Problemli Bir Nebî & Resûl Anlayışı : Nebî’ye İtaat Yok mudur ?

Nebi-Resul-1 Problemli Bir Nebî & Resûl Anlayışı : Nebî’ye İtaat Yok mudur ?

Bismillâhirrahmânirrâhiym

Allah Teâlâ (c.c.) Yüce Kitâbında buyuruyor ki;

“Muhakkak Tevrat’ı biz indirdik ki onda bir hidâyet ve nûr vardır. Teslim olmuş NEBÎLER yahudilere onunla hükmederdi.” (Mâide/44)

Önsöz Olarak

Batı dünyasında yaklaşık iki yüzyıl önce kendisini hissettirmeye başlayan ve son iki yüzyılda akıl almaz bir hızla gelişerek geldiğimiz noktada küresel egemenliğini pekiştirmiş bulunan modernizm hareketi, İslâm dünyasının aklını başından aldı. Müslüman aydınlarda bir “kimlik krizi” şeklinde ortaya çıkan bu “öykünmeci” yaklaşım/tavır, adına “İslâm Modernizmi” dediğimiz hareketin tetikleyicisi oldu ki, bu hareket tek bir cümleyle “yanlış teşhise yanlış tedavi” olarak özetlenebilir.

Batı’lı oryantalistlerin, İstişrak faaliyetlerinin ve İslamoloji çalışmalarının, İslâm modernistlerinin İslâm ilim ve kültür mirasına yönelttikleri tenkidlere, o tenkidleri belirleme noktasında fikir sağladığını, kaynaklık ettiğini kim inkâr edebilir. Zirâ İslâm modernistlerinin bin dört yüz yıllık Sahih İslâm anlayışına yönelttikleri tüm tenkidlerin hangi birinin altını eşelesek, –istisnasız olarak- karşımıza mutlaka bir yada birkaç oryantalist çıkmaktadır. Bu bakımdan, bir âlimimizin de dediği gibi; “İslâm modernistlerinin bütün marifeti; Batı’nın, sömürgeciliğin keşif kolu olan oryantalistlerin çalışmalarını tercüme ederek ‘uyarlamak’tan ibarettir.”

Sahih İslâm anlayışında, Dinin temel varoluş alanları, belirleyiş alanları itibariyle mümkün olduğunca beşer inisiyatifini ve hata yapma, sapma ihtimali olan aklı sınırlayan, izâfîliği mümkün olduğunca sıfıra doğru indirgeyen bir anlayış var.

Modern İslâm düşüncesi ise tam tersini yapıyor ve diyor ki; “Dinin her sahası, temel alanları, Nasslar, sabiteleri bile insan düşüncesinin, insan aklının, algısının ürünü olarak somuta dökülür, dökülmelidir.”

Modernizm diyor ki; “Kur’ân vahiy midir? Evet. Peki Kur’ân kime hitâb ediyor? İnsana. O halde insanın Kur’ân’dan anladığı şeydir esas olan.”

“Tek bağlayıcı din kaynağı Kur’ân’ın metnidir” sloganıyla gündem tutmaya çalışan ve fakat yeri geldiğinde ne Kur’ân’da ne de İslâm kaynaklarında mevcut olan, geçmişte ortaya koyulmuş “bid’ât ve hurâfe” çöplüğünde bile yer alamayacak türedi söylemleri, “Ben böyle anlıyorum” basitliğiyle ayetlerden çıkardığı yorumları, kendisini izleyen takip eden topluluklara yedirmeye çalışanlar arasında bulunan bazı isimlerin ortaya attığı nevzuhûr bir retorik olan Nebî-Resûl ayrımı’dır yazımın temel konusu.

Bu problemli ayrımı, anlayışı ortaya atan isimlerden Abdülaziz Bayındır ve Zeki Bayraktar’ın, ne bir mantıklı tutarlı fikir örgüsü ve dirâyet ihtivâ eden, ne de kat’î, aklî ve naklî delillerle isbatı yapılmış küllî bir bakış açısı teşkil eden, işine yarayacak birkaç ayet grubunun zâhirîne giydirdiği sübjektif yorumlarından başka hiçbir dayanağı olmayan ve bu haliyle delâlet mebhaslerinin tarih içinde ortaya koyduğu görüşlerin fikirlerin kötü bir kopyası mesâbesinde olan, türlü arızalarla ve izahı te’vili mümkün olmayan birçok müşkille mâlul “Nebî & Resûl” anlayışının Kur’ân’a da, Murâd-ı İlâhîye de, Murâd-ı Resûlullâh’a da, Sebîlü’l-Mü’minîn’e, dil ve mantık kurallarına da hatta modernist zevâtın mutlaklaştırmaktan keyif aldığı akla da aykırı oluşunu açık ve net bir şekilde, aklî, naklî delillerle ortaya koymaya çalışacağım inşallah.

Bu, problemli Nebî & Resûl anlayışını ilk ortaya atan Abdülaziz Bayındır olmuştur.

Ben bu yazımda, öncelikle Bayındır’ın konu hakkındaki söylemlerini, iddialarını, görüşlerini ortaya koyduğu  -ve kendi web sitesinde de yayınlanan- ilgili yazısına(1) değinip, cevap verip daha sonra Bayraktar’ın konu hakkındaki daha geniş kapsamlı ve detaylı olarak ortaya koyduğu iddialarını ve bu konu etrafında gelişen diğer görüşlerini ele alacağım inşallah.

Asıl konuya giriş yapmadan önce son olarak şunu söylemek isterim;

Bu yazı, söz konusu problemli Nebî & Resûl anlayışını ortaya atan bu zevâtı “ikna etmek” gibi bir amaç taşımıyor. Yol açtıkları büyük mefsedet ve arıza konusunda sessiz kalmanın en az o mefsedet kadar büyük vebal olduğu gerçeği karşısında bir görevi yerine getirme ve bir vebalden kurtulma saikiyle kaleme alınan bu satırlar, basiretini kaybetmemiş insanlar için hakikati gösteren bir işaret levhası olabilirse benim için maksat fazlasıyla hasıl olmuş demektir…
Ayrıca; bahsi geçen zevât Sünneti, Hadisleri, Sahabe’nin, Selef-i Sâlihîn’in ve âlimlerin görüşlerini kabul etmedikleri için, konuyu Kur’ân ayetleri çerçevesinde ele alacağım.

Nebî Ne Demektir ?

Bayındır’ın konu ile ilgili yazısına geçmeden önce Nebî kelimesinin lügâvî ve ıstılâhî anlamlarına değinmekte fayda var;

Nebî kelimesinin türetildiği kök hakkında ulemâ ve lisân âlimleri, iki görüş ileri sürmüşlerdir: Birincisi, sonu hemzesiz ve şeddeli olan “en-nebîyyü” veya “en-nebî”; ikincisi, hemzeli olan “en-nebîü” şeklidir. Buna göre nebî kelimesi sözlükte türediği kök itibariyle iki farklı anlamı ifade etmektedir;

1- Nebî, “büyük fayda sağlayan haber” mânasına gelen “en-nebee” şeklinde hemzeli bir kökten türemiştir.(2) Arapça dil kurallarına göre telaffuzu kolay olsun diye nebî kelimesinin sonundaki “hemze”, “ya” harfine dönüştürülerek “en-nebî” şeklini almıştır.(3) Buna göre nebî, İsm-i fâil mânasında sıfat-ı müşebbehe olan “fe‟il” sigasında bir kelimedir. Anlamı da “haber getiren, tebliğ eden” demektir.(4) Ebû Zekeriyyâ el-Ferrâ, İsmâil b. Hammâd el-Cevherî, İbn Manzûr ve Murtazâ ez-Zebîdî gibi lügat âlimleri peygamberlerin “nebî” olarak isimlendirilmelerinin “Allah‟tan kullarına haber getirme”lerinden kaynaklandığını ifade ederler.(5) Nebî, hem fâil hem de mef‟ûl mânasında kullanılan bir kavramdır. Bu nedenle nebî kelimesi, haber anlamı taşıyan n-b-e fiilinden türediği için ism-i mef‟ûl vezninde “haber alan, kendisine haber verilen” anlamını, ism-i fâil vezninde kullanılınca da “haber veren, tebliğ eden” anlamlarını ihtiva eder.(6) Kur’ân’da bu kelimenin her iki şekilde de kullanımı mevcuttur.

2- Nebî kelimesinin aslı büyüklük, yücelik mânalarına gelen “nübüvve, nebve veya en-nebâve” şeklindeki hemzesiz kökten gelmektedir. Çoğulu “Enbiyâ” veya “Nebîyyün”dur.(7) Nebî hemzesiz okunursa “nübüvvet, nebve, nebâve” mastarından “yüksek makam sahibi, yüce, ulu ve şerefli” anlamlarına gelir. Nebî kelimesinin bu kökten türediğini ifade edenler, Nebîlerin yaratıkların en yüce ve şerefli olmaları düşüncesinden hareket etmektedirler. Çünkü Nebîler, Allah‟ın yaratıkları arasından seçtiği en şerefli ve en üstün varlıklardır. Buna göre de Nebîler, şerefli ve yüce insan anlamına gelmektedirler. Nebînin mazhar olduğu nübüvvet makamı, kaynağı ve sonuçları itibariyle yücelik ve üstünlük ifade etmektedir. Nübüvvetin temelini oluşturan vahiy ve onun ürünü olan bilgi ve haberler, nitelik açısından diğer bilgilere ve haberlere kıyasla özel bir değere ve üstünlüğe sahiptir.(8)

Bu bakımdan Nübüvvet kelimesi peygamberler dışındakilerin üstünlüğünü ifade etmek için kullanılmaz. Kur’ân-ı Kerim’de Peygamberimiz (s.a.v.) için kullanılan “…Ve onu üstün bir makama yücelttik”(9) âyeti bu anlamı doğrulamaktadır. Ayrıca “nebî” kelimesi, yüksek yer mânasında yüksekte olan kişi için de kullanılır. Bu anlamda “nebî”, insanlardan üstün konumdadır.(10)

Hülâsâ:

Nebî; Nübüvvet sahibi, fayda sağlayan, haber veren, doğruluğunda şüphe olunmayan, Allah’tan aldıklarını tebliğ eden kişi anlamlarına gelmektedir.

Nebî kelimesinin mastarı “nübüet” gelir. İdğam veya ibdâl ile (nübüvvet şeklinde) kullanımı daha yaygındır. Nebî elçi olduğuna göre, nübüvvet de “Allah ile akıl sahipleri arasında, onların dünya ve âhiret sıkıntılarını gidermek amacıyla kurulan elçilik” mânasına gelmektedir.(11)

Nebî kelimesinin istılâhî anlamında, kullanımında ise genel olarak ulemâ arasında bir ihtilâf yoktur. Ancak ayrıntılara/detaylara inildiğinde bazı lafzî ihtilâflar görülmektedir.
Ehl-i sünnet mütekellimleri genel olarak Nebî’yi, Allah Teâlâ tarafından bir melek aracılığı ile kendisine vahyedilen veya kalbine ilham olunan yahut da sâdık rüya ile uyarılan kişi(12) şeklinde tarif etmişlerdir.

Ehl-i sünnet i’tikâd mezheplerinden olan Eş’ârîyye’ye göre Nebî, “Allah’ın, herhangi bir kavme veya tüm insanlara gönderdiği ve onu kendisine elçi olarak seçtiği, ona haber vererek insanlara tebliğde bulunmasını istediği kişiye”denir.(13)

Mâtürîdî’lere göre ise; kısa tarifi şöyledir: “Nebî, insanların talebi üzerine Allah katından haber getiren kişidir. Nebîler ya bir meleğin vâsıtasıyla vahye nail olmuşlar veya uykuda sâdık rüyâ halinde bu hal gösterilmiş yahut da kendilerine ilham edilmiş kişilerdir.”(14)

Bu tanımlardan sonuç olarak Nebî kelimesinin 3 farklı anlamı ortaya çıkmaktadır;

Nebî; haber/vahiy alan, haber veren ve Allah indinde yüksek makâm sahibi demektir. Ve Nebîler bu 3 anlamı/vasfı da hâizdirler; haber/vahiy alandırlar, aldıkları haberi/vahyi bildirendirler ve Allah indinde yüksek makâm sahibidirler (Nübüvvet). Bu 3 ayrı hususiyet birbirini tamamlar özelliktedir.

Bayındır’ın yazısında Nebî tanımı ile ilgili kısma gelince buraya tekrar atıf yapacağım.

Bayındır Ve Bayraktar’ın İddiaları

Bayındır ve Bayraktar’ın konu hakkındaki aslî/temel iddialarını, görüşlerini maddeler halinde sıralayıp daha sonra bu maddelerin her birini irdelemek, yazının daha anlaşılır hale gelmesini sağlayacaktır diye umuyorum.

Her iki zevâtın da konu hakkındaki –tesbit edebildiğim- ortak iddiaları, görüşleri şöyle;

* Her Nebî Resûl’dür fakat her Resûl Nebî değildir. Nübüvvet, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile bitmiştir fakat Risâlet devam etmektedir.

* Tüm Nebîlere Kitab, Hüküm ve Şeriat verilmiştir.

* Kur’ân’da birçok ayette “Allah’a ve Resûl’e itaat” zikredilmekle birlikte “Nebî’ye itaat” hiç zikredilmemektedir, bu sebeple Nebî’ye itaat yoktur. Zaten Resûl’e itaat te Allah’a itaat olduğu için, Resûl’ün bizâtihi kendisine de itaat yoktur, Kur’ân ayetlerine itaat etmek yeterlidir. Çünkü Resûl demek “elçi” demektir, Hz. Muhammed (s.a.v.) ve diğer Peygamberler sadece ayetleri/vahyi tebliğ ederken Resûl’dür. Ayetleri tebliğ görevi bitip sustuğu anda artık Resûl değil Nebî’dir.

* Nebîlik/Nübüvvet makamıdır, Resûllük/Risâlet ise sadece görevdir, makam değildir.

* Nebî sadece haber/vahiy alan demektir.

Bu sıraladığım maddelerin/görüşlerin bazılarına bu bölümde, bazılarına da ilerleyen bölümlerde – yeri geldikçe- değineceğim inşallah.

Bayındır Ne diyor?

Gelelim Bayındır’ın ilgili yazısına.
Bayındır (1 no’lu dipnotta verilen linkten ulaşabileceğiniz) söz konusu yazısında önce Nebî’nin tanımını yaptıktan sonra Allah Teâlâ’nın nübüvvet verdiği tüm Nebîlere bir de kitap,  hikmet ve şeriat verdiğini söylüyor ve En’âm/83 ayetinde Nebîlerin adlarının sayıldığını söyleyip sonra ayetin devamında yer alan “Bunların babalarını, soylarını ve kardeşlerini de seçtik; onlara doğru yolu gösterdik” (şeklinde meallendirdiği) ayeti zikredip, merfû bir Hadîs-i Şerif’te, sayıları 124bin olarak bildirilen Nebîlerin her birinin En’âm/83’te ismi geçen 18 kadar Nebî’nin ya babalarından, ya kardeşlerinden ya da soylarından olduğunu/geldiğini söylüyor. Daha sonra,  (kendi deyimiyle) gelenek(!)teki “Allah’tan Peygamberlere 100 (ya da 104) suhûf inmiştir” görüşüne atıfta bulunup, En’âm/89ayetinin lafzından anladıklarına dayanarak bu görüşün Kur’ân’a aykırı olduğunu, her Nebî’ye ayrı ayrı Kitab, Hüküm ve Şeriat verildiğini, indiğini söylüyor.

Yazımın başında da değindiğim “Nebî’nin tanımı” konusunda Bayındır kendi yazısının 1 no’lu dipnotunda, ilgili kaynaklardan aktardığım tanıma yakın bir tanım zikrediyor. Nebî kelimesinin haber/vahiy alan, haber veren ve Allah indinde yüksek makâm sahibi olan anlamlarına geldiğini kendisi de söylüyor lakin bir Nebî’de bulunan bu 3 hususîyetten sadece iki tanesini esas alıp bir tanesini ise kabul etmiyor; “Bizce doğru olan şudur; Nebî haber alan demektir aynı zamanda Allah indinde yüksek makâm sahibi demektir. Nebî haber veren demek değildir.” diyor ve bunu söylerken neye dayandığı ise meçhul. Çünkü Nebîlerin bu vasfını kabul ederse kendi retoriği çökecek. Bayındır’ın, Nebî’nin tanımı/vasıfları hakkında işine yarayan anlamlarla istidlâl edip, işini bozan anlamlarını reddetmesi elbette bir alicengizdir ve bu yaklaşımının/tercihinin hiçbir ilmî, aklî ve naklî delili yoktur. Zirâ, gelmiş geçmiş bütün ulemanın Kur’ân’a, Sünnete ve Gramer kurallarına göre ortaya koyduğu ittifaklı tanımları görmezden gelip, reddedip, kendi şahsî “bence”lerinin, “bana göre”lerinin devreye girdiği noktada, ortaya koyulan iddialar “Bayındır’ın mesnedsiz şazz görüşleri” olmaktan ileri gitmez.

Yazısının devamında; yaklaşık 124bin kadar Nebînin her birine kitab, hüküm ve şeriat verildiği iddiasını desteklemek sadedinde Bakarâ/213 ayetini zikrediyor, aslında bu ayetin kendi iddiasını nakzettiğinin pek te farkında olmayarak.
Kendi meallendirmesi ile ayet şöyle;
“İnsanlar tek bir topluluktu. Sonra Allah onlara, müjde veren ve uyarıda bulunan nebiler gönderdi. Onlarla birlikte doğruları gösteren kitap da indirdi ki ayrılığa düştükleri konularda insanlar arasında hüküm versin. Onda ayrılığa düşenler kendilerine Kitap verilenlerden başkası olmadı. O açık belgeler geldikten sonra birbirlerinin haklarına göz diktikleri için böyle oldu. Sonra Allah inanmış olanları, anlaşamadıkları konuda, kendi izniyle doğruya ulaştırdı. Allah, gerekli gayreti göstereni doğruya yöneltir.” (Bakarâ/213)

Nebîlerin Hepsine Kitap Ve Şeriât İnmiş midir?

Bayındır’ın buraya kadar zikrettiği ayetlere daha yakında bakalım;

İnceleyin:  Neoliberal Islamcılık-1

En’âm/89 ayetine göre tüm Nebîlere ayrı ayrı Kitab, Hüküm ve Şeriat verildiğini zikretmeden önce atıf yaptığı merfû hadîs’te geçen 124bin Nebî’nin, bu ayette ismi zikredilen 18 Nebî’nin ya babalarından, ya kardeşlerinden ya da soylarından geldiğini söylemişti, yani aynı zaman diliminde birden fazla Nebî’nin yaşadığını söylüyor, evet bu doğrudur ve bunu bildiren başka ayetler de vardır. Bayındır’a göre, aynı topluluğa gönderilmiş birden fazla Nebî’ye ayrı ayrı Kitab, Hüküm ve Şeriat verilmiştir. Ve yine Bayındır’ın her Nebî’nin aynı zamanda bir Resûl olduğu görüşünü de dikkate aldığımızda ortaya şöyle bir manzara çıkıyor; Bir topluluğa birden fazla gönderilen Nebî/Resûl var ve bunların her birinin ayrı ayrı Kitab’ı, hükmü ve şeriati var.

Şimdi;

Söz konusu topluluğa gönderilen birden fazla Nebînin/Resûlün tebliğ ettiği Kitab, Hüküm ve Şeriat birbirinden farklı mıdır, aynı mıdır?

Eğer farklı ise, bu topluluk bu farklı Kitab ve Şeriatlerden hangisine uyacak ? Bu abesle iştigal bir durum değil midir? Allah Teâlâ, belli bir topluluğa –az ya da çok- birbirinden farklı Kitab ve Şeriat gönderir mi?

Eğer Söz konusu topluluğa gönderilen birden fazla Nebînin/Resûlün tebliğ ettiği Kitab, Hüküm ve Şeriat  birebir aynı ise, birbirinin aynısı olan birden fazla Kitab ve Şeriatin her Nebî’ye ayrı ayrı inmesinin hikmeti ne ola ki? Eğer –az ya da çok- hiçbir fark yok ise, bu abesle iştigal değil midir?

Ya da; Aynı topluluğa gönderilen birden fazla Nebînin/Resûlün tebliğ ettiği Kitab, Hüküm ve Şeriat tıpatıp aynı ise, Meselâ Hz. Mûsâ (a.s.)’a inen Kitab, Hüküm ve Şeriat aynıyla Mûsâ (a.s.)’ın yanındaki ya da ondan sonra gelen Nebîler için de geçerli ve bağlayıcı ise, bu diğer Nebîlere aslında bir Kitab, Hüküm ve Şeriat inmediğinin, Mûsâ (a.s.)’a inen Kitab’ı, Hükmü ve Şeriati tebliğ ettiklerinin açık bir delili, göstergesi değil midir? Mâide/44 ayetinde bahsedilen husus nedir?

Aslında -bir Osmanlı deyimi olarak- “lafın tamamı zor anlayana söylenir”, lâkin sözümüz/merâmımız iyice anlaşılsın için bu hususu bu kadar uzatmış olsak ta, yazımızın en başında zikrettiğimiz ve bu yazının serlevhâsı niteliğindeki “Muhakkak Tevrat’ı biz indirdik ki onda bir hidayet ve nur vardır. Teslim olmuş NEBÎLER yahudilere onunla hükmederdi.”(Mâide/44) ayeti bile tek başına merâmımızı kısa ve net olarak anlatmakta ve Bayındır’ın ve Bayraktar’ın “Her nebî’ye kitap inmiştir” şeklindeki –bir bakıma Gayr-ı metlûv vahyi inkâr edebilmeye zemin teşkil eden- bu iddiasını açıkça çürütmektedir. Apaçık ve anlaşılır olan Kur’ân’ın bu ayetinde, açık ve net bir şekilde Mûsâ a.s.’dan sonra (İsa a.s.’ın gönderilişine kadar) gelen tüm Nebîlerin Tevrat ile Yahudilere hükmettiği anlaşılmaktadır.

Mâide/44 ayeti, tüm Nebîlere müstakil bir Kitab ve şeriat verildiği iddiasının bâtıllığını apaçık ortaya koyduğu gibi, Bayındır’ın (ve Bayraktar’ın) bir başka ve temel iddiası olan “Nebîlere itaat yoktur, çünkü Nebîler vahyi tebliğ etmezler, vahiy ile hüküm vermezler” iddiasını “Nebîler Yahudilere Tevrat ile hükmederdi” lafzıyla, açık ve net bir şekilde çürütmektedir.

Yine Bayındır’ın –kendi meallendirdiği- Bakarâ/213 ayetinde gözden kaçırdığı (ya da görmezden geldiği) “Onda ayrılığa düşenler, kendilerine Kitab verilenlerden başkası olmadı”cümlesinde bildirilen “ayrılığa düşenler”kimlerdir? Ayetin devamında bildirilen “Nebîler” mi yoksa kendisine Kitab verilen ve Nebîler gönderilen topluluk mu? Bu ayette kasdedilen “Ayrılığa düşenler” Nebîler ise, Bayındır dolaylı olarak bu Nebîlerin kitab konusunda ayrılığa düştüğünü, dalâlete düştüğünü söylemiş oluyor (haşâ).

Eğer “Kitab’ta ayrılığa düşenler” cümlesinde kasdedilen, kendisine Kitab verilen ve Nebîler gönderilen topluluk ise, o halde Kur’ân’da birçok yerde geçen “Kendilerine Kitab verilenler”cümlesinden “Her Nebî’ye Kitab verilmiştir.”anlamı/yorumu çıkarılamaz. “Kendilerine Kitab verilenler” sözünün, Nebîler ve Resûller bağlamında hususî bir anlam taşımadığı, çünkü ayette “Ayrılığa düşenler” olarak tanımlanan Yahudilerin de her birine ayrı ayrı Kitab verilmediği, bu ayetten maksadın “hususî kitab inmesi” değil, “bağlayıcılık” olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Tıpkı Müslümanlara Kur’ân’ın verilmiş, inmiş olması gibi, zirâ “Hz. Peygamber ile beraber tüm insanlığa Kitâb verilmiştir, inmiştir.” cümlesinden her bir insana ayrı ayrı hususî bir kitab indiği görüşünü çıkarmanın abesle iştigâl olacağı gibi.

Bayındır’ın yazısındaki tek müşkîl bunlar değil elbette. Bayındır’ın eşsiz bir “şehvetü’z-zühûr” ile, Kur’ân’ın üslûb, gramer, i’câz, belâğat gibi hususiyetlerine dikkat etmeden, Kur’ân ilimlerinin hiçbirini dikkate almadan ve hatta Kur’ân bütünlüğünü de gözardı ederek ayetler üzerinde keyfe keder imâl-i fikr etmeye, ayetlere anlam sipariş etmeye, yorum giydirmeye kalkışmasının kaçınılmaz sonucu olan birçok müşkîl’e örnek teşkil eden diğer söylemlerine değinmeye devam edelim;

Resûllük , Risâlet Kıyamete Kadar Devam Edecek mi?

Bayındır yazısının devamında; Allah Teâlâ’nın, nübüvvet makamına ulaştırdığı kişiler dışında başka hiçkimse için “Nebî” kelimesini kullanmadığını, buna rağmen “Resûl” kelimesini vahiy alan Nebîler ve Risâlet verdiği insanlar dışında, başka insanlar için de kullandığını söylüyor ve buna dayanarak -muhtemelen Bahâî’lerden ya da Resûl olduğunu iddia eden Reşad Halîfe namzât şahıstan aşırdığını düşündüğüm- “Her Resûl’ün Nebî olmadığı, Risâlet’in devam ettiği, Kur’ân ayetlerini olduğu gibi insanlara okuyan herkesin Allah Resûlü sayılması gerektiği” görüşünü ortaya atıyor.  Evet; Allah Teâlâ Kur’ân’da, Risâlet ve Nübüvvet vermediği normal sıradan insanlar için de yer yer “Resûl” kelimesiyle hitab etmiştir, bu doğrudur. Yanlış olan; Bayındır’ın bu doğru tesbitlere yüklediği hatalı, problemli  anlamları, “Resûllük kıyamete kadar devam edecektir”şeklindeki arızalı görüşüne refere etmeye çalışmasıdır. Belli ki, Kur’ân’ın doğru anlaşılması, Murâd-ı İlâhî’nin doğru tesbit edilmesi konusunda en önemli etkenlerden birisi olan ve Kur’ân İlimlerinde “el-Vücûh v’en-Nezâir” olarak bilinen ıstılâh ilminden Bayındır’ın haberi yok. Arapça’da, Türkçe’de ve birçok dilde olduğu gibi Kur’ân’da da eşsesli ve eşanlamlı kelimeler vardır, müşterek lafızlar vardır. Arapçada ve özellikle Kur’ân’da birçok anlamda kullanılan aynı lafızlı/müşterek fakat çok anlamlı lafızlara, yani farklı anlamlarda kullanılan fakat lafzı aynı olan kelimelere “Vücûh” denilir.

Lafzı farklı fakat anlamı/murâdı aynı olan kelimelereise “Nezâir” denilir. “Salât”kelimesinin Kuran’da beş vakit namaz (Bakara, 2/3), ikindi namazı (Maide, 5/106), Cuma namazı (Cuma, 62/9), cenaze namazı (Tevbe, 9/84), dua (Tevbe, 9/103), din (Hûd, 11/87), kıraat (İsra, 17/110), rahmet ve istiğfar (Ahzab, 33/56), namaz kılınacak yer (Hac, 22/40) anlamlarında kullanılması “vücuh”a bir örnektir. Sakar, nar, hutame, cahim, haviye, sair kelimelerinin ise cehennemi ifade etmek için kullanılması ise “nezâir”e bir örnektir. “Resûl” kelimesi de kullanıldığı cümleye, bağlama, zamîr’e göre değişen “vücûh” bir kelimedir. Kendisine Nübüvvet ve Risâlet verilen Peygamberlerden bahsedilen ayetlerde farklı anlamda, Mısır Kralının Yusuf a.s.’a gönderdiği habercilerden veya Belkıs’ın Süleyman a.s.’a gönderdiği habercilerden bahseden ayetlerde ise farklı anlamda kullanılmıştır. Bayındır ise bu açık ve basit farkı ya anlamayarak ya da görmezden gelerek, kendisine risâlet makâmından pay devşirmek maksadıyla ayetleri çarpıtmaktadır. Fakat Bayındır’ın (ve Bayraktar’ın) ve Resûllük iddia eden her şahsın Risâlet’ten pay devşirme girişimlerine karşı Allah Teâlâ  “Biz senden önce gönderdiğimiz her Resûle, Allah’tan başka ilah yoktur, sadece bana ibadet edin, diye vahyettik”(Enbiyâ/25) buyurarak, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’den önce gönderilen tüm Resûllere vahyettiğini, yani Risâlet’in ancak ve ancak Allah’ın vahyetmesi ile mümkün olduğunu apaçık ve anlaşılır şekilde bildirmiştir. Bu ayet Resûllerin Nebîler arasında seçildiğinin de bir delilidir.

Bayındır’ın (ve diğer ismi geçen zevâtın) tutulduğu bu “hızlan” durumu, belki de kendisine(kendilerine) bile itiraf edemediği; “Dinde Peygamber konumuna sahip olma” egosunun baskısıyla ortaya çıkan bir “farklılık fetişizmi” değilse, başka ne ola ki? Cehâlet mi ?

2.

İsmâil Âleyhisselâm’a Müstakil Bir Kitap ve Şeriât Verilmiş midir?

Bayındır yazısında, bu meselenin devamında şöyle diyor;

“Bu âyetler, her resulün nebî olmadığını, açıkça göstermektedir. Ama eski âlimlerin çoğuna göre kendine kitap indirilen ve ayrı bir şeriatı olana resul, bir resulün kitabı ve şeriatı ile amel edene de nebî denir. Onlara göre İsmail aleyhisselama verilmiş kitap ve şeriat yoktur; öyleyse o, resul değil, nebîdir. Ama şu âyete göre o, hem nebî hem de resuldür.” diyerek  “Bu kitapta İsmail’i de an, o verdiği sözde durmuştu; nebî olan resul idi.” (Meryem/54) ayetini örnek gösteriyor.

Yeri gelmişken, Ulemâ’nın bu ayrımını kabul etmek istemeyenlerin sıklıkla dillendirdikleri İsmail a.s.’a müstakil bir Kitap ve Şeriât verilmedi ise neden Resûl olarak zikredildiği meselesini de aydınlatayım;

Ehl-i Sünnet Ulemâ’nın “kendisine müstakil bir kitap indirilen ve ayrı/müstakil bir şeriatı olana Resûl, kendisine müstakil bir kitab ve şeriat verilmeyip bir Resûlün kitabı ve şeriatı ile amel edene de Nebî denir.”şeklindeki tasnifine uymayan, Meryem/54 ayeti dışında hiçbir ayet yoktur. Bu ayette zikredilen husus ise, İsmail a.s.’ın Hicâz yarımadasındaki “cürhümîler”(15) denilen kavme, bu kavim için yeni bir şeriat olan İbrahim a.s.’ın şeriatini getirmiştir. Dolayısıyla o kavim bakımından İsmail a.s. bir Resûldür. Fakat Cürhümîlerin ilk kez muhatap olduğu bu Kitab ve Şeriat, İbrâhim a.s.’a gelen/inen Kitab ve Şeriattir.

Nebî ile Resûl Arasında Fark Var mıdır?

Bayındır yazısının devamında; “Nebîlik unvandır; onlar 24 saat nebîdirler; ama 24 saat resul değillerdir. Âyetleri tebliğ ederken Allah ne indirmişse onu tebliğ eder, bir hata yapmazlar. Ama onlardan hüküm çıkarırken ve uygularken hata edebilirler. Çünkü uygulama, tebliğden farklıdır. Onların hatalarını bildiren âyetlerde resul kelimesi kullanılmaz.”diyor ve bu iddiasını delillendirmek için örnek olarak Bedir esirleri ile ilgili olan Enfâl/67-68 (16) ayetini ve “Ey Nebî! Allah’ın özel olarak sana helal kıldığını, neden kendine haram kılıyorsun? Eşlerinin gönlünü etmeye çalışıyorsun. Neyse ki Allah bağışlar, ikramı boldur.” (Tahrim/1)ayetini zikrediyor.

Bayındır, kıymeti kendinden menkûl bu acâib tesbitlerinde “Ama onlardan hüküm çıkarırken ve uygularken hata edebilirler” cümlesiyle aslında dolaylı olarak şunu ifade etmeye çalışıyor; “Hz. Peygamber(s.a.v.) Resûl vasfıyla ayetleri tebliğ ederken hiçbir şekilde hata yapmamış çünkü korunmuştur. Lâkin o ayetlerden hüküm çıkarırken ve uygularken hata yapmış olabilir ve bu hatalı hükümleri ve uygulamaları günümüze kadar ulaşmış olabilir.”

Çünkü Bayındır, örnek verdiği bu iki ayette Hz. Peygamber (s.a.v.)’den “Nebî” hitâbıyla bahsedilmek suretiyle uyarıldığı veya düzeltildiği hakikatinin, aslındaNebî’nin de –hatadan önce veya sonra- bir şekilde hata yapmaktan korunduğuanlamına geldiğini idrâk edebilecek basîrete sahip olmadığını, bu acâib tesbitiyle ortaya koyuyor.

Bayındır’ın iddiasının aksine, Nebî ile Resûl arasında vazife bakımından ve dolaylı olarak kendilerine itaat bakımından bir fark olmadığını ortaya koyan “İnsanlar tek bir ümmetti. Sonra Allah müjdeci ve uyarıcı olarak Nebîler gönderdi.” (Bakarâ/213) ve Hz. Peygamber(s.a.v.)’e hitâben “Ey Nebî, Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik”(Ahzâb/45)  ayeti ve yine “Müjdeci ve uyarıcı olarak Resûller gönderdik.” (Nîsâ/165) ayeti, Kur’ân’ın bütünlüğü açısında değerlendirildiğinde, ayetler arasındaki açık ve net münasebet te göz önüne alındığında, bu ayetler Resûl’e itaat ile Nebî’ye itaat’in birbirinden farkı olmadığını ortaya koymaktadır.

Ayrıca yine; “Ellezîne yettebiûner resûlen nebiyyel ummiyyellezî…” şeklinde başlayıp devam eden Â’raf sûresinin 157. Ve 158. ayetlerinde  Resûl ve Nebî kelimelerinin arada atıf harfi bulunmadan bir arada zikredilmeleri yani müterâdif kullanılmaları, itaat ve bağlayıcılık açısından aralarında bir fark olmadığını ortaya koymaktadır.

Yine Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ; “Ey iman edenler! Allah’ın ve Resûl’ünün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir”(17) diyerek Allah’a ve Resûlüne isyanı nehyettikten sonra “Ey iman edenler! Seslerinizi Nebî’nin sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Nebî’ye yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir. Allah’ın Resûlünün huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah’ın kalplerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır”(18) buyurarak Nebî’nin sözünü dinlememenin cezasının ne kadar ağır olduğunu haber vermiştir. Nitekim nasıl Resûl’e imanla mükellef isek, Nebîye iman etmekle de mükellefiz.

İnceleyin:  O nur (a.s.m) olmazsa herşey hiçe iner

Bakarâ/177 ayetinde geçen “…men âmene billâhi vel yevmil âhırı vel melâiketi vel kitâbi ven nebiyyîn(nebiyyîne)” lafzından bildirilen Nebîlere İman, onların varlığına ve Nebî olduklarına iman etmekten ziyâde Nebîlere inanmayı yani itaati vurgulayan bir uyarıdır. Resûle veya nebîye iman, onların Allah’tan getirdiği mesaj veya Allah adına verdiği hüküm hakkında onlara güvenmeyi ve teslim olmayı gerektirir.

Bir tarafta “Uyarıcı olarak sizlere Nebîler gönderdik”“Ey Nebî, Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik” buyuran Allah Teâlâ (c.c.) var, diğer tarafta ise “Uyarıcı olarak gönderilmiş olan Nebîlere itaat yoktur”diyerek Allah’ın emirlerini ve yasaklarını, şeriati uygulamak ve insanları uyarmak ile vazifeli olan Nebîlere isyanı câiz gören arızalarla mâlul bir anlayış ortaya koyan Bayındır (ve Bayraktar) var.  İnsan aklının korunmuş ve mâsum olmadığının, tek başına ölçü alındığında her daim doğru kararlar veremeyeceğinin en güzel örneği olsa gerek Bayındır’ın (ve Bayraktar’ın) bu ahvâli…

Tahrîm/1 ayeti ile ilgili hususa da değinmek gerekirse;Bayındır’ın Tahrim/1 ayetinden anladıklarına yaslanarak iddia ettiği gibi;Hz. Peygamber (s.a.v.) Nebî olarak Allah’ın helâl kıldığı birşeyi haram mı kılmıştır (hâşâ) ?

Allah Teâlâ (c.c.)’nın helal kıldığı herhangi birşeyi haram kılanın (ya da haram kıldığı birşeyi helal kılanın) kâfir olacağı, dinden çıkacağı, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Nebî olarak böyle bir hata yapmış olabileceğini (hâşâ) imâ bile etmenin nasıl bir cinâyet olduğu hakikatini gözden kaçıran Bayındır’ın, bu iddiasıyla ya da imâsıyla büyük bir cehâlet örneği ortaya koyuyor oluşunu bir kenara bırakırsak, bu ayetteki durumun Din ile, Şeriat ile, hüküm koyma ile bir alakası yoktur. Bu ayette kasdedilen, vurgulanmak istenen husus; Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in helal olduğuna i’tikâd ederek bal yemekten kendi adına imtina etmesinden ibarettir.

Bebek iken Mûsa (a.s.)’a sütanaların sütünün haram kılınması gibi “bir şeyi elde etmekten imtina etmeyi” ifade etmektedir. Şer’î bir haram kılma olmadığı gibi zelleden kaynaklanan bir kınama ve nehyetme değildir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), helali haram kılmaya i’tikâd etmediği gibi, ümmete de helal olan bir şeyi haram kılmamıştır. Birilerini memnun etmek için helal olan bir şeyden imtina etmek normalde bizim hakkımızda kınanmayacak bir durum iken, Peygamber misyonu taşıyan Nebîde Ğayri metluv bir vahiy zannedilme ihtimalinden dolayı uyarılarak Kur’ân’da özellikle zikredilmiştir.  Ayrıca yanlış anlaşılma ihtimali olan bize nazaran küçük meselelerde bile Nebînin uyarılması, Nebînin de korunduğuna işarettir. Risâlet yönüyle hata yapmadan önce korunmak söz konusu iken, nübüvvet yönüyle hata yaptıktan veya unuttuktan sonra düzeltilerek korunmak söz konusudur. Bu nedenle Üsve-i Hasene özelliği muhafaza edilmiştir. Bu ayette vurgulanan bu önemli husus es geçilerek, “Bakın bu ayette Nebî helâl olan birşeyi haram kılmıştır ve bu hatasından dolayı uyarılmıştır. O halde Nebîlerin helâl-haram koyma yetkisi yoktur, Nebîlere itaat te yoktur.” gibi Nebîye de “helâli haram kılma” nisbet edilmek suretiyle Peygamberimize (s.a.v.) dolaylı yoldan küfür isnâd etmek, böyle arızalı bir yorum/anlam çıkarmak en hafif tabiriyle ahireti hebâ edecek bir akıl tutulmasıdır.

Vahiy Almayan Resûl Var mıdır?

Bayındır yine, bu iddiasına meşruiyet devşirmek için “Vahiy almadığı halde, sadece Nebî’ye inmiş ayetleri tebliğ eden Resûller de vardır. Bu önemli bir husustur” diyerek, “Nuh’un halkı resullerini (ayetin orijinal lafzında ‘resûlleri’ olarak geçmektedir)  yalancılıkla suçlamıştı”. şeklinde meallendirdiği(Şuarâ/105) ayeti ve “Ad halkı da resullerini (ayetin orijinal lafzında ‘resûlleri’ olarak geçmektedir) yalancı yerine koydu”. şeklinde meallendirdiği(Şuarâ/123) ayeti zikredip, bu ayetlerden çıkardığı manaya şöyle bir yorum getiriyor; “Nuh’un kavmine nebî resul olarak sadece Nuh aleyhisselam, Ad kavmine de Hud aleyhisselam gönderilmişti. Yalanlanan diğer resûller, o iki nebîye inen âyetleri tebliğ edenlerden başkaları değildir.”

Bayındır, bu ayetlerden bu anlamı çıkarmayı nasıl başardı merak ediyorum açıkçası. Ayetlerde geçen “mürselîn” kelimesini “Resûlleri” yerine “Resûllerini” şeklinde meallendirerek ayetlere anlam sipariş etmesi apaçık bir alicengizdir. Bu ayetlerde geçen “el-Mürselîn” kelimesinde mecâz-ı Mürsel olduğu apaçık bellidir. Zirâ cins nev’inden “el-Mürselîn” kelimesi kullanılarak Nuh a.s. kasdedilmiştir. Yani yalanladıkları kişi Nuh a.s.’dır fakat inkâr ettikleri Nübüvvet ve Risâlet makâmıdır. Çünkü birçok müfessir, bu ayet ile ilgili bazı rivâyetlere göre Nuh a.s.’ın kavminin zındıklardan ya da brahmanlardan olduklarını zikretmiştir.  Bu kelimenin kullanılmasının sebeb-i hikmeti Nuh a.s.’a tâzim olması ve bir peygamberi yalanlayan kimsenin bütün peygamberleri yalanlamış olduğunu bildiren Fatır/4ayetine ve Âl-i İmrân/184 ayetine atıfta bulunmak içindir. Nuh a.s.’ın kavmi hem Nübüvvet hususunda, hem de kendilerine kendisinden sonra Resûllerin geleceğine dair vermiş olduğu haberler hususunda Nuh (a.s)’ı yalanladılar. Nitekim bu ayetlerde kasdedilenin bu anlam olduğuna dair bütün müfessirler ittifâk halindedirler.

Şuarâ sûresinin devam eden ayetlerinden 117. Ayette Nuh a.s. “Rabbim, kavmim beni yalanladı” dediği bildirilmektedir. Eğer Bayındır’ın kasdettiği anlam doğru olsaydı 117. Ayette Nuh a.s.’ın “Rabbim, kavmim kendisine gönderilen resûlleri yalanladı”demesi gerekirdi.

Bayındır, Kur’ân’da çoğul eki gördüğü her kelimede birden fazla kişi kasdedildiğini düşünüp “Nuh’un halkı resulleri yalanladı”ayetinde “resulleri” kelimesi geçiyor diye “ o halde Nuh (a.s.)’ın kavmine Nuh (a.s.) dışında başka resuller de gönderilmiş olmalı” mantığını yürütebiliyorsa; “Size şunlarla evlenmek haram kılındı; analarınız, kızlarınız, halalarınız…”lafzıyla devam eden Nisâ/23 ayetinde geçen “ummehâtukum/analarınız”kelimesinde kişinin birden fazla annesi olabileceğinin kasdedildiğini ya da mü’minlerin bazı vafıslarından bahsedenRa’d/21 ve Nahl/50  ayetinde “yahşevne rabbehum/rablerinden korkarlar”kelimesinde çoğul eki kullanıldığına göre birden fazla rab kasdedildiğini (hâşâ) düşünüyor olabilir Allahu âlem…

Tüm ayetleri lafızları üzerinden anlama hastalığına tutulmuş ve her kelimeyi lügat anlamı üzerinde değerlendirerek sürekli“Resûl, sözlük anlamı ile elçi yani mesaj/vahiy ileten demektir, Resûle itaat te o’nun getirdiği mesaja/vahye itaattir” diyerek, bu anlam üzerine elinden geldiğince abanarak Allah Resûlü’nü aradan çıkarmaya azm-u cezmû kasd eylemiş olan Bayındır (ve Bayraktar)“Muhammed, içinizden her hangi bir erkeğin babası değildir, ama Allah’ın elçisi ve nebîlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilir”.(Ahzab/40) ayetine göre Hz. Muhammed (s.a.v.)’den sonra nebî gelmeyecektir ama Resûl gelecektir, gelmek zorundadır” diyor.

Kur’ân’da geçen her ayeti lafız üzerinden anlamayı ve  Kur’ân’da geçen her kelimeyi de lügat anlamı üzerinden değerlendirmeyi bir metod edinen bu zevâta soralım o vakit;

Hindistan’da ortaya çıkan meşhur “Kadıyânîlik” akımının kurucusu olarak bilinen Mirza Gulam Ahmed Kadıyânî, 1902 yılında vahiy aldığını ilan edip bir Nebî ve Resûl olduğunu iddia etmiştir (bu konudaki itirazlara karşı da 1902 yılında “Tuhfetü’n-nedve” ve 1907 yılında “Hakîkatü’l-vahy” adıyla iki eser telif etmiştir).

Gulam Ahmed ve Kadıyânîler, Türkçe olarak neşredilmiş bir meallerinde Ahzâb/40 ayetinde geçen “Hâteme’n-Nebiyyîn” kelimesini ise –tıpkı Bayındır’ın ve Bayraktar’ın lafızları anlama/yorumlama ameliyesine paralel bir benzerlikle- lügat anlamı üzerinden meallendirerek yorumlamışlar ve ayeti şöyle meallendirmişlerdir;

“Muhammed, sizler gibi erkeklerin hiçbirinin babası değildir. Ancak o, Allahın Resûlüdür, hatta daha da üstündür. Yani o, Peygamberlerin mührüdür. Allah herşeyi çok iyi bilendir.”(Ahzâb/40)

Kadıyânîler, meallerinde bu ayete şöyle bir not düşmüşler;

“Bazı ulemâ ‘hâtemen nebiyyîn’ kelimelerini ‘Peygamberlerin sonuncusu’ olarak tercüme ederler. Aslında ‘hâtem’ kelimesi Arapçada ‘mühür’ anlamına gelmektedir. Mühür ise ancak tasdik etmek, onaylamak için kullanılır. Yani Hz. Resûlullâh (s.a.v.)’in mührü yani tasdiki olmadan hiçkimse peygamberlik mertebesine ulaşamaz. Bu ayetteki ‘hâtemen nebiyyîn’ sözü bu anlama gelmektedir. Bir diğer anlamına göre ise ‘hâtemen nebiyyin’ Peygamberlerin en üstünü ve en iyisi demektir. ‘hâtem’ kelimesinin bir diğer anlamı da bir süs eşyası olan ‘yüzük’tür. Bu anlama göre ise ‘hâtemen nebiyyin’ sözü ‘Bütün Peygamberlerin süsü’ ya da ‘Bütün peygamberlere süs veren’ demektir.” (19)

Şimdi;

Eğer Bayındır’ın (ve Bayraktar’ın) kendilerine aslî bir metod edindikleri“Kur’ân’daki kelimeleri, lafız ve lügat manası üzerinden anlama” ameliyesi ile ortaya koydukları bâtıl ve mesnedsiz bir te’vil olan “Ayette Nebîlerin sonuncusu diyor, Resûllerin sonuncusu demiyor, o halde Kur’ân’ı tebliğ eden herkes bir Resûldür. Ben de bir Resûlüm” iddiasına göre,  Kadiyânîlerin bu yorumunu değerlendirirsek, Bayındır’a (ve Bayraktar’a) göre bu lügâvî te’vil/yorum da tamamen doğru olmak zorundadır.

Şimdi Bayındır’a (ve Bayraktar’a) soralım; Kadıyânîlerin lügat üzerinden bakıldığında –doğru şekilde- ortaya koydukları “Nübüvvet devam etmektedir” şeklindeki bu yorumu/te’vili sadece Kur’ân’a dayanarak kat’î bir şekilde çürütebilir misiniz? “Çürütebiliriz” derseniz, buyrun meydan sizin…

Ezcümle;

“Nebî’ye itaat yoktur. Res’ûl’e itaat te O’nun tebliğ ettiği ayetlere itaattir. Dolayısıyla Kur’ân ayetlerine itaat’tir. Resûl’ün bizâtihi kendisine, açıklamalarına, beyânına, örnekliğine, tefsirine, Sünnete itaat yoktur” diyerek, Peygamberi (s.a.v.), Sünneti, Sahabeyi, Ulemayı, Usûl ilimlerini tamamen devre dışı bırakıp Dini sadece Kur’ân’ın salt metnine indirgeyerek, daha sonra da o metni şahsî, sübjektif, indî, metodsuz, usulsüz bir okuma/anlama faaliyetine tâbî tuttuğunuzda, Allah’ın Kur’ân’da ne demek istediği yani murâdullah doğru bir şekilde tesbit edilemez.

Ve tabii ki böyle bir ameliyenin sonucunda, Yahudilerin ve hıristiyanların kutsal kitapları ellerinde iken o kutsal kitapları şahsî yorum ve te’villerle tahrif ederek sapıtmaları tecrübesinin tekerrürü kaçınılmaz olacaktır.

Bunca sene delalet mebhasleri ile haşır-neşir olmuş olması gereken birisi, böyle “küllî” bir meseleyi hiçbir usûl zeminine oturtmadan, kat’i aklî ve naklî delillere dayandırmadan, bilhassa ilgili naklî delillerin tamamını bahse konu etmeden sadece bir-iki kelimenin zahir anlamı üzerine bina etmekte hiçbir sakınca görmüyorsa hem ortaya koyduğu bu arızalı nübüvvet ve risâlet anlayışı hem de bu arızalı anlayışın semeresi olarak Efendimiz (s.a.v.)’e itaatin, ittibânın ve iman etmenin herhangi bir pratik neticesi ve mantıklı bir anlamı olmaması sebebiyle bu arızanın bir sonraki durağının arızalı bir “ilâh tasavvuru” olması sonucu, hem kendisi için hem de takipçileri bakımından son derece ciddî sıkıntıların ortaya çıkması tabiî bir durum olacaktır.

Yazımın bundan sonraki bölümlerinde; Zeki Bayraktar’ın konu ile ilgili görüş ve iddialarına, hem konu hakkında te’lif ettiği kitabı, hem de konu hakkındaki konuşmalarının, açıklamalarının yer aldığı videoları baz alarak değineceğim inşallah.

Şükrü Yaşar

Aldığım yer:

http://sukruyasar.com/problemli-bir-nebi-resul-anlayisi-nebiye-itaat-yok-mudur-1/

Dipnotlar

1- http://www.suleymaniyevakfi.org/kutsanan-gelenek-ve-kuran/kurana-ve-gelenege-gore-nebi-ve-resul.html

2- Râğıb el-İsfahânî, el-Müfredât fî garîbi‟l-Kur‟ân, s. 503; Muhammed b. Manzûr, Lisânü‟l-„Arab, I, 161.

3- İsmâil b. Hammâd el-Cevherî, es-Sıhâh: Tâcü‟l-luga ve Sıhâhu‟l-„Arabiyye, VI, 2500; Muhammed Murtazâ ez-Zebîdî, Tâcü‟l-„Arûs min Cevâhiri‟l-Kâmûs, I, 122–123.

4- Râğıb el-İsfahânî, a.g.e., s. 503, 504; Cevherî, a.g.e., VI, 2500.

5- Cevherî, a.g.e., VI, 2500; İbn Manzûr, a.g.e., I, 161-162; Muhammed Ali b. Ali et-Tehânevî, el-Keşşâfü ıstılâhâti‟l-fünûn, IV, 165; Zebîdî, a.g.e., X, 354-355.

6- Râğıb el-İsfahânî, a.g.e., s. 504; Adudüddin el-Îcî, el-Mevâfık fî „ilmi‟l-Kelâm, 337; Zebîdî, a.g.e., I, 122.

7- Cevherî, a.g.e., I, 74; Râğıb el-İsfahânî, a.g.e., 503 vd.; İbn Manzûr, a.g.e., I, 162-163.

8- Bağdâdî, Usûlü‟d-dîn, s. 153-154; Adudüddin el-Îcî, a.g.e., s. 337; Teftâzânî, Şerhu‟l-Makâsıd, V, 5; Zebîdî, a.g.e., X, 354-355.

9- Meryem 19/17.

10- Ebû Bekr b. Muhammed İbn Fûrek, Mücerredü Makâlâti‟ş-Şeyh Ebi‟l-Hasan el-Eş‟arî, s. 174; Seyfeddin el-Âmidî, Ebkârü‟l-efkâr fî usûli‟d-dîn, IV, 8-9; İbn Manzûr, a.g.e., I, 162 vd.

11- Râğıb el-İsfahânî, a.g.e., s. 504; Zebîdî, a.g.e., I, 122 vd.

12- Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 328.

13- Âmidî, a.g.e., IV, 13; Teftâzânî, a.g.e., V, 5; Tehânevî, a.g.e., IV, 165.

14- Mâtürîdî, Te‟vîlâtü Ehli‟s-sünne, II, 295; III, 269.

15- Cürhümîler için bknz;http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=080138

16- Enfâl / 67, 68; “Savaş alanında  düşmanı etkisiz hale getirinceye kadar hiçbir nebinin esir alma hakkı yoktur . Siz, dünya malını (hemen elde edeceğinizi) istiyorsunuz. Allah ise Ahireti (sonrasını) istiyor. Üstün olan ve doğru kararlar veren Allah’tır. (Rumların yenildiği gün Allah’ın yardımıyla sevineceğinizi)  Allah önceden yazmasaydı, aldığınız esirlerden dolayı başınıza büyük bir felaketin gelmesi kaçınılmazdı”.

17- Hucûrat / 1.

18- Hucûrat / 2.

19- Kadiyânîlerin Ahzâb/40 ayeti hakkındaki yorumları/te’villeri, Ebubekir Sifil Hoca’nın ilgili bir konuşmasından iktibastır.

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir