Sünnetsiz Hocaların Ego ile İmtihanı

 

umit-im-ek Sünnetsiz Hocaların Ego ile İmtihanıKur’ân’a dayandığını ileri sürerek ortaya çıkan hocalar arasındaki kıyasıya ekran savaşları, bizi bir gerçekle karşı karşıya bıraktı:

İnsanlara doğru yolu göstermek için indirilmiş bulunan kitabı en büyük ihtilâfların kaynağı haline getirmiş bulunuyoruz!

Bunu nasıl başarıyoruz? Kur’ân’a yöneldikçe birbirimize daha da yaklaşmamız gerekirken, nasıl oluyor da birbirinden bu kadar uzak inançların peşine takılıyoruz?

Bu sorunun cevabı, daha önceden temas ettiğimiz, ancak tafsilâtını başka zamana bıraktığımız bir noktada yatıyor.

O yazıda da kısaca temas ettiğimiz gibi, aslında bizim yaklaştığımızı zannettiğimiz şey Kur’ân’ın kendisi değil, bizim kendi âlemimizde Kur’ân olarak algıladığımız şeydir. Farklı mizaçlar, farklı altyapılar, farklı bilgiler, farklı duygular ise, hiç şüphesiz, farklı algılamalara yol açacaktır. Eğer bu farklılıklar Kur’ân’ın da kabul ettiği bir genel çerçeve içinde yer alır ve farklı içtihadlardan biri seviyesinde kalırsa, bu bizim için bir zenginlik olur. Ne yazık ki, bugünkü manzarada, âhenk içinde barınan içtihadlar değil, Kur’ân’ı kalkan yaparak birbiriyle kıyasıya çarpışan ihtilâflar görülüyor. Burada bir hakemliğe her zamankinden fazla ihtiyaç vardır.

***

Bir hakeme ihtiyacımız olduğu ne kadar kesin ise, hakem aramaya ihtiyacımız olmadığı da o kadar kesindir. Çünkü aramızda başgösterecek ihtilâfları çözüme kavuşturmakla görevli hakemin kimliği, yine Kur’ân tarafından, üstelik vurgulu ifadelerle bize tebliğ edilmiştir:

Hayır! Rabbine and olsun ki, onlar aralarında başgösteren ihtilâflar için senin hükmüne başvurup, sonra da senin vermiş olduğun hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisâ, 4:65.)

Gerçi böyle bir âyet olmasaydı da, Peygambere Kur’ân’ı açıklama görevi veren âyetler[1] ve Allah ile beraber Peygambere itaati kesin bir dille emreden pek çok âyet,[2] bizi doğrudan doğruya Sünnete havale etmek için fazlasıyla yeterdi. Fakat Kur’ân’ı indiren bununla yetinmemiş, üst üste güçlü vurgularla Sünneti bütün ihtilâflarımızın çözüm mercii olarak hayatımızın merkezine yerleştiren bu âyeti de indirmiştir. “Kur’ân bize yeter” diyenler, eğer bu iddialarında samimî iseler, Kur’ân’a döndüklerinde, onun kendilerini Sünnete yönlendirdiğini görecek ve bunu içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın kabul ederek Sünnete teslim olacaklardır.

İnceleyin:  Kuran-ı Kerimin Yeterliliği ve Sünnet Olmadan Din Olur Mu?

***

Bu söylediklerimiz teoride kaldığı müddetçe pek itirazla karşılaşmıyor. Fakat iş teoriyi hayata geçirmeye gelip dayanınca, Kur’ân’ın en açık emirlerinin, doğrudan doğruya değilse de, dayandığı direkler kemirilmek suretiyle devre dışı bırakıldığını görüyoruz.

Allah’ın Resulüne (s.a.v.) Kur’ân’ı açıklama ve hakemlik görevi verilmiş, fakat kıyamete kadar sürecek bir ömür verilmemiştir. Öyleyse bu görevlerini yaşayarak değil, kendisinden bize intikal eden ilim mirasıyla yerine getirecektir. Bu mirasın adına “Hadis” dendiğini hepimiz biliyoruz. Fakat Kur’ân’ın pek çok âyetinde “hikmet” olarak nitelediği Hadisi, şimdiye kadar hiçbir İslâm âliminin aklından bile geçmeyen bir şekilde, bütünüyle “zan” olarak ilân eder ve şüphe altında bırakırsanız, Kur’ân’ı açıklayan ve ümmetinin bütün ihtilâflarında hakemlik yapan bir Peygamberi kim nerede bulacak ve kendisine başvuracaktır?

Ne hazindir ki, bazı hocalarımız, Hadis’e olan güveni sarsacak şekilde insanlara şok vermeyi irşad görevlerinin en zevkli parçası telâkki ediyorlar. Bir kısım televizyon programları sistemli bir şekilde Hadis’in altını boşaltırken, bazı İlâhiyat Fakültelerinde öğrenciler daha ilk derslerden itibaren Buharî’de “uydurma” hadis avlamayı öğreniyorlar! İlâhiyat tahsilinin başlangıcında iken en büyük Hadis imamlarının görmediği şeyi yakaladığını zanneden bir talebenin egosu, tabii ki, burada durmayacak ve bir müddet sonra Ümmî Peygamber sıfatına “cahil peygamber” anlamı yükleyip Peygamberine dinini öğretmeye kalkışacak kadar şişecektir. Birkaç derste (veya televizyon programında) Kur’ân ile Peygamber arasında hakemlik yapmayı öğrenmiş insanlar, kendi benliklerinin mahsulü olan o parlak fikirleri Peygamberinin hakemliğine sunmak tenezzülünde bulunur mu?

***

Hadisin hakemliğinden uzaklaşmanın insanı nerelere götürdüğüne dair son derece çarpıcı bir örneği, bu yakınlarda Allah’ın ilim sıfatıyla ilgili tartışmalarda yaşadık. Allah’ın geleceği bilemeyeceği iddiasında bulunan profesörümüz, âyetlere felsefe yaparak zorlama yorumlar getirmek için o kadar çabalayacağı yerde Peygamberinin açıklamalarına içtenlikle yönelseydi, kendisini böyle bir şaşkınlık içinde bulur muydu?

İnceleyin:  Müsteşrikler ve Hadis

Bu satırları yazarken, torunum Esmanur yanıma gelerek sallanan dişini gösterdi ve “Yeni dişimin ne zaman çıkacağını ancak Allah bilir, değil mi?” diye sordu. Bir ömür boyu süren İlâhiyat tahsilinden sonra insan hâlâ beş buçuk yaşındaki bir çocuğun irfan seviyesini yakalayamıyorsa, bu tahsilin adına cehl-i müktesep denmez de ne denir?

Bu konu maalesef burada bitmiyor. Nasipse daha devam edeceğiz.

[1] Nahl, 16:44, 64.

[2] Bkz. Âl-i İmrân, 3:32, 132; Nisâ, 4:59, 64; Mâide, 5:92; Enfâl, 8:1, 20, 46; Nur, 24:54, 56; Muhammed, 47:33; Hucurât, 49:14; Mücadele, 58:13; Haşir, 59:7; Tegabün, 64:12.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir