğunu ifade etmek, abartı olmayacaktır sanırım. Ahlak her geçen gün biraz daha hayatımızdan uzaklaşıyor, bir takım ritüellerin dışında bir şey ifade etmiyor. Ahlâkımızla beraber insanî varlığımız da ağır bir imtihandan geçiyor. Her geçen gün daha fazla hissettiği miz ahlaklı insan, itimat edilecek insan eksikliği, aslında yaşadığımızın ahlak krizi olduğunun göstergesi. Çürüyen ve kokuşan bir dünyada ahlaki bir duruş nasıl sergilenecek?

İnceleyin:  Film İcabı

Maddi dünyayı kurtarma duygusunun insanları “madde bağımlısı’ haline getirdiği, adalet duygusunun zedelendiği, ilkeler üzerinden konuşmanın anlamını yitirdiği, sahip olma adına deri değiştirme süreçlerinin hızlandığı, faydacı ve hazcı bir anlayışın toplumu çepeçevre kuşattığı, yağcılığın ve dalkavukluğun rağbet gördüğü bir durum, ahlaksızlığın getirdiği nokta değil midir? Ahlaki değerlerin yerini çıkarlar ve fiyatlar almışsa, ahlâk telâkkilerimizi yeni baştan ele alıp tartışmamız ve tanimlamamız gerekecek.

“Milliyeti, kan, kemik ve iskeletten kurtarıp insan ve ahlak davası yapmak gerekir.” Böyle diyordu “Ahlak Nizamı”nın yazarı Nurettin Topçu. Ve devam ediyordu. “Kur’an harikası olan ilahi ahlak, İslam diyarında çoktan gömülmüştür. İslam dünyasının içinde bulunduğu kötü durumun sebebi; ne siyasi ne iktisadi ne ilmi ne de fikridir. Asıl sebep Kuran’ın özü olan ahlakın kaybedilmesidir.

Bizim ahlakımız; değerlere karşı hürmet, mesuliyet duygusuna dayalı hizmet ve merhamet prensiplerini kendinde birleştiren aşk ahlakıdır. Hak ve adalet duygusundan kaynaklanan bir ahlaktır bu.” Evet, Kuran’ın işaret ettiği ahlaktır ihtiyacımız. “Şüphesiz sen en güzel ahlak üzeresin. ” ayetinin muhatabı olan habibinin ahlakıdır bu ahlak.

Güç ve sahip olma adına, ahlaksızlıklara prim veriliyorsa, Müslüman olmakla ahlaklı olmak arasında mesafe açılıyorsa, inandıklarımızla yaşadıklarımız birbirleri ile çelişiyorsa, özümüzdeki dünyanın yerine, modernizmin ‘görünürlüğü’ üzerinden bir dünyayı kuruyorsak, piyasanın ve siyasanın şartlarının şekillendirdiği bir hayatı yaşamak durumunda kalıyorsak ahlaki yozlaşmaya karşı karşıya olduğumuzun farkında olmamız gerekiyor.(s.42,44)

————————————————————————

Lisan-ı hâl, lisan-ı kâlden üstündür, der kadim kültürümüz. Hiçbir dil ondan daha etkileyici değil. Kalbidir lisanı hâl. O yüzden dilden hâle çevirmektir yönümüzü aslolan. Zira hâl, dile sığamaz. Lisan-ı kal ile anlatılan sözde kalır. Sözü özle buluşturarak lisanı hâl ile konuşmaktır aslolan, hâl dilimizin olmasıdır.

Bizim bir hâl dilimiz vardı bir zamanlar. Özsüz sözle, hâlsiz kâl ile bir yere varılamayacağı biliniyordu. O yüzden eskiler hâllerinin kendilerine yakışıp yakışmadığıyla ilgiliydiler. Hâl üzere yaşadıldan için hâli vakti yerinde insanlardı. Hâlleşerek anlaşırlardı. Hâlden anlarlardı, empatiyi bilmezlerdi belki ama hemhâl olurlardı. ‘Her kim ki hâli vardır, kıyl ü kâlı’ nider’ diyerek hâl sahibi olmaya değer verdikleri için boş ve lüzumsuz konuşmalara itibar etmezler, fayda sağlamayan sözden uzak dururlardı.

Eski zamanların bizimkileri hal ehli olmayı önemserlerdi; Peki şimdilerde biz ne haldeyiz? Giydiğimiz elbiselerin, bindiğimiz araçların, oturduğumuz evlerin yakışıp yakışmadığıyla ilgiliyiz daha çok. İletişim kurabilmek için beden dili adı altında bakışlar, tavırlar, jest ve mimiklere dair sözüm ona bir sürü eğitimden geçiyoruz ancak hâl ehli olamıyoruz. Halimizi gizlemek için gösterdiklerimiz örtmüyor bizi. Hâl dilinden uzaklaştığımız için konuşmalarımız gürültüden öte bir şey ifade etmiyor. Halden hale giriyoruz ama hâl diline geçemiyoruz bir türlü.

Hâl ile konuşmak, hâl ile söylemek, hâl ile yürümek, hâl ile hâllenmek. . . Lisanı hâlimiz ne söyler, lisanı kâlimiz lisanı hâlimize ne kadar uygun, sözlerimizle eylemlerimiz arasında ne kadar fark var’? Söylemle eylemin arasındaki farkın açıldığı zamanları yaşıyoruz. Modern zamanlar söz ile eylemin, kâl ile hâlin arasını açıyor. Sözün etkisini yitirmesi, kalıcı olamaması, gönülden gönüle ulaşamaması, gönülleri inşa edememesi, birleştirici olamaması sözümüzle hâlimiz arasındaki uçurumdan kaynaklanıyor.(s.45,46)

————————————————————————

Hepimiz şikâyetçiyiz, hepimiz eleştiriyoruz, hayatın her alanını kötülük tarafından kuşatıldığını ifade ediyoruz. Peki, ne yapıyoruz, kötülüğün yerini iyiliğin kaplayabilmesi için ne yapıyoruz? Dünyayı iyilik kurtaracak. Kötülerin ve kötülüğün her tarafımızı kuşattığı, her türü ile arzı endam ettiği bir dünyada, iyiler olmazsa, “iyi” olmazsa; İnsan düşecek, insanlık düşecek, güzellik ve iyilik düşecek. . . Ve kötülük ve kötüler galip gelecek her yerde. İnsan kaybedecek, insanlık kaybedecek, dünya kaybedecek. . . Kötülüğün sürekli görünür kılınması hiçbir şeye hizmet etmiyor aslında. Sadece kötülüğü kanıksanmayacak hale getirerek sıradanlaştırıyor. Öyleyse çözüm; iyiliğin ve güzelliğin çoğaltılması. . .

“İnsanın dünyadaki görevi hüsnü muhafaza etmek ve dünyayı güzelleştirmektir.” Böyle diyordu hayatını güzelliğe adamış bilge mimar Turgut Cansever. Dünyayı güzelleştirmek, böylesine ulvi bir gaye ile hayata bakmak, sanırım aslolan ve en çok ihtiyacımız olan durum bu. Özün, fıtratın güzelliği ile insan hayatı güzelleştirme gayesini taşıyacak. Özü güzel kılmadan hayan güzelleştirmek mümkün olmayacaktır.

Bugün çokça teknolojik imkânlara rağmen, ortaya konulan eserlerin kadim kültürümüzdeki muhteşem eserlerin yanında silik kalışının sebebi üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Güzellik özden başlamalı, özün göze gelmiş haline ulaşmak. Çünkü güzellik özde olanın göze gelmiş halidir, g(öz)el olandır.

Muhammed Ikbal’i dinleyelim.”Eğer insan, içinde, amaç ve amaçlarına ulaşmak için, bir arzu yaşatmazsa bir avuç topraktan başka bir şey değildir. Keklik ayağa sahip olduğu için güzel yürür zannedilir oysa o güzel yürüdüğü için ayağa sahip olmuştur; bülbül gagaya sahip olduğu için nağmeleri güzel sanılır oysa nağme peşinde koşması, güle en güzel nağmeyi söyleme arzusu onu gagaya malik etmiştir.”

İnsanlık güzelliği öteliyor ve insan kapatmış kendini güzel olana. Oysa her an yeni bir şe’n üzere olan göklerde ve yerdeki bütün her şey, her gün kendini bambaşka şaşkınlık verici bir yolla sunuyor bize. Ayı, güneşi, yıldızları, doğayı, akan suyu, ağacı, çiçeği, başımızın üzerinde uçan kuşu, bağrından suyun fışkırdığı taşı, çiçeğe durmuş tohumu fark edemiyoruz. “Cümle yerde Hak nazır, göz gerektir göresi.’ Yeter ki görebilelim, yeter ki güzellik gibi bir gayemiz olsun o zaman güzelliğe ulaşabileceğiz. Dünyaya güzelliğin penceresinden bakabildiğimiz zaman dünyayı, dünyamızı sıradanlıklardan, çirkinliklerden, kötülüklerden kurtarabileceğiz. Mesele toplumun fertleri olarak her birimizin güzelliği keşfedilmesinde, güzeli görebilmesinde düğümleniyor.

Hayatı, eşyayı ve doğayı bize verilmiş olan ve güzelleştirmek görevi yüklenen olarak algılamalıyız. Dünyayı güzelleştirmek üzere kurgulanmayan düşünce bize medeniyet inşasının imkânını sunmayacaktır. Bu her şeyi güzel yönleriyle ve sonuçları itibariyle gören bakış açısının tabii sonucu da elbette güzel olacaktır ve insan hayatına güzellik ve mutluluk olarak yansıyacaktır.

Yazıyı uzattığımızı düşünüyorsanız iyiliği çoğaltma isteğimizdendir. İyisi mi, Mustafa Kutlu’nun “Hüzün Ve Tesadüf” kitabından yapacağımız alıntı ile sözü hülasa edelim.

“Bir şey yap güzel olsun… Huzura vesile olsun, rikkate yol açsın, şevk versin, hakikate işaret etsin.

Bir şey yap doğru olsun. İnsanları yalanın ve yanlışın batakhğına düşmekten korusun. Rüzgâr ve akıntıya kapılmasın; kırılsın lakin eğilip bükülmesin…

Bir şey yap iyi olsun. Hizmetten, hürmetten, merhametten müteşekkil olsun. Kalpleri yumuşatsın; garibin, yolcunun, zayıfın derdine derman olsun.

Bir şey yap adil olsun. Haktan, hukuktan ayrılmasın…

Bir şey yap barış olsun insanlar kin ve nefretten uzaklaşan. Bombalar patlamasın çocuklar ölmesin.

Ohooo, bana neredeyse dünyayı düzelt diyorsun. ..

Öyle. .. Hadi bir şey yap. . .”(s.50,51,53)

————————————————————————

Ey oğul hür olmalı bahtın senin,

Hep gümüş, altın mıdır ahdin senin?

Tut ki deryayı boşalttın testiye,
Kısmetinden fazla almaz bil, niye?

Hırslıyı, göz hırsıdır hep incitir,
Pek kanaatkâr sedef, hep incidir.

Mevlana.(s.56)

————————————————————————

Ey oğul diyecektir,İmam Gazali; aklı olan kimse nefsine demelidir ki: benim sermayem,yalnız ömrümdür. Başka bir şeyim yoktur. Nefesler sayılıdır ve azalmaktadır. O halde nefeslerini iyi değerlendir… Bütün işlerinde orta yolu tut, çünkü işlerin en hayırlısı orta yoldur. Lüzumsuz lâftan sakın… Bir şeyi veya bir adamı överken aşırıya gitme, tartışmada kendini haklı çıkarmak için inat gösterme. Bir şeyin neticesini iyice düşünüp hesaba katmadan yapmakta acele etme…Başkasını kınayan ve hep kusur söyleyen adamın dostu olmaz…Belâ gelip ikbalden düştüğünde dostluk yüzünü gösteren kardeşi hakiki kardeş ve dost bil ve dostluğunu korumaya çalış. Saadet günlerindeki dosta pek güvenme. Sıkıntılı günlerinde dostluk bağını uzatmıyorsa, onu düşmanların düşmanı bil… Tamahkâr olma. Kalbin katı ve kara olur. Çok mal arttırmak için hasislik etme…

Bu kez Lokman Hekim çıka gelir kitabın içinden; dünya dipsiz bir deryadır, bu deryada senin gemin dingin bir kalple Allaha iman olsun, geminin donanımı takva ve ibadet, yelkeni tevekkül olsun. Gururlanıp insanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde kasılarak yürüme. Çünkü Allah büyüklük taslayan ve övünenleri sevmez. Yürüyüşünde mutedil ol. Sesini alçalt. Hikmet ehlinin sohbetlerini dinle. Çünkü Allah kuru toprağı yağmurla nasıl canlandırırsa, ölmüş kalpleri de hikmetli sözlerle öyle diriltir… Dünyada mesut olmak istiyorsan, kendini anla…(s.56,57)

————————————————————————–

Bir şeylere sahip olmak için sahibi olamıyoruz kendimizin. Yitiriyoruz, tüketiyoruz kendimizi, tükeniyoruz. Tükettiklerimiz ve sahip olduklarımız tarafından kuşanmışlığın huzursuzluğunda kalplerimizin boğulmasıdır yaşadığımız. Varlığını tüketim ve sahip oldukları üzerinden ispatlamaya çalışan, insanları oturduğu eve, bindiği arabaya, banka hesaplarının limitine, tükettiklerinin parasal değerine göre değerlendiren anlayış, bencil, kibirli, ahlak ve fedakârlık yoksunu, sadece güce, paraya, makama ve de sahip olduklarına değer veren bir insan tipi oluşturuyor.

Sahip olmak odaklı bu anlayış; insanı insanın umudu olmaktan çıkarıp, insanı insanın kurdu haline dönüştürmekte. Sahip olduklarımızın, bizlere bir katma değeri yoksa sahip olmalarımızı, kendimizden bir şeyleri, güzellikleri eksiltme üzerine kurmuş isek, yaşadığımız savrulma olacaktır.

Sahip olabilme adına yapılanlar mutlu kılmıyor insanı. Mutlu olabilmek için insanın kendini değerli kılacak şeyler yapması gerekiyor. İnsan kendini değerli kılacak şeyleri yaptığı takdirde “insan” olabilir. Değilse; beşer makamından insan makamına, sahip olmaktan olmak makamına ulaşılamayacaktır. Birçok şeye sahip olabilmek bizi kendimiz kılmıyor, aksine ne kadar sahipsek o kadar azalıyor, o kadar tükeniyor, o kadar az “ol”uyoruz.

Sahip olduğumuz her şeyi kaybettiğimizde bizde kalandır, gerçek manada sahip olduğumuz. Gerisi zan ve yanılgıdan başka bir şey değildir.

Ünlü psikanalist ve sosyolog Erich Fromm; “Sahip Olmak Ya Da Olmak” adlı kitabında; olmak ve sahip olmak arasında tercih yapma zorunluluğundan bahsederek, sahip olmak ilkesine göre teşekkül etmiş olan tüm toplumsal sistemlerin insanı mutlu etmekten uzak olduğunu, insanlığın kurtuluşunun “sahip olmak” ilkesinden “olmak” ilkesine geçişle mümkün olabileceğini ifade etmiştir. Fromm’a göre bu geçiş; toplumdaki insanları olmak ilkesine göre davranmalarını sağlamakla olur.

“Ne olursan (ol) yine gel” diyen Mevlana, acaba olmanın önemine mi vurgu yaptı, bilinmez. Ancak “olmak” bizim medeniyet anlayışımızda her zaman ”sahip olmaktan” önce gelir. Zira kişinin sahip olduğu şeylerdir aslında insana sahip olan, sen sahip değilsindir aslında, sahip olduğun şeydir senin sahibin. O yüzden Allah bes, baki heves denmiştir. Allah’a sahipsem o bana yeter ki, odur benim sahibim. Bundan ötesi mi? Boş hevestir. Ya da Allah’ın var neyin yok, Allah’ın yok neyin var, budur bizde olmak adına olan. Yunus’un; derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur sözünü anlamaktır, olmak.(s.62,63)

————————————————————————

İnsan bildiğinden şaşmıyor.Dünyayı ve kendini tüketmeye devam ediyor.İnsanların kalkınmaya-ilerlemeye-refaha koşması esasen nefsin emrine girmelerindendir.

Oysa aslolan “kanaattir”…

Dünya için reçete şudur: Tüketim ekonomisine karşı kanaat ekonomisi.Kanaat hâkim olursa insanoğlu ne doğal kaynakları böyle vahşice tüketir, ne de kendini harap eder.Kalkınma-ilerleme- zenginlik-refah denilen seraptan kurtulur.
(Mustafa Kutlu; Vitrinde Olmak)(s.66)

————————————————————————

Tüketim çağı, tüketim ekonomisi gibi kavramlarla adlandırılan yapı, insanı öyle bir hale getirdi ki; tüketen insan, aslında tüketirken tükendiğinin, harcarken harcandığının farkında olmadan bir hayat sürmek durumunda kalıyor. Çünkü çok hızlı bir şekilde tüketiyor. Modern tüketim anlayışı insanın tükettikleri üzerinde düşünmeye bile fırsat vermiyor. Zira tüketilmesi gereken yeni tüketim unsurları da insan tarafından tüketilmeyi bekliyor. Siz yeter ki isteyin her isteğiniz karşılanacaktır, dahası siz istemeseniz bile, ihtiyacınız olmazsa bile size tüketmeniz gereken ‘ihtiyaçlar’ bulunacaktır. Yeter ki karşılığında tüketim ekonomisinin bezirgânlarına aktarabileceğiniz bir kar olsun.(s.67)

————————————————————————

Vizontele filminin o meşhur repliğinde Siti ana soruyordu; Nedir Bu? Televizyon. Ne işe yarayacak? Dünyayı ayağımıza getirecek Siti Ana o harika felsefî soruyu soruyordu, SEBEP. . . Küreselleşmenin geldiği noktada bugün dünya bir bunalım halini yaşamaktadır. Dünya insanın avucunun içindedir, teknoloji ile her şeye ulaşabilmektedir, ancak dünyaya ulaşan insan kendinden uzaklaşmıştır. Ayağımıza gelen dünya bizi mutlu kılamamıştır. Küreselleşme insanlığa; küresel çaresizlik, küresel çırpınma, küresel adaletsizlik, küresel yok olma ve nihayet küresel bunalımdan öte bir şey sunamamıştır.

Nedir; küreselleşme toplumları uyuşturmanın modern halidir. Bu noktada Teoman Duralı’nın tespitleri kayda değerdir. “Küreselleşme halkların afyonudur. Küresel medeniyetin asıl gayesi, insanı düşünemez hâle getirmek, düşünceyi uyuşturmaktır. Uyuşturucu denince aklımıza hep emin, esrar gelir. Hâlbuki televizyon emin kadar, bilgisayar kokain kadar uyuşturucu, beyni dondurucu, düşünmeyi durdurucu araç ve cihazlardır…”(s.70)

————————————————————————

Mesele bilgiyi çoğaltmak değil bilgiyi anlamlandırmakta, bilgiyi derinleştirmekte, bilgiyi idrake dönüştürebilmekte.

İnsan, idraki nispetinde insandır. Insan bilinci ile inşa eder bildiği ile inşa eder. İdrak ettiğimiz kadar inşa ederiz. O yüzden inşa için idrak gerek, idraki idrak gerek, hikmete ulaşabilmek, müdrik olmak gerek. Deruni bakış için aşk gerek. Sırr-ı aşkı anlamağa haylice idrak gerek. İdrak dünyayı görme biçimimizdir, dünya görüşümüzdür. Alemi anlamak; âlemdeki insanı anlamak, insandaki âlemi anlamak için aklı idrak, kalbi idrak, ruhu idrak gerekiyor. Aklı-selimi kalbi-selimi, ruhu-selimi inşa için idrak gerek. Akletmez misiniz, düşünmez misiniz, sorgulamaz mısınız ilahi soruları aslında bir soruya işaret etmekte, idrak etmez misiniz?

Yaşadığımız hayat idrakimizin sonucu. Bulduğumuz dünya idraklerimizin eseridir. Neyi inşa etmişsek onu idrak ettiğimiz için inşa etmişizdir. Siyasal ekonomik toplumsal hayatımızın geldiği nokta aslında idrak biçimimizin müşahhas halidir. Sorunlu idraklerden sorunsuz sonuç çıkmaz. Yanlış idrakten doğru inşa çıkmaz. İdraki güzel kılmak gerekiyor önce, her şeyin başında sahih bir idrake sahip olmak ‘gerekiyor. Kötü idrakten iyilik, çirkin düşünceden zarafet çıkmayacaktır. İdrak yoksunluğundan idraksizlikten kurtulabilmek gerekiyor. Çünkü idraki olmayanın nasibi olmayacaktır.(s.80)

————————————————————————

Müslümanların aileyi yeniden anlamlandırması önem arz etmektedir. Aileyi tanımlamak ve aileyi yeniden inşa etmek, İslami feminist yaklaşımlarda tepkiyle karşılanmaktadır. Hz. Adem’den beri gelen aile tasavvurunun sapmaya uğradığına işaret etmekteyiz… Feminizmin aile eleştirisine dair söylemlerinin inanan kadınlar tarafından Türkiye’ye aktarılması, çözümleri İslam hukukunda/fıkhında bulunan meselelerin başka toplumların problemleri ve buldukları çözümler üzerinden tartışılması gibi bir abesliğe yol açmaktadır.”(Lütfi Bergen;Havva’nın Evsiz Kizları)(s.87)

————————————————————————

Bugün sükünete, muhabbette dayalı aile anlayışının yerine, modern zihnin ürünü olan, birey olarak kadının veya erkeğin üstünlüğü üzerinden temellendirilmeye çalışılan hırs ve rekabete dayalı ailenin modern düşüncenin dişlileri arasında öğütüldüğü bir durumla karşı karşıyayız. Bu konuda Abdurrahman ARSLAN ’ın ifadeleri dikkate değerdir. “Modernist sosyal teoriye baktığınızda, onun üçlü bir yapı üzerine kurulduğunu görüyoruz. Birey, toplum ve ulus, en küçük birim bireydir.

İslam’ın kendi sosyal dünyası üçlü bir yapıda oluşturulur; aile, cemaat ve ümmet. Ama İslam toplumunun en küçük biriminin birey ya da fert olduğunu söylemiyor. İslam’a göre birey yoktur, birey olamaz. Çünkü birey kendini, kendi aklına, kendi heva ve hevesine göre düzenleyen insandır. Dolayısıyla İslam’a göre toplumun en küçük birimini birey değil aile oluşturur. . . Biz eşitlikçi düşüncelerle aile ilişkilerimize bakmamalıyız. İslam her şeyi adalet üzerinden kurduğunu söyler. Eşitlikçi arayış ailenin yaşamasına asla müsaade etmez.”

Aileyi bir bütün olmaktan uzaklaşatırıp kadını ya da erkeği merkeze alan anlayışın varacağı nokta ailenin başkalaştırılmasıdır. Allah erkeği ve kadını birbirlerinde sakinliği bulabilecekleri ve sevginin birleştirdiği yapıda tesis eder aileyi. Ve ancak bu anlayışla tesis edilen aile, üzerine rahmetin yağdığı yuvaya dönüşebilir. Yuva bu anlamda sevginin mekânı olmalı, teskin olmah insan yuvada.

Ev, meskeni olmalı kadın ve erkeğin, yani önce evi olmalı, içinde sükünetin ve muhabbetin olduğu evler olmalı, dünyadaki cenneti olan evleri olmalı. ‘Ev’i olmayanların evli olmalarının bir anlamı olamayacağı için, Modernizmin evsizliğinin karşısına evin yani ailenin gerekliliği anlayışını konulmalı.

İnceleyin:  Sufilere Göre İnsan

Toplumsal kodlarımız batıdan farklıdır. Batı ile aramızdaki doku uyuşmazlığı ortadadır. Sorun farklı olduğu gibi çözümde farklıdır. O yüzden kompleksiz bir şekilde kendi değerlerimiz doğrultusunda ilişkileri yeniden inşa etme ve sorunlara çözüm arama gibi bir görevimiz var. Bizim anlayışımızda kutsal olan ailedir, birey değil. İfade etmek istediğimiz husus; aileyi koruma adına bireyin ezildiği bir durum değildir elbette. Derdimiz; aile ve birey algısı arasında dengeyi kurabilecek bir yaklaşım ortaya koymaktır. Çıkış noktası salt bireyi korumak olan anlayışın aileyi koruyamayacağını ifade etmek istiyoruz.(s.87,88)

————————————————————————

Nokta-i nazarımızda yani nazar için durduğumuz, üstüne bastığımız nokta’da sorun var; ayarımız bozulmuş; kaymış; yanlış nokta’da, noktalarda duruyoruz… Nokta-i nazarın noktası, tashîh edilmelidir. Tersi durumda, bir özümüz olamayacağından bir sözümüz, bir sözümüz olmadığından da bir teklîfimiz bulunmayacaktır.

“Ne yapmalı?” sorusuna gelince… Şu nokta’dan başlanabilir: Düşüncelerinde ve eylemlerinde bu milletin siyâsî, dinî, iktisâdî, fikrî, vb. tarihî tecrübesini ve değerlerini göz-önünde bulundurmayan hiç kimseyi dikkate ve ciddiye almamak..(İhsan Fazlıoğlu)(s.93)

————————————————————————

“Allah’a inanıyorum. Ben bir diriliş işçisiyim… Allah’ın övdüğü, beğendiği İslam toplumunu ören, toplumun örülen duvarında en küçük bir kum tanesi olmaktan öte öğüncüm olamaz… İnsanı ancak Allah özgür kılar… Allah’a inanma ışığı ve ona inanma aydınlığı. Sesimi yükseltirsem bunun için yükseltirim yoksa bunun dışında dünyada hiç bir şey ses yükseltmeye değmez. Yaşamayı ve ölmeyi, zaman ve mekânla diyalog kurmayı, ancak ve ancak bu inanç uğruna göze alabilirim. Aşktır o benim için. Yoldur. Anlamdır. Sestir. Ülküdür. Varoluştur…

Evet, biz diriliş erleri son peygamberin sancağı altına sığınıyoruz. Bu sancağın yere düşmemesi görevimizdir. Var oluş hikmetimizdir. Bu sancak Allah’a inanma sancağıdır. . .

Evet, tarihi ve hayatı şöyle yorumluyoruz; “Hakikat savaşı ve hakikate karşı savaşlar, başkaldırmalar.” Ve insanları da hakikatin yanında olanlar ve karşı çıkanlar… İnanç ab-ı hayatını içmek. İslam uygarlığının yeniden diriliş bengisuyunu içip diri’lmektir bu. Umutsuzluğu yıkmak Yeniden umut yoluna, kapısına çıkmaktır…

Müslümanlar, coğrafyalarını, tarihlerini birleştirme, bu yolla da tek bir kültüne erme zorundadırlar. İslam uygarlığının yeniden dirilişine katkıda bulunma gücü ölçüsünde her Müslümanın b Beşerden insana ulaşmak da kendini tanımak ve bilmekle mümkündür. Beşerden insana ulaşmanın yolunu açacak olan var olma duygusudur. Peki nasıl olacak bu. Sözün burasında İhsan Fazlıoğlu’nu dinleyelim. “Kişi ‘kendini bilmeden’, ‘kendini bildiğini bilmeden’ kendi- olmayan hakkında bilgi elde edemez ve dahi eyleyemez. .. Kendini tanımak ve bilmek, kendilik bilinci insana yüklenen emaneti idrak etmenin insan olmaklığın temelidir. İnsan bir kendilik arayışıdır.

Kendilik-bilincine ermiş insan, çağdaş dünyada anlamın yitimini en derinden yaşamış birey ve tür olarak varlığını korumak için var oluşunu, var olmayı ve hayatı yeniden anlamlı kılmalıdır. . . Bir meta-fizik var olan olarak; kendini yani emaneti yani akletmeyi yüklenmek; hesabı verilmiş bir hayat görüşü içinde yaşam ile ölümü bir süreklilik içinde idrak etmek; madde ile manayı birbirinin yerine ikame etmeksizin sahiplenmek. . .” orcudur. . .” (Sezai Karakoç,Diriliş Neslinin Amentüsü)(s.97)  (s.102)

————————————————————————

Nokta-i nazarımızı insanla başlatmalı, Şeyh Galip’in; “Hoşça bak zanna kim zübde-i âlemsin sen/Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen” (Kendine güzelce bak ki, âlemin özü sensin. Sen varlığın gözünün bebeği olan âdemsin.) anlayışı ile nazarımızı güzel kılıp manzaramızı temâşa edilebilir hale getirmeliyiz. Bakışlarımızın bizi sükutu hayale uğramaması, sürekli yeni arayışların peşinden sürüklenmememiz, bakış noktamızı doğru kılmamızla mümkün.

Yusuf’a ayna hediye eden adam, efendim, demişti: “Sizden güzel bir şey bulamadığım için size bu gözgüyü getirdim; ta ki bakasınız kendi güzelliğinizi seyredip mesrur olasınız.” Yusuf’un huzurunu bulabilmenin için, kendimizden başlayarak, egomuza takılmadan, hayata, eşyaya, doğaya ve insana doğru bir nazara ulaşmalıyız.

İblisi şeytanlaştıran, Kabil’i azgınlaştıran yamuk bakışı idi. Egosuna takılıp kalmanın sonucu, kendi küçük sığınaklarını yüceltmek gibi, eğri bakışın eseri bir sonuçtu ortaya çıkan. Bakışınız eğri ise, baktığınız ne kadar doğru olursa olsun, yamuk göreceksiniz. Yanlış kurgulanmış bir hayatın yolu doğrulara çıkmayacaktır. Zihinsel kirliliğin, yozlaşmanın, başkalaşmanın, savrulmanın yaygın bir hal aldığı zamanlarda ve mekânlarda bakış açılarının “bakış acılarına” dönüşeceği muhakkak. Bakış açılarımızın, adalet ve vicdan terazisine ihtiyacı var.

Dünyevi bir anlayışla şekillenmiş, zihinsel bulanıkların şekillendirdiği bir bakışı terk edip uhrevi olanı yani hakiki olanı tesis etmek durumundayız. “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayattan lezzet alır. ” Güzel bakıştır aslolan. Zira manzarımızı belirleyecek olan nazarımızdır. “Kör ile gören hiç bir olur mu, hiç düşünmez misiniz?” Bireye, topluma, siyasete, fiiliyata, ticarete, ülkeye dahası hayatın bütününe nokta-i nazarı doğru bir yaklaşım örneği sergilenmelidir.(s.105,106)

————————————————————————

Niteliğin kovulduğu yeri nicelikler dolduruyor. Ibrahim Tenekeci asil bir soru sanıyordu şiirinde; “Bu kadar rakamın arasında ne büyür?” Evet, bu kadar rakamın arasında insan büyümüyor küçülüyor. Dünya giriyor insanla aramıza, dünya giriyor dünyamızla aramıza. Fiyat giriyor, para giriyor, hesap giriyor. Kemiyet önemli bir hal alıyor. İnsandan insana uzanan yol, sayılar arttıkça uzuyor. O yüzden sayıların, rakamların, paranın, niceliğin, kemiyetin küçüklüğünden, niteliğin, ahlakın, adaletin, erdemin keyfıyetin büyüklüğüne ulaştıracak yollar aramalıyız. Bilinmelidir ki, ‘kemiyetin keyfiyete nispeten ehemmiyeti yok. ”(s.111)

————————————————————————

Sohbet, insanı insana umut kılacaktır. Zira sohbet kelimesi köken itibariyle bir yönüyle de insanın insana sahip çıkmasını ifade edecektir. Sohbet ederek, insan insanı kendi dünyasına çağıracaktır. Sohbeti bir de Kemal Sayar’dan dinleyelim. “İnsan insanın aynasıdır. Kendimi bir başkasıyla kurduğum ilişkide görürüm. . . Söz kalpten kalbe çarparak büyür gücünü etkileşimden ve hemhal oluştan alır. . . Sohbet ancak diğergamlığı yücelten, narsizmi kınayan bir kültürde zemin bulabilir. Çünkü o, konuşmanın yanı sıra susmayı da gerektirir.

Karşılıklı konuşma ya da sohbet bana ve ona bir “evindelik” duygusu verir: ötekini kendi kalbime buyur etmek beni rahatlatır. O bana misafir olup beni zenginleştirîrken, ben de onun misafiri olurum. Ona bir şeyler ekleyerek, onun bir parçası olarak konuşmadan ayrılırım. Sohbetin ihyası aşk ve muhabbet mesleğinin ihyası demektir, bu toprakların tarihine sahip çıkmak demektir. Ancak varlığından ve rütbelerinden soyunup üryan olanların kabul edilebileceği bir meslektir bu; fena gülzarina bülbül olanların değil.”(s.119)

————————————————————————

Bilgiden irfana, irfandan hikmete bir yolculuk sunan bir eğitim sistemine ihtiyacımız var. Adı üstünde sistem; her yıl yeni baştan yapılan düzenlemelerle, deneme tahtasına çevrilmiş bir eğitim sisteminin, çocuklarımıza da, millete de, ülkeye de faydası olmayacaktır. İrfana dayalı bir eğitim modelidir ifade etmek istediğimiz. Kalabalıklar içinde şahsiyet oluşturmaktır, medeniyet kervanına yol gösteren bir eğitimdir, sezerek kavramadır, hakiki bir anlayıştır İrfana dayalı eğitim. İnsanın elinden tutacak, ruhları diriltecek, insanı çoğaltacak toplumu sahih manada inşa edecek bir eğitime ihtiyaç var. ..

Yazımızın başında yer verdiğimiz; Nurettin Topçu’nun ‘Türkiye’nin Maarif Davası’ adlı eserinden derlediğimiz notlardan istifade ederek ortaya çıkan yazımızı yine kitaptan bir alıntı ile bitirelim. “Bize bir insan mektebi lazım, bir mektep ki bizi kendi ruhumuza kavuştursun. Her hareketimizin ahlaki değeri olduğunu tanıtsın; hayâya hayran gönüller, insanlığı seven temiz yürekler yetiştirsin. Kendini hakikate adamak gerçek mektebin yoludur.”(s.121)

————————————————————————

Kelimeler, kelimeler, kelimeler! Shakespeare’in ünlü eserinde,ne okuyorsunuz efendim? sorusuna Hamlet böyle cevap veriyordu.

Kelimelerimiz kadarızdır. Düşüncelerimiz; yaklaşımımız, bakışımız, kelimelerimizin derinliği kadardır. Kelimelerin ve kavramların kirletildiği bir çağda yaşıyoruz. Konfüçyüs, toplumun kaderi eline verilirse ilk ne yaparsın diye sorulduğunda, ‘ilk olarak toplumun kendileriyle iş gördüğü kelimeleri, kavramları değiştirir, yerlerine yenilerini koyar ve her birini yeniden tanımlardım.’ şeklinde cevap vermiş. Bir toplumun kurtuluşunun başlangıcı, kelimelerini ve kavramlarını içerik olarak sahih bir şekilde yeniden kurmaktan geçer.

Kelimelerimizin oluşturduğu zihinsel yapının eşliğinde oluşur bakışımız. Kelimelerimiz düşüncelerimize, düşüncelerimiz duygularımıza, duygularımız davranışlarımıza dönüşür. Dünyamızı kelimelerle kurarız. Beyin hangi kelime ve kavramları algılıyorsa düşünce ona göre oluşur. Hangi kelime ve kavramları seçerse insan, hayatı da ona göre şekillenir. Bu kadar önemlidir yani kelimelerimiz.

Bize ait olmayan hayatları yaşıyorsak, kelimelerimizi yitirdiğimiz içindir. Kelimeler toplumun düştüğü nokta olabileceği gibi, toplumun diri’ldiği nokta da olabilir. Kelimelerimizin bizi biz kılabilmesi için, bizim kelimelerimiz olmalı, kendi kelimelerimiz olmalı yani.(s.131,133)

————————————————————————

“Görenedir görene! Köre nedir köre ne.” Gözlerimiz olduğu halde körlükten kurtulabilmek için görebilmemiz lazım, bakmaktan görmeye ulaşabilmemiz lazım, bakar körlükten kurtulabilmemiz lazım. Bakar kör olmaktan kurtulabilmek, bakmanın ötesine geçebilerek görebilmek. Gözün dışına çıkabilmek, görüşü güzelleştirebilmek; gözü yüreğin emrine sunabilmekle, gördüğüne hikmet nazarı ile bakabilmekle mümkün olacaklır.

Göz görebildiği kadardır, çünkü görerek ancak Allah’ın ayetlerinin farkına varacaktır. Görmenin ayet olduğunu anlamadan, kainat içinde alemlerin Rabbinin önümüze sevdiği ayetlerin farkına varamadan, bir yaprağa, bir damla suya, bir kelebeğe, hasılı her gün karşı karşıya geldiğimiz ayetleri hissedemeden; Allah’ın ayetlerini gözlerimiz ile okumanın çok da anlamı olmayacaktır.

“Kişi kalbiyle göremedikçe, gözleriyle gördüklerinin ona bir faydası olmaz.” Baksanıza ne de güzel görmüş ehli hikmet. Birde Gazali’ye kulak verelim; “Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen, cevizin hepsini kabuk zanneder.” İşte bakmak ile görmek arasındaki fark; zarfa takılmayıp mazrufa odaklanabilmek.(s.146)

————————————————————————

Allah’a muhtaç olduğunun bilincinde olmaktır fakr. Allah’tan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymamasıdır insanın. Varlığını en yüce varlığa dayandırma. Acziyetinin farkına varmasıdır fakr. Kuyudaki Yusuf’un halidir, ateşe atılan İbrahim’in hali. Balığın karnındaki Yunus’un, Kızıldeniz’de Musa’nın, tufanda Nuh’un halidir fakr hali. Ne gidilebilecek başka kapı vardır ne sığınılabilecek makam. Muhtaçtır muhtaç olmayana, aczini götür fakrını fark eder. Aczini ve fakrını bilerek mahviyetini anlar.

Gidecek kapının olmadığını, olamayacağını bilerek tek bir kapıya yönelir. İlahi söz ulaşır insana sonra; muhtaç olduğumuzu, Ganiyy-u Mutlak olanın ancak kendisi olduğunu hatırlatır bize. “Ey insanlar! Siz hepiniz Allah’a muhtaçsınız. Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan ancak Allah’tır.”(s.150)

————————————————————————

Dünya denilen oyun başlı başına bir hüzündür. Kime aitti bu söz? Hatırlayamadım. Bir de Ahmet Haşim var; “Melali anlamayan nesle aşina değiliz.” Hüzün hayattan kovulması gereken bir şey midir, yoksa bizi hayata bağlayan, hayatın içinde diri tutan bir şey mi? Hüzne nasıl baktığımız sorusu ve de bu soruya vereceğimiz cevap önemli.

Hüznü anlamalıyız, hüzünden bir şeyler devşirmeliyiz, hüznü korkulacak, ortadan kaldırılması gereken bir durum olarak değil tahammül edilmesi gereken bir hal olarak görmeliyiz. Hüznü yok sayan, hüznü hayatta görmeye tahammül edemeyen modern zamanların hüzünle olan mücadelesinin vardığı nokta ne acıdır ki koca bir melankoli. ..(s.155)

————————————————————————

Yaşadığımız yoksulluktan söz ettik madem, bir de Mustafa Kutlu’nun Hikem-i Ataiyeden ilhamla o şahane ifadelerine yer vererek “Yoksulluk İçimizde” diyerek sözü sonlandıralalım. ”Melal içindesin. Yoksul olduğunu düşünüyorsun. Ne ki senden alınmıştır, o senin hayrınadır. İçindeki yoksulluğu hissediyor musun?.. Kederle dolusun, merak ve endişe içindesin demek ki hakikatı göremiyorsun. Karamsarlığın kaynağı ışıktan uzak durmaktır. Gayret atına bin, himmet dile ve Feridduddin Attar’in,”Kuşların Dili-Mantık Al Tayr” da geçen o nefis hikayeyi hatirlayalım:Güzel huylu bir padişah, bir gün kölelerinden birisine bir meyve verdi. Köle meyveyi öyle güzel, öyle iştahla yemeye başladı ki sanki daha önce hiç öyle bir şey yememişti! Köle­nin ağzını şapırdatarak yemesine padişah da imrendi, yemek istedi. Dedi ki:

“Bir parçacık da bana ver, pek iştahlı yiyor­sun, imrendim doğrusu!”

Köle padişaha da o meyveden bir parça sundu.Ama pa­dişahın meyveyi ısırmasıyla kaşlarını çatması bir oldu: meyve öyle acıydı ki! Dedi ki:

“A köle, bu işi başka kim yapar? Böy­le acı bir meyveyi bu kadar iştahla kim yer?”

“Şimdiye kadar elinden yüzlerce armağan aldım, yedim padişahım” dedi köle. Hepsi de birbirinden lezzetliydi. Bir kerecik de elinden böyle acı meyve geldi diye hemen elimi etegimi çekip, suratımı buruşturmam ki! Hep senin nimetle­rinle beslenip sana şükreden bana, senin elinden gelen bir nimet nasıl olur da acı gelir? ümid et. Bidayeti parlak olanın nihayeti de parlaktır. Gönül eri garip olmaz. . .”(s.158)

————————————————————————

Alabildiğine yağıyor yağmur, yıkanıyor, arınıyor, temizleniyor şehir ve insan. Gizliyor çirkinlikleri ve kiri. Örtüyor karanlıkları. Karanlıkları aydınlığa çıkarır mı yağmur? “Ne çok yağmur yağıyor, günahlarımızı yıkar gibi.” Yağmur göklerden gelen haber, kulak vermeli. Evet, rahmet ve elbette bereket daha olmadı, daha anlamadı insan, felaket yağacaktır insanın üstüne, rahmet tufana dönüşecektir.

Günahlarımızla uyanıyor gökler. Çivi gibi yağan yağmur, döküyor bütün hıncını üstümüze. Yerdekilerin haline gökler ağlıyor. Gök gürlüyor, gök yağıyor üstümüze. Gök sofrası açılıyor, can oluyor toprağa ve canımıza rahmet oluyor, bereket oluyor. Yağmur yağıyor, ömür film şeridi gibi geçiyor önümüzden. Yağmur; biraz kasvet, biraz huzursuzluk ama sonunda rehavet sunuyor. Ferahlatıyor yağmur, ab-ı hayat oluyor, sükünete ulaştırıyor bizi. Yangınımıza, Cehennemimize serinlik ve selamet yağdırıyor.

Yağmur, rahmet ol kurumuş umutlarımıza, yeşert güzellikleri, yeşert ki yaşayabilelim, yeşert ki aydınlansın karanlıklar. Yağ ki ey yağmur, acımızı katlanılır kılabilelim, hüznümüzü hayata dönüştürebilelim. Muhtacız yağmura, ıslaklığına, arındırmasına, rahmetine ve de bereketine. Yağ yağmur, indilsin melekler sükünetini arza, temizlesin, silsin kirlerimizi. Gidersin susuzluğumuzu, uyandirsın bizi. İndirsin melekler rahmeti gökten her yere. Rahmet yağsın üzerimize, merhamet aşılasın ruhlarımıza. Yağmur şiire dönüyor, şiir yağmur oluyor. Bir yağmur bekliyorum, diyor Abdurrahim Karakoç, söz yerini şiire bırakıyor.

Bir yağmur bekliyorum, kuruyanı ıslatsın.
Bir yağmur bekliyorum, tohumlara can katsın.
Bir yağmur bekliyorum, silsin kirlerimizi.
Bir yağmur bekliyorum, bizi bize anlatsın.(s.172)

————————————————————————

Aldı eline Kuran’ı, indirdi önüne rahlesini, önce öptü Mushaf’ı, sonra alnına götürdü. Sonra bir daha, sonra bir daha, üç defa tekrarladı bu durumu. Her sabah muhteşem bir seremoni şeklinde yaşanırdı bu durum. Sabah namazının ardından okunan Yasin’i takip ederdi, hiç değişmezdi bu durum. Zaman dururdu ve mekân 0 an, insanın kendini bulduğu o zaman içinde sükünete bürünüyordu sanki. Hayatın koşturmacasına inat, zaman başka bir zamana, mekân başka bir mekâna, insan başka bir insana dönüşüyordu sanki.

Modern zamanların keşmekeşinin olmadığı bir anı yaşıyordu yaşlı adam. Nasıl olmasın, yekpare bir zaman diliminde sabahın içine doğuyordu. Kendi olmasına imkân veren mekânda; camide varlığın hazzını yaşıyordu. Kendi kendisiyle baş başaydı işte.

Az bir şey miydi bu, insanın kendinden başka her şeye dönüştüğü bir zaman diliminde, kendi olabilmek, kendini bulabilmek kolay mıydı? Onu izlemek bitimsiz bir keyif veriyordu. “Sabaha doğmak” dedi. .. Gün doğmadan, güne doğmak imkânını bize sunacak olan sabahı beklemek. . . Günü anlayabilmek için, günü yaşayabilmek için sabaha doğmak…(s.190)

————————————————————————

Ey Rabbimiz diyoruz, Ey Rabbimiz. .. Sığınacak en yüce makama sığınıyoruz; ey Rabbimiz; şaşkınız, nereye gideceğimizi, hangi kapıya yöneleceğimizi, ne yapacağımızı bilemiyoruz, sana yöneliyoruz, senden diliyoruz. Nuh’un gemisini göster, İsmail’in zemzemine ulaştır bizi. İbrahim’in teslimiyetini, Musa’nın inşirahını, Adem’in tövbesini, Eyüp’ün sabrını, Yunus’un pişmanlığını nasip et bize. Süleyman’ın hikmetine, Yusuf ’un adaletine, İsa’nın bilgeliğine ulaştır bizi. . .

Sen göstermezsen biz göremeyiz, sen bildirmezsen biz bilemeyiz, sen duyurmazsan biz duyamayız. Gider karanlıklarımızı, aydınlat hayatımızı. Rabbim, ferahlat yüreğimizi, süküna erdir bizi, mutmain kıl kalbimizi. .. Ya Rab, ulaştır İnşiraha gönlümüzü!

“Ve-d Duha” diyorsun ya. Ve duha; sabaha, kuşluk vaktine, karanlığı sonlandıran mutlak aydınlığa yemin ediyosun ya. Ey rabbimiz; Duha’yı istiyoruz, İnşirah’a sığınıyoruz. Karanlık gecelerin ardından gelmesi beklenen sabahını bekliyoruz. Gecenin ardından gelen sabahı istiyoruz. Bitsin istiyoruz. İnşirahına sığınıyoruz. . anlayabilmek için, günü yaşayabilmek için sabaha doğmak…(s.192)

————————————————————————

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir