Türkiye Selçukluları -Kuruluş Devri-

Turkiye-Selcuklu-Devleti Türkiye Selçukluları -Kuruluş Devri-

Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşunda önemli derecede rol oynayan Dendânakan Savaşı’nı (1040) kazandıktan hemen sonra, süratle İran’ı geçe­rek Doğu Anadolu’ya yapılan Türk akınları bu bölgedeki Bizans mukaveme­tini kırma yönünden büyük bir önem taşır. Öte taraftan Selçuklu sultanı Alp Arslan’ın Türk tarihinin dönüm noktalarından biri olan Malazgirt Savaşı’nda (1071) Bizans’ı mağlup etmesi Türklerin Anadolu’ya yerleşmesine imkân sağlıyordu. Bunun neticesinde Anadolu’ya büyük bir göç başlamış, yüzyıllar boyunca süren bu nüfus hareketinde Azerbaycan bir geçiş noktası olmuştu. Türkiye Selçukluları Devleti bu kesîf Türkmen kütlelerinin Anadolu’ya göç etmesi sayesinde kurulmuştu. Bu devletin kurucusu ve Anadolu’yu fetih tari­hinin başlıca kahramanı Selçuk’un torunu olan Kutalmış’ın oğlu Süleyman- şâh’tır.      Süleyman-şâh devrinin siyasi olayları tarihî manasıyla hayatının son safhasında açıklığa kavuşmaktadır. Onun ve kardeşlerinin ne şekilde ve hangi sıfatla Anadolu’ya gelmiş oldukları ve devletin kesin kuruluş tarihi üzerinde gerek yerli ve gerekse yabancı tarihçiler hâlâ bitmemiş münakaşalar sür­dürmektedirler. Onların Anadolu’ya gelişleri hususunda muhtelif rivayetler vardır. Bunlardan birisine göre Süleyman-şâh ile ağabeyi Mansûr Malaz­girt Savaşı’na katıldılar, bu savaşta büyük yararlıklar gösterdiler ve Sultan Alp Arslan da saltanat sürmesi için Anadolu’yu Süleyman-şâh’a tahsis etti. Başka bir rivayette ise; Kutalmış’ın Alp Arslan’a isyan edip öldürülmesinden (1064) sonra Sultan’ın onun oğullarının hayatına son vermek istediğini, Vezir Nizâmülmülk’ün hanedan azasının öldürülmesinin uğursuzluk getireceğini bildirmesiyle bu karardan vazgeçildiğini, fakat bunların yeniden isyan etme­lerini önlemek için fetihle meşgul olmak üzere Anadolu’ya gönderildiklerini, bu suretle ya gaza yaparak devlete hizmet etmek veya bu uğurda şehit olarak bir zarara sebebiyet vermemelerinin sağlandığı ileri sürülmüştür.

Doğruluğu tam olarak şüphe götürmekle beraber itimada en layık ri­vayetlere göre; Süleyman-şâh, ağabeyi Mansûr ve kardeşleri Alp îlig ile Dev­let (Dolat) muhtemelen 1073 yılında, yani Sultan Melikşâh devrinde (1072- 1092), Urfa ve Birecik yakınlarına kaçmışlar veya sürülmüşlerdi. Bunların o bölgedeki, yine Selçuklu devlet arazisinde tutulmayarak hudutlara sürülmüş oldukları anlaşılan, Türkmen gruplarıyla temas kurdukları ve soylarının asa­leti sebebiyle bunlar tarafından başbuğ tanındıkları anlaşılmaktadır. Ayrı ayrı birliklerin başında oldukları halde bölgede harekâtta bulunan dört kardeşten ikisinin bu arada Suriye olaylarına karıştıkları ve bu bölgenin fatihi Atsız’a başkaldıran Şökli adında başka bir Türkmen beyini desteklerken, Mısır’da­ki Fâtımî halifesi el-Mustansır (1036-1094) ile anlaşıp Büyük Selçukluların baştan beri takip ettikleri Sünnî siyasete yüz çevirdikleri, fakat Atsız tarafın­dan mağlup edilerek Sultan Melik-şâh’ın yanma gönderildikleri görülüyor (1075). Bu iki kardeş muhtemelen Alp ilig ve Devlet idi. öte taraftan Kasım 1074’te Mirdasî emîri Mahmûd’un ölümü ile Süleyman-şâh önce Halep’i ve daha sonra da Bizanslı bir valinin idaresindeki Antakya’yı kuşatmıştı. Fakat herhangi bir başarıya ulaşamadan Halep’ten bir miktar mal almış, Antakya’yı ise yıllık 20.000 dinar haraca bağlayabilmişti.

Sultan Alp Arslan ile ona Malazgirt’te mağlup ve esir olan IV. Romanos Diogenes arasında kararlaştırılan barışın yeni tahta çıkan VII. Mikhail Dukas (1071-1078) tarafından tanınmaması üzerine muhtelif Türkmen kütleleri Sul­tan Alp Arslan’ın emriyle Anadolu’ya girmiş bulunuyorlardı. Sonraki kaynak­ların ifadesine dayanılarak elde edilen pek tafsilatlı olmayan kısa rivâyetlere göre, bu sırada Anadolu’nun muhtelif bölgelerini zapt eden birçok Türkmen beyi zikrolunur. Bu adı geçen beylerin adıyla anılan küçük devletler gerçekten teşekkül etmiş ve uzunca bir süre yaşamıştı (Bk. Beylikler kısmına). Ancak dikkate şayan olan cihet, Anadolu’nun ilk fatihleri sayılan bu Türkmen reisle­ri arasında Artuk Bey’den gayrisinin faaliyetini tespit etmenin pek mümkün olmayışıdır. Artuk Bey, Sultan Melikşâh devrinde Anadolu fütûhatına katıla­rak pek büyük başarılar elde etmiş, Orta ve Kuzey-batı Anadolu’da faaliyette bulunmuş, fakat daha sonra taht mücadeleleri sırasında Melikşâh tarafından geriye çağrılmıştı.

Öte taraftan Suriye’de Atsız’ın kuvvet ve kudreti karşısında Süleyman-şâh ve Mansûr bu bölgeden faaliyetlerini Anadolu içlerine nakletmeyi daha uygun bulmuş olmalıdırlar. Artuk Bey’in de Anadolu’dan geri çağrılmış ol­ması, soylarının yüceliği bakımından onlara herhalde Anadolu’da bulunan Türkmen grupları üzerinde mutlak bir hâkimiyet kurmak fikrini vermiş idi. Ancak yine de Süleyman-şâh’ın Anadolu’ya girdikten sonra, önce ne­relerde faaliyette bulunduğu pek belli değildir. O Antakya önünden ayrılıp Anadolu içine girdikten sonra muhtemelen Konya civarında harekâtta bu­lunmuş, bu şehri ve yakınında bulunan Gâvele (Gevele) Kalesi’ni almıştır (Takriben 1075). Böylece Kutalmışoğulları da, Büyük Selçuklu Devletini ku­ran amcazâdeleri gibi, bir devlet teşkil etme yolunda, yani Türkiye Selçuklu Devleti’nin kuruluşunu gerçekleştirmede ilk adımlarını attılar11. Kutalmışoğulları daha sonra batı yönünde fetihlere devam ettiler ve bu arada Bizans’taki taht mücadelelerinden geniş ölçüde yararlandılar. Nikephoros Botaneiates 7 Ocak 1078’de kendini imparator ilan ederek Kutalmışoğulları’nın yardı­mını sağlamıştı. Nihayet o 24 Mart’ta İstanbul’a girerek imparator oldu. Kutalmışoğullan’nın bir süre N. Botaneiates’i destekledikleri anlaşılıyor.

Nitekim yine imparatorluk mücadelesinde bulunan Nikephoros Bryennios da onların yardımıyla mağlup ve esir edilmişti. Bundan sonra Kutalmışoğulları Boğazlara yakın bölgelerde yerleşmişler, böylece İzmit ve çevresi Selçuk­luların eline geçmişti.

İşte tam bu sırada mahiyeti hâlâ yeterli derecede açıklanmamış olan Önemli bir olay oldu. Sultan Melikşâh Anadolu’daki bu duruma müdahale etti. Sultan’ın, Kutalmışoğulları’nın Anadolu’da yerleşmekte oluşlarını dik­katle takip ettiği anlaşılıyor. Amcası Kavurd’un saltanatının ilk yılında ayak­lanmasından ve öldürülmesinden (1073) sonra onun sıkı bir merkeziyetçi devlet siyaseti izlediği muhakkaktı. Ancak bu merkeziyetçi idareye karşı iki yönde, Suriye ve Anadolu’da gelişmeler olmakta idi. Suriye’de Atsız fazlaca kuvvetlenince Sultan Melikşâh kardeşi Tutuş’u oraya göndermişti. Atsız’ın Tutuş tarafından ortadan kaldırılmasıyla Suriye bu suretle itaat altına almı­yordu (1079). Sultan Melikşâh aynı şekilde Anadolu’yu kendi idaresi ve itaati altına almak için harekete geçmiş ve buraya Emir Porsuk’u göndermiş olmalı­dır. Emîr Porsuk yapılan bir savaşta (veya savaş yerine Mansûr ile yaptığı teke tek vuruşmada) Mansûr’u öldürmüş, fakat başkaca bir netice elde edemeye­rek geri dönmek zorunda kalmıştı.

Ağabeyinin ne şekilde olursa olsun ortadan kalkmasından sonra Süley­man-şâh bir müddet daha Bizans ile işbirliğinde bulundu. Emîr Porsuk’un ona karşı bir şey yapamamış olmasında belki de Bizans’ın desteğini görmüş olması da rol oynamıştır. Süleymanşâh’ın durumunun bundan sonra da kuv­vetlendiği anlaşılıyor. 1079-1080 yıllarında Türk fetihleri Marmara ve Kara­deniz sahillerine kadar uzanmış, bir taraftan da Adalar (Ege) denizi kıyılarına ulaşmıştı. Ancak Bizans’ta taht aşığı kumandanların bir türlü sonu gelmiyor­du. Nitekim 1080 yılı sonlarında bu kez Nikephoros Melissenos Süleyman-şâh ile anlaşarak imparatorluğunu ilan etti. Bu şahıs Türk kuvvetlerinin yar­dımı ile İznik (Nikaia) şehrini karargâh edinerek İstanbul üzerine yürümeye hazırlandı. Artık imparatorluğunu ilan etmek sırasının kendisine geldiğini düşünen Aleksios Komenos bu sefer tarafsız kaldı. Aleksios aynı zamanda eniştesi olan Melissenos’u Sezarlık vaadiyle uyuttu ve hile ile İstanbul’a gire­rek kolayca imparatorluğu elde etti (4 Nisan 1081). N. Melissenos’un bu su­retle kenarda kalması neticesinde Süleyman-şâh, gerek İznik ve gerekse onun tarafından muhafaza edilmeleri için garnizonlar yerleştirmek üzere, Türklere teslim edilen kaleleri bir daha terk etmeyerek İznik’te yerleşti. Bu suretle İznik muhtemelen 1080 yılı sonlarında Türkiye Selçuklu Devleti’nin merkezi oluyordu.

Aleksios’un tahta geçmesi Süleyman-şâh’ı Bizans’a karşı daha serbest ve kaygısız davranmaya sevk etti, yeni İmparator ile hiç olmazsa önceden bir ittifak mevcut değildi. Bu sebeple Türkler artık Boğaziçi sahillerine kadar iler­lediler, buradan geçen gemilerden haraç almak üzere karakollar tesis ettiler. Bütün Bithynia bölgesi (Anadolu’nun kuzeybatı bölgesi, başlıca şehirleri İz­mit, Bursa ve İznik’tir) şehirleri ister istemez Türklere teslim olmuşlardı. İm­parator Aleksios önce İstanbul şehrine serbest bir nefes aldırmak maksadıyla küçük gemilerle Boğaz sahilinde bulunan Türk karargâhlarına korsan baskın­lar tertip etti ve bunları geri çekilmeye zorladı. Ancak Aleksios’un Balkanlar­daki durumu hiç de iyi değildi. O Balkanlardaki Peçenek ve Norman tehlike­sini ortadan kaldırmak maksadıyla Süleyman-şâh ile anlaşmayı tercih etti. O Süleyman-şâh’a hediye nâmı altında muayyen bir yıllık haraç vermek suretiy­le barış istiyordu. İki taraf arasında varılan anlaşmaya göre; Türkler bugünkü Maltepe’de Dragos tepesinin batısından İzmit Körfezine dökülen küçük Drakon çayına kadar olan hattı Bizans ile hudut kabul ettiler (1081). Süleyman-şâh’ın bu münasebetle Bizans İmparatoru’na batıdaki düşmanlarına karşı savaşlarında yardımcı kuvvetler göndermeyi taahhüt ettiği anlaşılmaktadır. Böylece batıda sınırlarını hemen hemen İstanbul civarına kadar uzatmış bu­lunan Süleyman-şâh Anadolu’nun iç taraflarında muhtelif Türkmen kütlele­rinin harekâtına müdahale etmek, bilhassa başşehirleri İstanbul ile irtibatları kesilmiş, güney ve güneydoğu şehirleri ile uğraşmak için serbest kalmış bu­lunuyordu. Nitekim Süleyman-şâh gözlerini Güneydoğu Anadolu’ya çeviri­yordu.

İnceleyin:  Büyük Selçuklular 1040-1157 (1. Bölüm)

 

Süleyman-şâh’ın Fetihleri

Süleyman-şâh, İmparator Aleksios ile yaptığı (1081) anlaşmasından sonra bir taraftan muhtelif kumandanlar vasıtasıyla, tafsilatı pek belli olma­yan fetih hareketlerine devam ederek Anadolu’nun kuzeyinde hâlâ Bizans’ın elinde bulunan bazı kaleleri zapt ettirirken, bir taraftan da kendisi güneye doğru yürüdü ve Tarsus’u muhasara ederek aldı (1082). Bunu takip eden yıl içinde (1083) Türkiye Selçuklu hükümdarının başta Adana, Misis (Mamistra) ve Anazarbos olmak üzere hemen bütün Kilikya sahasını fethettiği görülmek­tedir. Bu suretle Ermeni Philaretos’un, Toroslardan Urfa’ya kadar kurmuş ol­duğu hâkimiyetin batı kısmı Selçukluların eline geçmiş bulunuyordu. Bundan sonra sıra Antakya’ya geldi. Çok eski devirlerden beri Suriye’nin en mühim şehri ve merkezi olmuş bulunan bu büyük şehre gözünü diken sadece Süleyman-şâh değildi. Halep’i ele geçirmiş bulunan Ukaylîlerden Şerefüddevle Müslim b. Kureyş ve Suriye Selçuklu meliki Tutuş da Antakya’nın fethini hedef edinmiş idiler. Bu bakımdan Antakya’yı feth etmek için büyük hazırlıkların yanı sıra Müslim b. Kureyş ile Tutuş’u da unutmamak gerekiyordu. Bu sebeple Süleyman-şâh’ın Kilikya’yı ele geçirdikten sonra İznik’e dönerek kendisi güneyde meşgul ola­cağı sırada devletin öteki kısımlarını emniyete almak hususunu düşündüğü anlaşılıyordu. Nitekim o, emîrlerinin en kıymetlisi Ebu’l-Kasım’ı İznik’te ken­disine vekâlet etmek üzere bırakırken, bir taraftan da Anadolu’nun Selçuk­lulara tabi olan bölgelerine ayrı ayrı valiler göndermiş olmalıdır. Süleymân-şâh Antakya üzerine hareket ederken, Philaretos’a hududu bulunan Türk beyleri de aşağı yukarı aynı zamanda onun topraklarına yürümüşler, böylece Süleyman-şâh’ın karşısına büyük kuvvetler ile çıkmasına engel olmuşlardı. Bu anda Emîr Danişmend’in Ermeni Gabriel’in hüküm sürdüğü Malatya’yı muhasaraya giriştiği (1085) ve Emîr Buldacı’nın yukarı Ceyhan bölgesini El­bistan ve civarını zapt ettiği görülmektedir.

1084 yılı içinde Philaretos’un Urfa’ya kumandan olarak bıraktığı oğlu Bar­sam ile arası açılmıştı. Babası tarafından tutuklanan ve Antakya Kalesi’nde hap­sedilen Barsam, rivayete göre, Antakya şehrinin şahnesi olan İsmail adında bir müslüman ile anlaşarak babası aleyhine onunla birleşmiş ve Philaretos’un bir düğün münasebetiyle şehirde bulunmamasından yararlanarak hapisten kaç­mış ve İznik’e gitmişti. Barsam burada Süleyman-şâh ile Antakya’nın kendisine teslimi hususunda anlaştı. Bunun üzerine Süleyman-şâh beraberinde az sayı­da kuvvet bulunduğu halde süratle Antakya’ya doğru hareket etti. Netice olarak Antakya 13 Aralık 1084’te Süleyman-şâh tarafından fethedildi. Şehre Müslüman Şahne İsmail’in yardımı ile gizlice giren Selçuklu kuvvetleri büyük bir mukave­metle karşılaşmamışlar ve bu sebeple yerli halka kötü muamelede bulunma­mışlardır. Ancak Philaretos’un kuvvetlerinden bir kısmı iç kaleye sığındı. Bu se­beple şehrin iç kalesinin bir ay daha mukavemet ettikten sonra 12 Ocak 1085’te Süleyman-şâh’a teslim ‘olduğu anlaşılmaktadır. Getirdiği az sayıdaki kuvvet­leri, fetihten sonra, yetişen öteki birliklerle takviye eden Süleyman-şâh ayrıca Aymtab, Hârim, Tell-bâşir, Ra’ban, İskenderun ve Süveydiye (Samandağ)’yi de işgal etmişti. Bunun üzerine rivayete göre Philaretos, Büyük Selçuklu sultam Melikşâh’ın yanma giderek Müslümanlığı kabul etmiş ve kendisine tevcih olu­nan Maraş’a gelerek burada 1090 yılından önce ölmüştür.

 

Süleyman-şâh’ın Ölümü

Ancak Süleyman-şâh’ın Antakya şehrini almakla, hem Şerefüddevle Müslim hem de Melik Tutuş ile mücadele etmesi mukadderdi. Nitekim mü­cadelenin ilk safhası Şerefüddevle ile oldu. Halep emîri daha önce Antakya üzerine yürümüşse de, şehrin muazzam surları karşısında bir şey yapama­yarak geri çekilmişti. Bundan sonra Philaretos ile bir anlaşma yapan Şere­füddevle Müslim ondan yıllık muayyen bir cizye almakta idi. Bu gelir kay­nağını kaybetmek istemeyen Şerefüddevle, Süleyman-şâh’a haber gönde­rerek Philaretos’un ödediği cizyeyi göndermesini istedi. Bu tabiatıyla olacak şey değildi, müslüman bir şehirden ve hükümdanndan cizye istenemezdi. Süleyman-şâh onun bu istediğini reddedince iki taraf arasında savaş zorunlu oldu. Şerefüddevle ile Süleyman-şâh’ın savaşçıları karşılıklı birbirinin arazisini yağmalamaya başladılar. Nihayet 24 Safer 478/20 Haziran 1085’te iki taraf Halep ile Antakya arasında Kurzâhil mevkiinde karşılaştılar. Bu savaşa Şerefüddevle ile başlayan Çubuk Bey ve idaresindeki Türkmenler Süleyman-şâh’ın tarafına geçtiler. Bu sebele Şerefüddevle bozguna uğraya­rak öldürüldü. Süleyman-şâh buradan Halep üzerine yürüyerek şehri kuşattı ve Şerefüddevle’yi de bu şehrin kapısı önüne gömdürdü. Antakya’nın zaptından sonra Şerefüddevle’nin ortadan kaldırılması ve Halep’in kuşatılması artık Süleyman-şâh ile Büyük Selçuklular arasındaki mücadeleyi ön plana ge­çirmişti. Şerefüddevle’nin Halep’te bıraktığı Emir Şerîf Ebû Ali Haşan Halep’i savunurken, bir taraftan da hem Sultan Melikşâh’a hem de Melik Tutuş’a mektup yazmış ve şehri teslim almak üzere ya bizzat gelmelerini, yahud ken­dilerini kurtarmak üzere büyük bir ordu göndermelerini istemişti. Bu sırada Süleyman-şâh Şeyzer, Kefertab ve Maarretünnuman kalelerini ele geçirmişti. O, Kınnesrin’i de kuşatıp aldıktan sonra bütün kuvvetleriyle Halep önünde toplandığı sırada Tutuş’un harekete geçtiği haber alındı. Artuk Bey de bu sı­rada Tutuş’un yanında bulunuyordu. Onun kuvvetleriyle takviye edilmiş olan Tutuş Halep’e üç mil uzaklıkta bulunan Ayn Seylem mevkiinde 18 Safer 479/4 Haziran 1086’da Süleyman-şâh’ın ordusu ile savaşa tutuştu. İki Türk ordusu arasındaki bu savaşın neticesini yine Çubuk Bey ve Türkmenler tayin ettiler. Bunlar bu sefer Süleyman-şâh’tan ayrılıp Tutuş tarafına geçtiler. Süleyman- şâh savaşı kaybettiğini görünce intihar etti.

Anadolu’nun fethi, daha önceki fetih hareketlerinin hiçbiriyle mukaye­se edilemeyecek bir ölçüde dünya tarihini etkilemiştir. Türk milleti varlığını, emsalsiz tarihî gelişmesini ve ezelî bağımsızlığını bu fethe borçludur. Bu se­beple bizim için Süleyman-şâh’ın adı, tarihimizin öteki büyük şahsiyetleri­nin önünde, onların bayrakdân manasını taşımaktadır ve bundan sonra da taşımalıdır. Nitekim şu sözler büyük bir gerçeğin ifadesidir: “Süleyman-şâh Anadolu Türkleri’nin en büyük ve en muhterem babası, ”dır.

 

Süleyman-şâh’ın Ölümünden Sonra Anadolu Olayları – Eb’ul-Kasım Hükümeti:

Süleyman-şâh’ın ölümünden sonra, özellikle Anadolu’nun bazı ke­siminde, Marmara Denizi ve Adalar Denizi bölgesinde vuku bulan olaylar hakkında hemen hemen bütün bilgimizi Bizans tarihçisi Anna Komnena’ya borçlu bulunmaktayız. Onun eseri bilhassa kronolojik bakımdan çok karışık olmasına rağmen, Türkiye tarihinin aşağı yukarı kırk yıllık bir kısmı (1080- 1118) için tek kaynak olmak vasfını taşımaktadır.

Süleyman-şâh 1084 yılı Aralık ayı içinde Antakya’yı fetih için yola çı­karken İznik ve civarını Ebu’l-Kasım adında bir Türk beyine bırakmıştı. Antakya’nın zaptı sırasında Karategin adında bir Türk beyi Karadeniz kıyısında Sinop’u zapt etti (1085 başı). Burada bulunan külliyetli altın ile büyük­çe bir imparatorluk hâzinesi bu Türk beyinin eline geçti. Ancak Süleyman- şâh’ın Tutuş karşısında mağlup olarak intihar etmesinden sonra bu durum­dan istifade eden İmparator Aleksios’un Türklerin eline geçmiş olan Kara­deniz kenarındaki sahil şehirlerini geri almaya muvaffak olduğu anlaşılıyor. İmparator Aleksios, Sultan Melikşâh’ın gönderdiği Siaus (Çavuş veya belki de Siyavuş) şeklinde kaydolunan bir elçisini kandırarak kendi tarafına çek­meye muvaffak oldu. Nitekim Sinop’a giden Siaus, Melikşâh’ın mektubunu göstererek Karategin’i Sinop’u terk etmeye ve ele geçirdiği hâzineleri de İmparator’un adamlarına bırakmaya kandırdı. Böylece Sinop tekrar Bizans’a teslim olundu. Ancak durum her tarafta aynı değildi. Süleyman-şâh’ın ölüm haberi, onun muhtelif bölgelere tayin etmiş olduğu Türk beylerinin ba­ğımsız hareket etmelerine sebep oldu. Bunlardan hükümet merkezi olan İznik’i elinde bulundurduğu cihetle en nüfuzlusu olan Ebu’l-Kasım rivaye­te göre kendisini sultan ilan ettiği gibi, kardeşi Ebu’l-Gazî’ye de Kapadokya emirliğini bıraktı. Becerikli ve gayet haris bir kimse olan Ebu’l-Kasım bun­dan sonra Marmara sahillerine akınlar yaparak bütün Bithynia’yı yağmala­maya başladı. İmparator Aleksios bunun üzerine evvelce Süleyman-şâh’a uygulamış olduğu taktiğe müracaat ederek Türk akıncılarını sahilden geri sürdü ve Ebu’l-Kasım’ı barış istemeye zorladı. Ancak Ebul-Kasım anlaşma görüşmelerini devamlı olarak uzatmakta olduğundan İmparator nihayet İz­nik üzerine bir kuvvet göndermeye mecbur kaldı. Bu kuvvetin başına Türk asıllı Tatikios (Tetik ?)’u geçirmişti. Ayrıca Sultan Melikşâh’ın da İznik’i ita­at altına almak üzere Emîr Porsuk kumandasında elli bin kişilik bir kuvvet gönderdiği öğrenildi. Fakat Tatikios böyle bir kuvvetle başa çıkmayacağını düşünerek neticede İstanbul’a çekilmek zorunda kaldı.

İnceleyin:  İslâm Medeniyeti ve Türkler

Ebu’l-Kasım’ın bundan sonra da rahat durmadığı anlaşılıyor. Herhalde Porsuk, kuvvetleriyle henüz uzakta bulunuyor veyahut Ebul-Kasım onun gelişini başka bir şekilde yorumluyordu. Ebu’l-Kasım’ın bu kez de Marmara Denizi’nin güney sahilini ele geçirmek istediği görülüyor. Nitekim o küçük bir donanma kurmayı tasarladı ve bu maksatla sahilde bulunan Kios (Gem­lik) şehrini zapt ederek burada gemiler yaptırmaya başladı. Ancak Aleksios, bunun imparatorluk için yarattığı tehlikeyi kavrayarak derhal faaliyete geç­ti. Bütün donanmasını Manuel Butumites emrine vererek Ebu’l-Kasım’ın donanmasını yakmakla görevlendirdi, karadan da büyükçe bir kuvvetle Tatikios Türklerin üzerine sevk olundu. Her iki kuvvetin de üzerine gönde­rilmesinden endişelenen Ebu’l-Kasım üstün Bizans donanmasına karşı ko­yamayacağını düşünerek Kios’tan geri çekildi. M. Butumites süratle gelerek Ebu’l-Kasım’ın herhalde henüz kızakta bulunan gemilerini yaktı. Pek az son­ra da Tatikios kara yolundan yetişerek mevzi aldı. Ebu’l-Kasım’ın çekildiği (Halykai veya Kyparisson) mevkiinde Bizanslılar ile Türkler arasında on beş gün süreyle ufak tefek çarpışmalardan başka büyükçe bir savaş yapılmadı. Neticede Tatikios savaşa karar vermek zorunda kaldı. Savaş bir kısım Türk askerinin ölmesi, esir edilmesi, daha çoğunun ise bütün eşya ve teçhizatını bırakarak kaçması ile neticelendi. Ebu’l-Kasım güçlükle İznik’e ulaşabildi. Bütün bu olayların oluş şekli ve tarihi hakkında kesin bilgilere sahip değiliz. Ancak Bizans’taki başka olaylara bakarak Emir Porsuk’un gelişinin 1090 yılı sonlarında olması çok muhtemeldir.

Şu halde 1090 yılı ortalarında Ebu’l-Kasım Kios’ta mağlup olduktan sonra İznik’e çekilmişti. Ancak Emîr Porsuk’un Anadolu içinde bağımsız davranan muhtelif Türk beylerini itaata aldıktan sonra İznik’e yaklaşmakta olduğu bu sıralarda Aleksios, Ebu’l-Kasım’a haber göndererek onu İstanbul’a davet etti. Bizans İmparatoru anlaşıldığına göre İznik hâkimi Ebu’l-Kasım’a Porsuk’a karşı bir ittifak teklif ve bu münasebetle onu İstanbul’a davet etmişti. O bu arada bir taraftan da Türklerin elinde bulunan İzmit’i ele geçirmek istiyor­du. Ebu’l-Kasım İstanbul’da gayet iyi karşılandı, hemen her gün kendisine ziyafetler veriliyor, hipodromda şerefine at ve araba yarışları tertip olunuyor ve İstanbul’da ikamet müddeti birçok neden ile uzatılmaya çalışılıyordu. İki taraf arasında barış ve ittifak görüşmeleri yapıldığı esnada, İmparator Aleksi­os donanma kumandanı Eustathios Kymineianus’u yapı malzemesi, mimar­lar ve işçileri yüklediği gemileriyle İzmit’e yolladı. Bunlar İzmit müstahkem mevkiini kontrol altına alacak yeni bir kale inşa etmekle görevlendirilmişler­di. Kalenin inşası bittikten sonra Aleksios, Ebu’l-Kasım’a pek çok hediyeler ve bir de “Sebastos” ünvanı vererek onu İznik’e uğurladı. Ebu’l-Kasım olan biteni öğrendiği zaman kadere boyun eğmek zorunda kaldı. Çünkü bu sıra­da Emîr Porsuk artık İznik önünde görünmüştü ve Ebu’l-Kasım İmparator’un yardımına muhtaçtı.

Emîr Porsuk İznik’i üç ay muhasara etti. İmparator’un hareket şekline ve hilekârlığına çok içerlemiş bulunan Ebu’l-Kasım bu müddet içinde ken­di imkânları ile Porsuk’un kuvvetlerine karşı İznik’i korudu. Ancak sonunda yardım istemek için İmparator’a başvurmak zorunda kaldı. Bizans İmpara­toru bu sırada Peçeneklere karşı büyük bir ölüm kalım mücadelesi içinde idi. Onun bu cepheden ayıracak kuvveti yoktu, buna rağmen Ebu’l-Kasım’a yardım zorunluluğunu hissetti. Çünkü İznik Porsuk’un eline geçecek olursa burasını Büyük Selçuklu imparatorluğumdan kurtarıp almak elbette hemen hemen imkânsız bir şey olacaktı. Bunun için o yeniden bir hileye başvurdu. O pek küçük bir kuvveti bunlara imparatorluk sancakları, İmparator’un önün­de taşınması alışılmış olan süslü alametleri vermek suretiyle Ebu’l-Kasım’a yolladı. Bu yardım yoluyla Porsuk’u geri çekilmeye zorlamayı ve imkân hâsıl olursa İznik’i kendi adına zapt etmeyi umuyordu. Bu küçük Bizans kuvveti; muhtemelen deniz yönünden şehre girdi, imparator gâyesinin ilkine kolay­lıkla ulaştı. Bizanslılar surlar üzerine çıkıp imparatorluk sancaklarını ve im­paratorun alametlerini göstererek savaş naraları atmaya başlayınca; Porsuk, İmparator’un bizzat geldiği düşüncesiyle kuşatmayı kaldırmayı uygun bul­du. İznik bu suretle kuşatmadan kurtulunca, yardıma gelen kuvvetler, sayıları pek az olduğu ve Ebu’l-Kasım henüz tamamiyle kuvvetten düşmemiş bulun­duğu için, İmparator’un plânının ikinci safhasını gerçekleştiremeyeceklerini anlayarak geri dönmeyi tercih ettiler.

Emîr Porsuk’un başarısızlığı üzerine Büyük Sultan Melikşâh’ın İznik’in zaptından vazgeçmediğini ve buraya kıymetli kumandanlarından Urfa emîri Bozan’ı gönderdiğini görüyoruz. Anna Komnena bu münasebetle Melikşâh’ın kendisiyle ittifak etmek üzere, İmparator’a yeniden müracaat ettiğini kaydediyor. Neticede imparator Aleksios da Selçuklu Sultanının ya­nma bir elçi heyeti göndermiş, fakat bunlara verdiği talimatta müzakereleri uzatarak Melikşâh’ı oyalamalarını tembihlemişti. Ancak bu heyet daha yolda iken Melikşâh’ın ölüm haberini almış ve geri dönmüştü. Sultan Melikşâh’ın 19 Kasım 1092’de öldüğünün bilindiğine göre, Bizans elçi heyetinin buna yakın bir tarihte yola çıktığı kabul olunabilir. Bu durumda Bozan’ın İznik önüne gelişini de aynı yılın (1092) ortalarına ve hatta ikinci yarısına koymak herhalde hatalı olmayacaktır.

Öte taraftan Emîr Bozan İznik önüne geldi, şehri hücumla zapt etmek için birbiri arkasına yaptığı teşebbüsler, Ebu’l-Kasım’ın şiddetli müdafaası ve İmparator’dan istediği yardımı elde etmesi sayesinde bir türlü netice verme­di. imparator bu sırada Peçenekleri Kumanların yardımı ile imha etmiş oldu­ğu için biraz olsun ferahlamış bulunuyordu. Bizans Levunion galibiyetinden (29 Nisan 1091)15 sonra sadece İzmir hâkimi Çaka (Çakan) Bey’le uğraşmak zorunda idi. Bozan bu şekilde İznik’i zapt edemeyeceğini anlayınca muhasarayı kaldırarak karargâhını Lopadion (Ulubat) yanında bulunan Lampe Ir­mağı kenarına nakletti.

Ebu’l-Kasım’ın bu sıralarda artık bağımsız hükümet sürmek imkânının yok olduğunu fark ettiği anlaşılmaktadır. Her halde İmparator’un kendisine ne maksatla yardım ettiğini anlamış olacaktır. Belki de İmparator ile Melikşâh arasında bir anlaşma yapılacağını da haber almıştı. Bu sebeple o, doğrudan doğruya Büyük Sultan’a müracaatla İznik bölgesinde onun valisi sıfatıyla tas­dik edilmeyi ümit ederek büyük hediyeler hazırladı ve kardeşi Ebu’l-Gazî’yi İznik’te yerine vekil bıraktıktan sonra İsfahan’a doğru yola çıktı. Anna Komnena, onun on beş katır yükü altın ile Sultan’ın yanına gittiğini kaydetmek­tedir. Ancak Ebu’l-Kasım bütün rica ve ısrarlara rağmen Melikşâh tarafından huzura kabul edilmemiş ve kendisine Anadolu işinde tam yetki verilmiş olan Bozan ile anlaşması bildirilmiştir. Bu şekilde arzusuna ulaşamayan Ebu’l- Kasım uzun bir süre bekledikten ve ıstırap çektikten sonra Bozan’ı bulmak için harekete geçti. Ancak yolda Bozan’ın gönderdiği iki yüz kişilik bir müf­reze tarafından yakalanarak kendi yayının kirişi ile boğdurulmuştur. Anna Komnena’ya göre, bu iş Bozan’ın değil Sultan’ın verdiği emirler ile olmuştur. Bu olayın Melikşâh’ın Bağdat’a gitmek üzere hareketinden pek kısa bir süre önce ceryan ettiği tahmin olunabilir (muhtemelen Eylül-Ekim 1092).

 

Kaynak:

Erdoğan Merçil – Müslüman Türk Devletleri Tarihi

Harun Selçuk

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir