Ehl-i Beyt’e Bakış Açımız-3

İkinci Mesele: Şiîlere Göre Ehl-i Beyt

Şiîler Ehl-i Beyt’i sadece Hazret-i Fâtıma ve on iki imama hasretmişlerdir. Şiî âlimlerin ortaya koymuş olduğu bir çalışma olan el-Mevsûʻatu’l-Arabiyyetu’l-Muyessere’de (1/630) şunlar geçmektedir: “Alevîler (Şiîler) Ehl-i Beyt’in mânâsını şu şekilde açıklarlar: Ehl-i Beyt Hazret-i Ali, Hazret-i Fâtıma, onların neslinden gelen Hazret-i Hasan, Hazret-i Hüseyin, Ali b. Hüseyin, Muhammed b. Ali, Câfer b. Muhammed, Musa b. Câfer, Ali b. Musa, Muhammed b. Ali, Ali b. Muhammed, Hasan b. Ali ve Muhammed b. Hasan el-Mehdî’dir. İşte bunlar Hazret-i Peygamber’den sonraki önderler ve Allah Teâlâ’nın kendilerine itaat edilmesini emrettiği ulu’l-emirdir (hüküm sahipleridir). İnsanlara şâhit tutulacaklar onlardır. Onlar Allah’a ulaştıran kapılar ve O’na götüren rehberlerdir. Allah’ın ilminin kapıcıları, vahyinin tercümanları, tevhîdinin direkleridir… Öyle ki Şiîler, Ehl-i Beyt’in emir ve yasaklarının Allah’ın emir ve yasakları olduğuna ve aynı şekilde onlara itaat ve isyanın da Allah’a itaat ve isyan olduğuna inanırlar. O halde onlara teslîmiyet göstermek, emirlerine boyun eğmek ve sözlerine tutunmak vâciptir. Kesin ve kat’î deliller Ehl-i Beyt’e mürâcaatın vacip olduğunu ve Hazret-i Peygamber’den(sallallâhu teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem) sonra Allah’ın indirdiği hükümler husûsunda asıl mercînin onlar olduğunu bildirir.”

Bu sözler herhangi bir yorum yapmaya ihtiyaç bırakmayacak kadar açıktır. Şiîler, Hazret-i Akîl, Hazret-i Câfer ve Hazret-i Abbâs’ın aileleri, Hazret-i Peygamber’in hanımları ve Hazret-i Fâtıma dışındaki kızları, Hazret-i Ali’nin Hazret-i Fâtıma dışındaki hanımlarından nesli, Hazret-i Fâtıma’nın Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin dışındaki nesli, Hazret-i Hasan’ın bütün nesli, Hazret-i Hüseyin’in Ali Zeynelâbidîn dışındaki nesli ve uzayıp giden bu listenin hiçbir ferdini Ehl-i Beyt’ten saymamışlardır.

İşte Şiîlere göre Ehl-i Beyt’in hakikati budur. Onların taksimleri işte böyledir ve insafsızca bir taksimden başka bir şey değildir. Buna dair ne Kur’an’dan ne de Sünnet’ten hiç bir delilleri yoktur. Bilakis Kitap ve Sünnet’in ikisi de Ehl-i Beyt’in bütün Haşim oğullarını veya onlarla birlikte bütün Abdulmuttalip oğullarını kapsadığını söyler. Sadece örtüyle örtme hadislerini bile göz önüne aldığımızda bunların çoğunun sadece Hazret-i Ali, Hazret-i Fâtıma, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin’i zikrederken bazı rivayetlerin, başkalarını da içine aldığını görürüz. Bu rivayetlerin hiçbirinde örtünün altındakilerin soyundan gelecek olanların Ehl-i Beyt’ten olduklarını gösteren tek bir delil bile yoktur. Örtünün altındakilerin nesillerinin, Ehli beyt tabiri altına girmesini ifade eden delil, bütün Haşim oğulları ve Muttalip oğullarının Ehl-i Beyt’ten olduğunu gösteren üç hadis ile bu mânâdaki başka rivayetlerdir. Fakat Ehl-i Beyt’i sadece Fâtıma ve on iki imama has kılan bir delil yoktur.

Üçüncü Mesele:

Müslim’in iki ağır emaneti anlatan hadisinde Ehl-i Beyt’e ittiba etmeyi emreden herhangi bir şey yoktur. Hadiste sadece Allah’ın kitabına ittiba etmeyi ve Ehl-i Beyt’in haklarına riayet etmeyi bildiren bir vasiyet vardır. İbn-i Teymiye şöyle demektedir:

“Hadiste yalnızca Allah’ın kitabına dair bir vasiyet vardır ki o da zaten daha önce veda haccında vasiyet edilmişti. Bununla birlikte Hazret-i Peygamber’in yakın akrabalarına/ıtrete ittiba etmeyi emretmiyor. Sadece “Ehl-i Beyt’im hakkında size Allah’ı hatırlatırım!” buyuruyor ki ümmete Ehl-i Beyt hakkında bir hatırlatma yapılması onların haklarına riayet edilip kendilerine zulmedilmemesi gibi zaten daha önce emredilmiş olan hususları hatırlamayı gerektirir. Nitekim bunlar Gadîr-i Hum’dan önce de beyân edilmişti. Bundan anlaşılıyor ki o sırada Gadîr-i Hum’da ne Hazret-i Ali ne de başkası hakkında, ne imâmet ne de başka bir hususta şer’î bir hüküm nâzil olmadı.”

Ayrıca İbn-i Teymiye şunları ifade etmektedir: “Bu hadisi şu ziyadeyle Tirmizî de rivayet etmiştir: “Bu iki şey kıyamet günü Havz-ı Kevser başında gelinceye kadar asla birbirinden ayrılmayacaklardır.” Birçok hadis hâfızı bu ziyâde hakkında eleştiride bulunmuş ve bu kısmın hadisten olmadığını söylemiştir. Bu ziyâdenin sahîh olduğunu düşünenler ise, Hazret-i Peygamber’in Haşim oğullarından yakın akrabalarının/ıtretinin hepsinin birden sapıklık üzerine birleşmeyeceklerine delil olduğunu belirtmişlerdir. Ehl-i Sünnetten de bu görüşte olanlar vardır. Bu görüş, ayrıca Ebû Yaʻlâ ve başkalarının meseleye verdiği cevaplardandır.” (Minhâcu’s-Sunne – 4/85)

Dördüncü Mesele:

Tirmizî’nin bu iki hadisinde geçen ve Hazret-iPeygamber’in (sallallâhu teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem)kendilerine sarılıp tutunmamızı vasiyet ettiği Ehl-i Beyt ile kastedilen kimseler bu mübârek nesilden gelen tek tek her bir fert değildir. Çünkü aralarında âlim ve salih kimseler olduğu gibi câhil ve başka türlü olanlar da vardır. Durum böyle iken Hazret-i Peygamber (sallallâhu teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem) nasıl olur da câhillerin peşinden gitmeyi veya sâlih olmayanlara tutunmamızı vasiyet eder?

Öyleyse burada Ehl-i Beyt ile kastedilen kimseler Hazret-i Peygamber’in sîretini iyiden iyiye bilen, onun yolundan giderek getirdiği hüküm ve hikmetleri tanımakla sünnetine sımsıkı sarılan Ehl-i Beyt’in âlimleridir. Böylece bu hadisten maksat Hazret-i Peygamber’in (sallallâhu teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem) sünnetine sarılmayı vasiyet etmek olur. Bu sebeple Zeyd b. Erkam’ın hadisinde Hazret-i Peygamber birinci ağır emanet olan Kur’ân’ın yanında Ehl-i Beyt’i ikinci ağır emanet kılmıştır.(Not: Üstad Bediüzzaman da buna işaret sadedinde; “Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı: Sünnet-i Seniyesidir. (Lem’alar s: 21 ) der.

İnceleyin:  Kur'anda Hitap Şekilleri

Hâsılı, bu hadiste Kur’ân-ı Kerîmin yanındaEhl-i Beyt’in zikredilmesi Hazret-i Peygamber’in (sallallâhu teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem)şu sözünde sünnetinin yanında Râşid Halîfeler’in sünnetinin zikredilmesine benzer: “Benim sünnetime ve râşid halîfelerin sünnetine sarılın.” Çünkü râşid halîfeler zaten sünnetinden başka bir şeyle amel etmemişlerdir. O halde onların eklenmesi ya sünnetle amel etmelerinden veya hükümleri ondan almalarından dolayıdır. Aliyyu’l-Kârî, Mişkât’ın şerhinde (5/600) şöyle demektedir: “Öyleyse Hazret-i Peygamber’in (sallallâhu teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem) Ehl-i Beyt’ine tutunmayı emreden hadisten maksat onun sünnetine tutunmayı emretmek olur. Bu durumda hadisin Tirmizî kanalından gelen rivayetiyle İmam Malik kanalından “Size onlara sarıldığınız sürece asla sapıklığa düşmeyeceğiniz iki şey bırakıyorum: Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün sünneti” şeklinde gelen rivayeti de örtüşmüş olur.”

Tirmizî’nin hadisinde Ehl-i Beyt’in özellikle zikredilmesindeki hikmet ise Allahu âlem Ehl-i Beyt’in(ev ahâlisinin) genel itibarıyla evin sahip ve reisini daha iyi tanıyıp ahval ve vaziyetini daha iyi biliyor olmalarıdır. Ayrıca bu durum Hazret-i Peygamber’in (sallallâhu teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem)sünnetini bilip onunla amel etmenin onun pâk ıtreti/yakın akrabaları arasında devam edip hiç kesilmeyeceğine, kıyamet gününe kadar onlardan bir tâifenin haktan ve sünnetin yolundan ayrılmayacağına ve ıtretinin/yakın akrabalarının hepsinin birden sapıklıkta birleşmeyeceklerine de işaret etmektedir. En doğrusunu Allah bilir.

Beşinci Mesele:

Şiîler, Ehl-i Beyt’i yukarıda zikrettiğimiz kişilerle sınırlandırmakla kalmamış, aynı zamanda “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden ancak kiri uzaklaştırmayı ve sizi tertemiz yapmayı diler”(el-Ahzâb/33)ayetini, tıpkı Hazret-i Peygamber’in (sallallahu teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem) mâsum oluşu gibi, Ehl-i Beyt’in mâsum oluşunun delili saymıştır. Onlar bu ayette geçen ليذهب(uzaklaştırmak) kelimesini يريد(diler) fiilinin mef’ûl bihi (nesne)’si olarak kabul edip; الرجس(kir) kelimesini de ’emirleri terkedip haramları işlemek sebebiyle insanı kirleten günahlar’ şeklinde yorumlamakla bu sonuça varmışlardır.

Hâlbuki bu ayette, iddia ettikleri şeye dâir herhangi bir delil olmadığı gibi; öncesi-sonrası ve bağlamı içerisinde değerlendirildiği takdirde, bizzat bu ayetin, Ehl-i Beyt diye isimlendirdiği kişilerin mâsum olmadıklarına delil olduğu görülür. Zira söz konusu ayet, Efendimizin (sallallahu teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem) zevcelerine emir ve yasakları, vaazu nasihatleri bildiren ayetler bağlamında gelmiştir. Ayeti bağlamından koparmak ise câiz değildir.

Bu ayetleri okuyan herhangi biri, ayetlerin birbirine bağlı olduklarını görecektir. Hiç kimse söz konusu ayeti bağlamından kopuk düşünerek değerlendiremez. Ayetin mânâsı ise (öncesi ve sonrasındaki ayetleri de göz önüne alarak) şu şekildedir:”Ey Peygamber hanımları! Allah, sizden kiri uzaklaştırmak ve siz Ehl-i Beyt’i tertemiz yapmak için sizlere Allah ve Rasûlü’nü istemeyi, açık seçik bir hayâsızlıkla gelmemeyi, Allah’a ve Rasûlü’ne boyun eğerek takva ehli olmayı, salih ameller işlemeyi, yabancı erkeklerle yumuşak ve edâlı bir tarzda konuşmamayı, güzel ve dosdoğru söz söylemeyi, evlerinizde sükûnetle oturarak açılıp saçılmamayı, namazı dosdoğru kılıp zekâtı vermeyi, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etmeyi tavsiye etmektedir. Allah faydasız bir şeyi size yüklüyor da sizi bununla imtihan ediyor değildir. Aksine bunlar son derece sizin yararınızadır.”

Söz konusu ayetler, Ehl-i Beyt diye isimlendirdiği kişilerin mâsum olmadıklarına birçok yönden delâlet eder:

1-Bu ayetler, Efendimizin (sallallahu teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem) hanımları hakkında vârid olmuştur. Ne Sünnîlerden ne de Şiîlerden onların mâsum olduğunu söyleyen çıkmamıştır. Hattâ Şiîler Efendimizin hanımlarını çok ağır şeylerle suçlamaktadırlar.

2-Önce ve sonrasında gelen ayetler, Ehl-i Beyt diye adlandırılanların günah işleyebileceğini göstermektedir. Çünkü o ayetlerde, emirleri dinleyip yasaklardan kaçınmaları durumunda mükâfat vaad edilmiş; buna riayet etmedikleri takdirde ise ceza ve azap ile tehdit edilmişlerdir. Ayrıca emirleri dinleyip yasaklardan kaçınmaları şiddetle tavsiye edilmiştir. Vaad, tehdid ve tavsiyeye muhâtap olmaları da emir ve yasaklara uymamalarının ihtimal dâhilinde olduğunu ifade eder.

3-Ayetin mânâsı: “Bildirmiş olduğu şu emir ve yasaklara uymanız şartıyla, Allah siz Ehl-i Beyt’i kirden uzaklaştırıp tertemiz yapmayı istiyor” şeklindedir. Yâni ayet şart anlamı taşımaktadır. Bu şartın gerçekleşmesi ise kesin değil, aksine muhatapların tercihine, hür irâdelerine kalmıştır. Dolayısıyla şartın yerine getirilmesi de ihtimâl dâhilindedir.

4-‘إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ'(Allah ancak… diler)ayetinde geçen ‘irade’ fiili iki anlama gelebilir. Bunlardan birincisi ‘dilemek’tir. Buna göre Allah’ın murâdı olan ‘kirden uzaklaştırma ve temizleme’nin gerçekleşmesi, emir ve yasaklara uyulması şartına bağlı olmuş olur. Bu şart yerine getirildiği takdirde ‘kirden uzaklaştırma ve temizleme’ de gerçekleşecektir. Fakat bu şartın gerçekleşmesi kesin olmadığı için meşrûtun yani kirden uzaklaştırma ve temizlemenin gerçekleşmesi de kesin değildir.Ayetteki ‘irade’ fiili sevmek anlamına da gelebilir. Buna göre ise Allah Teâlâ’nın sevdiği ve râzı olduğu her birşeyin gerçekleşmesi gerekmez. Nitekim Allah kâfirlerin iman; âsilerin tövbe etmesini sever,lâkin her kâfir iman; her âsi de tövbe etmez.

İnceleyin:  Görmediğime inanmam diyenlere cevap!

5-Ayet Ehl-i Beyt’in mâsum olmadığının delilidir. Şöyle ki; temiz (mâsum) olan biri hakkında ‘onu temizlemek istiyorum’ denmez. Çünkü bu var olanı var etmeye çalışmak (hâsılı tahsîl) olur ki, imkânsızdır. Ayette faraza mâsumluk kastedilecek olsaydı; ‘Allah sizi kirden uzaklaştırmış ve tertemiz kılmıştır’ denilirdi.«إنَّ اللًّهَأَذْهَبَ عَنْكُمْ الرِّجْسَ وَطَهَّرَكُمْ تَطْهِيرًا»

6-Eğer bu ayet Ehl-i Beyt’in mâsum oluşunu ifâde etseydi, Mâide Sûresi’nin altıncı ayetindeki “Fakat o sizi tertemiz kılmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz”وَلَكِنْيُرِيدُ لِيُطَهِّرَكُمْ وَلِيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ ”ibâresinin de, muhâtapları olan Bedir ehlinin mâsum oluşunu ifade etmesi gerekirdi. Oysa Bedir ehlinin mâsum olduğunu kimse söylememiştir.

Altıncı Mesele:

Şiâ, Efendimizden (sallallahu teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem) sonra hak olan imamların on iki tane olduğunu inanç esaslarından biri hâline getirmiştir. Bu görüşün temeli imâmet konusundaki inançlarına dayanır. Onlara göre imâmet Efendimizden (sallallahu teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem) sonra Hazret-i Ali’nin hakkıdır. Nasıl ki nübüvveti Allah Teâlâ Hazret-i Muhammed(sallallahu teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem) için seçmişse, imâmeti de Allah Teâlâ’nın Hazret-i Ali için seçmiş olduğu ilâhî bir makamdır. Hazret-i Peygamber de (sallallahu teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem) kendisinden sonra imâmetin Hazret-i Ali’ye ait olduğunu bildirmiştir. Aynı şekilde Hazret-i Ali’den oğlu Hazret-i Hasan’a; ondan da kardeşi Hazret-i Hüseyin’e ve bu şekilde on ikinci imam Mehdi el-Muntazr’a kadar imâmet devredile gelmiştir. Şiâon iki imamın imâmetine delil olarak, Buhâri, Müslim, Ebu Dâvud ve daha başkaları tarafından rivayet edilen, sıhhatinde ittifak edilmiş şu hadisi öne sürmektedir: “Ümmetin ittifak ettiği on iki halife size hükümet ettiği sürece, bu din gâlip olmaya devam edecektir.”Bu Ebu Devud’un metnidir.«لا يزال هذا الدين قائما حتى يكون عليكم اثنا عشر خليفة، كلهم تجتمع عليه الأمة»Ebu Dâvud’unkinden başka rivayetlerde ‘benden sonra’يكون بعدي)) ibâresi de mevcuttur. Buhâri rivayetinde ise ‘halîfe’ yerine ’emir’ kelimesi geçmektedir. Süfyan b. Uyeyne kanalından gelen rivayet ise şu şekildedir: “On iki kişi insanları yönettiği sürece onların işleri yolunda olur.”‘لا يزال أمر الناس ماضيا ما وليهم اثنا عشر رجلا'(Bkz, Fethu’l-Bârî, 13/182)

Bu delillendirme ise birçok bakımdan geçersizdir:

1-Hadiste geçen “aleykum” (عليكم) kelimesi ümmete liderlik ve hükümet etme anlamlarını gerektirmektedir. Hâlbuki Hazret-i Ali ve Hazret-i Hasan’dan başka (radiyallahu anhuma) bu zatlardan ümmetin başına geçen olmamıştır.

2-Halife, kendisinden öncekinin yerine geçen kişiye denir. Hadisteki bağlam, hadisteki halifelik(kendisinden öncekinin yerine geçme): yönetme, ümmetin başına geçme konusunda olduğunu ifade ediyor. Nitekim Buhârî rivayetinde ‘halife’ yerine ’emir’ (yönetici) kelimesi gelmiştir. Yine Süfyan b. Uyeyne kanalıyla gelen rivayet”On iki kişi insanları yönettiği sürece onların işleri yolunda olur”‘ وليهم اثنا عشر رجلا’şeklindedir. Bu iki rivayet, ‘yönetici'(أمير) ve ‘idâre etme'(ولي) kelimelerini ihtivâ ettikleri için hadisten maksadın ne olduğunu daha açık bir sûrette ifâde etmektedir. Ne var ki; ilk ikisi dışında on iki imamdan ümmetin başına geçip de idâreyi ele alan olmamıştır.

3-Ümmet, yöneticiliği hususunda on iki imamın birinde bile görüş birliğine varmış değildir. Yaklaşık olarak (o zamanki) ümmetin yarısı Hazret-i Ali ve Hazret-i Hasan’ı lider olarak kabul etmişti. Rivayetlerin çoğunda ‘ümmetin ittifak ettiği’ كلهم تجتمع عليهاالأمة” ziyâdesi mevcut değilse de; İbn-i Hacer’in Fethu’l-Bârî’de belirttiği üzere bu, sahih bir ziyâdedir.

4-Serdab denen yerde bulunduğunu iddia ettikleri ve beklenen Mehdî olarak kıyamete yakın ortaya çıkacağına inandıkları on ikinci imam Muhammed b. Hasan el-Askerî adındaki kişi aslında bir hayal ürünüdür. Tarihen sabittir ki on birinci imam Hasan el-Askerî, ardında bir evlat bırakmadan vefat etmiş; bu sebeple mirasını kardeşi Câfer almıştır. Taberî, İbn-i Hazm ve İbn-i Hallikan gibi tarihçiler bunu dile getirenler arasındadır.

5-Hadisteki geçen on iki halifenin bu on iki imam olduğu iddiası arzu ve varsayımdan başkası değil, ispat edecek bir delil veya bir emare yoktur. Bilakis hadisin değişik rivayetlerinin lafızlarının çoğu bu iddiayı reddetmektedir.

Özet olarak diyebiliriz ki bahsi geçen hadisin mânâsı ve lafızlarının çoğu bu tarz bir delillendirmeyi çürütmektedir.

Muhammed Salih Ekinci

Yusuf Aslan

Tarih talebesi ve ilme pek meraklı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir