Sünnetin Anlamı ve Değeri

indir-5 Sünnetin Anlamı ve Değeri

Sünnet kelimesi, hem İslamiyet öncesi hem de sonrası Araplar arasında bilinen ve kullanılan bir kelimedir ve pek çok şey ifade eder. “Sözlükte; yol, hal, tavır, gidişat, çığır, hüküm gibi anlamlara gelir. Bir kimsenin -iyi veya kötü- alışkanlık haline getirdiği davranışlardır. Bir başka deyişle sünnet; takip edilmesi adet olan yol, gidişat demektir.” Bu kelimelerden anlaşıldığı kadarıyla sünnet sadece mevcut durumda geçerli olan, alışılmış yol ve yöntemlere değil, aynı zamanda ilk kez ihdas edilen ve sonra da herkes tarafından benimsenen alış­kanlıklara da işaret etmektedir. Kelimenin ihtiva ettiği anlam çerçevesinde orijinallik, süreklilik ve düzenlilik özellikleri bu­lunmaktadır. Nitekim bu özellikleri dolayısıyla Ömer Özsoy, sünneti; “orijinal, sürekli ve belli bir standarda oturmuş (iyi- kötü) davranış biçimi” olarak tanımlamıştır.

Sünnet kelimesi, hem iyi hem de kötü davranışları ya da adetleri ifade eden nötr bir kelimedir. Sosyolojide kurum kavramına çok benzemektedir. Kurum, sosyolojide gelenek­sel düşünme, hissetme ve yapma biçimlerini ya da kalıplarını ifade eder. Kurum, kendisiyle bir davranışın toplum tarafın­dan ölçüldüğü ve değerlendirildiği bir standarttır. Bir toplu­mun belirli bir alanda olumlu olarak değerlendirilen kuru­mu, sözgelimi evlilik kuralları, başka bir toplumda veya hatta bir başka toplumsal sınıfta olumsuz olarak değerlendirilebi­lir. Bu anlamda iyi ve kötü olması göreceli bir şeydir. Anlaşı­lan bu görecelilik, sünnet kelimesinde de bulunmaktadır.

İslam tarihinde sünnet kelimesi, kavramsallaştıktan sonra olumsuz davranış kalıplarını ifade etmek üzere kullanılmak­tan çıkmıştır. Olumsuz davranış kalıpları bid’at olarak ifadelendirilmiştir. Böylelikle sünnet olumlu davranış kalıplarını anlatırken, bunun karşıtı durumlar da bid’at (sapma) olarak adlandırılmaya başlanmıştır. Aslında “bid’at” kelimesi, nev- zuhur (türedi) durumları anlatmak üzere İslam öncesi dö­nemde Araplar tarafından da kullanılıyordu. Nitekim Arap- lar, Hz. Muhammed’in peygamberliğini ilan etmesinden sonra, onu kabullenmekte zorluk çekmişler ve ona “türedi” anlamına gelen bid’at ifadesini kullanmışlardır. Oysa daha sonraki dönemlerde bu kavram, İslam’a sonradan eklenen durumları ve Hz. Muhammed’in gittiği yola aykırı olan her şeyi ifade edecektir. Fakat bu gidişat olumlu yenilikleri de reddetmeye giden bir yolu açtığı için birçok kişiyi kaygılan­dırmış olacak ki, bid’atler olumlu (bid’at-ı hasene) ve olum­suz (bid’at-ı seyyie) olmak üzere iki kısma ayrılmıştır. Bu şekilde her yeni durum, bid’at diye reddedilmemiş ve top­lum tarafından kabul görmüştür. Fakat bu kapının açılması, tümden tehlikesiz bir durum değildir. Bu durumda olumlu bid’atlar zamanla elinin kendisinden sayılmaya başlanmış ve sünnetin kapsamı genişlemeye yüz tutmuştur. Bu olguya “kültürün dinselleşmesi” denebilir.

İslamiyet’te sünnet kelimesi, özel bir anlam kazanmış ve bu şekilde kavramsallaşmıştır. Buna göre sünnet, Hz. Pey­gambere ait sözlere ve fiillere verilen isimdir.” Oluş biçimine göre Hz. Peygamberin sözlerine kavlî sünnet, davranış ve uygulamalarına fiili sünnet, yanında yapıldığı halde yasakla­madığı ya da tavsiye ettiği şeylere de Hz. Peygamberin onay­ları (“takrirleri” veya “takrîrî sünnet”) denilmiştir. Sünnet, genellikle Hz. Muhammed’in yapıp etmelerini dile getirirken, hadis ise onun sözlerini ifade eder. Bu durumda hadis, sünne­tin bir parçası olarak da görülebilir ve kavli sünneti ifade eder.

Din açısından Hz. Muhammed’in yeri ve önemi Kuran’da birçok ifadede iyice açıklanmıştır. O, Müslümanlar ve insan­lık için bir örnektir (Ahzap, 33:21). Ona itaat etmek, Allah’a itaat etmek demektir (Nisa, 4:80). O neyi emrederse yerine getirilmesi, neyi yasakladıysa ondan sakınılması gerekir (Haşr, 59:7). Kısacası, Hz. Muhammed Kuran’ı yaşama ak­tarmak isteyenler için mükemmel bir örnektir; nitekim Hz. Âişe onun ahlâkını “Yaşayan Kur’an” olarak tanımlamıştır.

Kur’an, İslam’ın ne olduğunu teorik olarak ortaya koyar; hatta bunu somutlaştırmak üzere tarihten kıssalar ve pey­gamberlerin örnek tutum ve davranışlarını anlatır. Fakat bütün bunlar, ortada ve insanların içinde Kur’an’ı örnekle­yecek bir insan olmadığı sürece yetersiz görülür. Bu nedenle Hz. Peygamber ve onun yolu, yani sünnet; yaşayan bir Kur’an olarak işlev görmüş ve dolayısıyla İslam’ın pratiği olmuştur. Hz. Muhammed ve onun yaşamı, Kur’an’ın hem

İnceleyin:  Kur’an ve Fıkıh

sözel hem de uygulamalı bir pratiğidir. Nitekim İslam bilgin­lerinden İmam Şafii’ye göre, “Sünnet, Kur’an’ın açıklaması­dır”. Burada “açıklama/beyan” ifadesini hem sözlü hem de fiili olarak anlamakta fayda vardır. Çünkü Hz. Muhammed, hem Kur’an’ı tefsir etmiş, hem de şahsı ve hayatıyla somut bir örneklik ortaya koymuştur. O, Kur’an’ın “ilk müfessiri” ya da diğer bir deyişle “müfessirlerin müfessiri”dir.

Hz. Muhammed, ilk İslam toplumunda ve sonraki dönem­lerde öyle güçlü bir örnek ve rol-model oluşturmuştur ki, bu model- insanın dışına çıkan veya karşısında olan her durum, “bid’at” (sapma) olarak nitelenmiştir. O, her yönüyle örnek alınan bir insan olmuştur. Devlet adamları ve askerler, onun devlet adamlığını ve askeri yönünü, ulema ve feylesoflar onun ilmi ve hikemi yönünü, sıradan insanlar ise onun gerçek hayatla iç içe oluşunu ve her türlü günlük faaliyet içindeki örnek davranışlarını esas almışlardır. Bu açıdan o, Kuran’ı farklı alanlarda ve cephelerde insanlara yansıtan ve yaşatan pratik bir model oluşturmuştur. Denilebilir ki Hz. Muhammed önderliğindeki ilk İslam toplumu, onun karizmatik kişiliğinde erimiş ve yücelmiş örnek bir İslam toplumudur. Toplum onunla özdeşleşmiş ve onun rengine bürünmüştür. Bu ba­kımdan onun topluma etkisi derin ve kuşatıcı olmuştur. Hz. Muhammed ve onun arkadaşları ise, sonraki Müslüman toplumlarda, belki de giderek azalan bir ölçüde ama güçlü bir örnek olmaya devam etmişler ve böylece günümüze kadar süren bir toplumsal etki yaratmışlardır.

Hala çağdaş Müslüman toplumlarda, Hz. Muhammed ör­nek gösterilen bir insan olmaya devam etse de, zaman içinde onun kişiliğinin etkisi kadar onun sünnetinin algılanma biçim­leri ile Sünnet-Kuran ilişkisi ilk günkü berraklığından çok şey kaybetmiştir. Sözgelimi günümüz Türkiye toplumunda “sün­net” denilince akla birkaç şey gelmektedir: İlk olarak sünnet, halk arasında namaz veya sakal gibi birkaç şekli konuda Hz. Peygamberdin yaptıklarından ibarettir. İkinci olarak sünnet kelimesi, erkek çocukların sünnetini ve sünnet düğününü çağrıştırmaktadır. Üçüncü olarak ise sünnet, “Ehl-i sünnet ve’l-cemaat” kavramıyla birlikte, Şii ya da Alevi olmamak anlamında Sünni olmayı ifade etmektedir. Bu son anlamında sünnet veya Sünnilik, bir kimlik ifadesidir. Bir yere veya ce­maate ait olmayı bildirmekten fazla bir anlam ifade etmez. Dolayısıyla zaman içerisinde ve günümüzdeki kullanımında sünnetin bir anlam daralmasına uğradığı söylenebilir.

Günümüzde sünnetin bu anlam daralması ve sünnetin Kur’an ile ilişkisinin koparılmasına yönelik itirazlar, sünnetin yeniden tanımlamasına yönelik çağrıyı da gündeme taşımak­tadır. Bu çağrıya göre geleneksel sünnet tanımlarında göz ardı edilen şey, “Kur’an ile Sünnet’in iç içe olduğu, daha doğrusu Sünnetin merkezinde/çekirdeğinde Kur’anin yer aldığı ve Kur’an tarafından yönlendirilen bir davranış biçimi, hayat tarzı, dünya görüşü olduğudur. Diğer bir deyişle Sün­net, kendisinin çekirdeğini oluşturan Kuranin -teorik ve pratik açıklama suretiyle- yaşayan hayata bir açılımıdır.”7 Geleneksel sünnet tanımına yönelik bu eleştiri önemli ol­makla birlikte, sünnetin bir başka yüzünü gizlediği için ye­tersiz kalmaktadır. O da sünnetin -ister tarihsel olarak algı­lanmasından doğan sorunlar isterse de gerçek konumundan kaynaklanan nedenlerle- Kur’an karşısında tarihsel ve zannî oluşu gerçeğidir. Bu gerçeği Şatibi açıkça beyan etmiştir: “Kitap kati, sünnet ise zannîdir. Sünnette katilik ancak, kısmen söz konusu olabilir; tafsilatta katilikten söz edile­mez. Kitap ise hem genel hem de tafsil üzere katidir. Kati olan, zannî üzerine takdim olunacağından, Kitabin sünnet üzerine takdimi lazım gelir” Bu gerçek böyle olmasına rağmen zamanla “tarihsel, toplumsal, kültürel ve siyasal koşulların zorlamasıyla- Kur’an geri plana atılmakla kal­mamış, Sünnet onunla eşdeğer kabul edilmiş ve Kur’an’ın bîr zamandaki tefsiri tüm zamanlar için geçerli sayılmıştır. Bu­rada göz ardı edilen nokta, tefsir faaliyetinde Kitap kadar Kitab’ın içinde tefsir edildiği zamanın koşullarının (yani bağ­lamın) dikkate alınmamasıdır. Bu gerçek göz ardı edildiği sürece Sünnet’in doğru bir kavranışından söz edilemez.

Metni toplumsal bağlamından koparmak ve tarihsizleş- tirmek sık sık karşımıza çıkan bir alışkanlık olduğu için sün­neti de Kur’an’ın saf bir yorumu olarak görmek geleneksel sünnet algısının temelini teşkil etmektedir. Oysa bu bakış, Kuran-Sünnet ilişkisinin sadece bir yüzünü resmetmektedir. Haşan Hanefi’nin de belirttiği gibi Kur’an’ın inişi demek olan “nüzûl” nasıl yukarıdan aşağıya bir hareket anlamına geli­yorsa, ayetlerin geliş gerekçesi olan “sebep” de aşağıdan yukarıya hareket (ya da “çıkış”) anlamına gelmektedir. Bu çifte hareket aynen Kur’an ve Sünnet ilişkisi için de geçerli görülmelidir. Sünnet, bir taraftan Kur’an’ın yukarıdan aşağı­ya doğru işleyen ikinci bir açılımı (beyan) iken, diğer taraftan da aşağıdan yukarıya doğru işleyen toplumsal olguların bir çıkışıdır. Bu çıkış esnasında olay ya da olgular kümesi, sün­netin şekillenmesine yol açmaktadır. Olaylar ve olgular kü­mesi, tarihsel ve kültürel olduğuna göre sünnet de zorunlu olarak tarihsel ve zannî bir kategori olmak zorundadır.

İnceleyin:  Sünnetin Kuran-ı Kerim'i Beyanı

Bu bağlamda sünnetin “hikmet” kavramıyla ilişkisine de­ğinmeden geçmek doğru olmayacaktır. Kur’an’da Hz. Pey- gamber’e “Kitap ve hikmet”in (Bakara, 2:151) verildiği bildi­rilmektedir. Kitaptan kastın ne olduğu açıktır, ama hikmetin olduğu pek o kadar açık değildir. Hikmet, söz ve eylem ince ve derin kavrayış, doğru düşünmek vs. anlamlara gel­mektedir. Hikmetle kastedilen şey, ne Hz. Peygambere yazılı olmayan bir vahyin verilmesi ne de “bâtınî” bir bilgi ve hakikatin verilmiş olması değildir. Hikmet, isabetli hüküm verme işlemidir. Bu anlamı taşıdığı başka ayetlerde açıklan­mıştır. Sözgelimi şu ayetlerde bu açıkça görülmektedir: “Hâ­lâ Kur’an’ı düşünüp anlamaya çalışmıyorlar mı? Eğer o, Al­lah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı. Kendilerine güvenlik (barış) veya korku (savaş) ile ilgili bir haber geldiğinde onu yayarlar. Hâl­buki onu peygambere ve içlerinden yetki sahibi kimselere götürselerdi, elbette bunlardan, onu değerlendirip sonuç (hüküm) çıkarabilecek nitelikte olanları onu anlayıp bilirler­di. Allah’ın size lütfü ve merhameti olmasaydı, pek azınız hariç, muhakkak şeytana uyardınız”(Nisa, 4:82-83). İsabetli hüküm, Kitabi ifadelerin hakkıyla kavranıp hayatın gerçekle­rine tercüme edilmesidir. Hz. Peygamber bu noktada en iyi hüküm vericidir. O, Kitab’ın idealleri ile hayatın gerçekleri arasında en isabetli hükmü vermektedir. Sünnet, bu hüküm­lerin toplamıdır. Fakat burada sorulması gereken soru şu­dur: Hayatın gerçeklerinin değişime açık olduğu dikkate alınırsa bu durumda sürekli bir şekilde değişen hayatta isa­betli hükümlerin de yeniden verilmesi gerekmez mi?

Bütün bu söylediklerimiz ışığında sünnetin sosyolojik te­meli (ontolojik boyut) ya da zannîliği (epistemolojik boyut) meselesini iki düzlemde inceleyebiliriz: İlk olarak sünnetin şekillenmesinde hangi tarihsel ve toplumsal koşulların rol oynadığı sorusu doğrudan bir inceleme konusu yapılabilir. Böyle bir analiz yapılırken, bir yandan sünnetin içeriği diğer yandan da sünnetin sosyolojik zemini, tarihsel, sosyolojik ve açıklığa kavuşturulmak zorunda­dır. Bu tür bir analiz bize sünnetin içeriği ile Arap toplumunun tarihsel ve kültürel şartlarının nasıl kesiştiğini göstere­cektir. Başka bir deyişle bu kesişme, sünnetin tarihsel ve toplumsal belirlenmişlik düzeyini ortaya çıkaracaktır. Sözge­limi bu düzlemde bazı Arap ve İslam ülkelerinde birkısım Müslümanlarca sürdürülegelen “elle yemek yemeyi” veya “misvakla diş temizlemeyi” “sünnet” olarak nitelendirmeleri pekâlâ açıklanabilir bir durumdur. Hz. Peygamber yanında bu şekilde yemek yenildiğinde o, buna itiraz etmemiş ve bizzat kendisi de elle yemek yiyerek, bunu fiiliyle onaylamış­tır. Bu nedenle olsa ki, bugün bazı Müslüman milletler veya gruplar bu tarz bir yemek yemeyi ısrarla “sünnet* diye de­vam ettirmek istemektedir. Oysa burada yaşanan olay, “ma­ruf* bir durum ya da Arap örfünün “takrir” yoluyla sünnete transfer edilmiş olmasıdır. Bilindiği üzere “örf”, Kur*an’ın da ilke ve kurallarıyla çelişmeyen ve toplum tarafından doğru ve güzel olarak kabul edilen bir alışkanlıktır. Bu yolla pek çok Arap örfünün, sünnete girerek Müslüman toplumlar arasın­da genelleştiği ve zamana karşı dayanıklı bir hale geldiği söylenebilir. Fakat bu durum, söz konusu örflerin tarihsel ve kültürel bir olgu olduğu gerçeğini değiştirmez.

 

Mustafa Tekin,Sünnet Sosyolojisi

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir