Şer-i Hükümler Akli Hükümlere Ters Değildir

 

489_280_799b58c9-ser-i-hukum Şer-i Hükümler Akli Hükümlere Ters DeğildirŞâtibî şöyle der: Şer’î deliller, âklî hükümlere ters düşmez. Bunun delil­leri vardır:

Üçüncü Mesele:

Şerî deliller, aklî prensiplere ters düşmez.

Delilleri:

 

1-Eğer şer’î deliller aklî prensiplere ters düşseydi, o zaman onlar ne şer’î bir hüküm için ne de başka birşey için insan­lar hakkında delil olamazlardı. Halbuki, onlar sağduyu sa­hiplerinin görüşbirliği ile delil olmaktadır. Bu da onların, aklî prensipler doğrultusunda gelmiş olduklarını gösterir.

Şöyle ki: Deliller, sadece mükelleflerin akıllarınca kabul edilsinler diye getirilmişlerdir. Böylece onların gerekleriyle amel edecekler ve yükümlülük getiren hükümler altına gi­receklerdir. Eğer bıi deliller aklî prensiplere ters düşecek ol­saydı, o zaman akıl, gerekleri ile amel etme bir yana onları kabul dahi etmezdi. Onların böyle bir durumda delil olama­yacaklarının mânâsı işte budur. Bu konuda, ilâhî (metafizik) hükümlerle, yükümlülük getiren hükümler hakkında getiri­len deliller arasında bir ayırım yoktur.

2-Eğer deliller, aklî prensiplere ters düşseydi, o zaman onların gereği ile yükümlü tutmak, takat üstü yükümlülük olurdu. Çünkü böyle bir durumda mükellef, aklının almadığı, bir türlü tasdik edemediği, hatta aksini düşünüp inandığı şeyi tasdik etme ile yükümlü tutuluyor olacaktır. [1] Durum böyle olunca da, aklın o şeyi tasdik etmesi zorunlu olarak imkân­sız hale gelecektir. Bu durumda biz   tasdiki imkânsız olan yükümlülüğün bulunduğunu kabul etmiş oluruz. Bu da ta­kat üstü yükümlülük demektir. Böyle bir yükümlülük ise, —usûl kitaplarında belirtildiği üzere— bâtıldır.

3-Yükümlülüğün dayanağı akıldır. Bu tam ve kesin olan istikra ile sabit bir sonuç olmaktadır. Bunun sonucunda akıl ortadan kalktığı zaman yükümlülük de tümden ortadan kalkmakta ve ondan mahrum olan kimseler başıboş bırakıl­mış sorumsuz hayvan yerine konmaktadır. Mükellefin so­rumlu tutulabilmesi için aklın deliller sayesinde tasdike ulaşabilmesi gerekecektir. Eğer deliller, aklî prensipler doğrultusunda gelmeseydi, o zaman akıllı kişinin  hükümlerle yükümlülük altına sokulması, bunak, çocuk ve uyku halinde bulunan kimsenin o hükümlerle sorumlu tutulmasından da­ha zor olacaktı. Çünkü bu sayılan kimselerin delilleri sına­yarak tasdik ya da inkara gitmelerini sağlayacak akılları yoktur. Akıllı kimse ise böyle değildir; ona aklının kabul et­mediği şeyi götürmek mümkün değildir. [2]Bu nokta gözönünde tutulduğunda sözü edilen kimselerden yükümlülüğün düşmesi, aynı şekilde akıllı kimselerden de düşmesini gerektirecektir. Bu ise,.şer’îatın konuluş amacına ters düşer; dolayısıyla böyle bir sonucu doğuracak şey bâtıl olur.

4-Eğer şer’î deliller aklî prensiplere ters düşseydi, o zaman kâfirler şer’îatı reddetmek için herşeyden önce bizzat şer’î delilleri malzeme olarak kullanırlardı. Çünkü onlar, Hz. Peygamber’in getirmiş oldduğu şer’îatı red konu­sunda son derece hırslı idiler. Hatta bu uğurda hem Hz. Peygamber hem de getirdiği şer’îat hakkında ifti­ralara kadar gidiyorlardı: Hz. Peygamber hakkın­da bazen sihirbaz, bazen  divane diyorlar, bazen de onu ya­lancı sayıyorlardı. Kur’ân için de, o sihirdir, şiirdir, düzme­cedir, onu mutlaka bir insan öğretmiştir, öncekilerin mitolo­jileri gibi sıfatları yakıştırıyorlardı. Şerî deliller hakikaten akla ters düşseydi bunlara hiç gerek kalmaz ve onların yeri­ne (Bu makul değil’ veya ‘Bu akıl ve mantığa ters’ ya da ben­zeri şekilde itirazlarda bulunurlardı. Böyle bir itirazda bu­lundukları sabit olmadığına göre, bu onların şer’îatın muh­tevasını kavradıkları ve onların aklî prensipler doğrultusun­da cereyan etmekte olduğunu anladıklarını gösterir. Ancak onlar, buna rağmen olanlar oluncaya kadar ona uymamişlarsa bu, akıllarına yatmadığı için değil, başka durumlardan dolayı olmuştur ve onlardan hiçbiri böyle bir iddia ile orta­ya çıkmamıştır. Dolayısıyla bu durum, şer’î delillerin aklî esaslar doğrultusunda yürüdüğünün kesin bir delilidir.

5-İstikra: Serî delillerin aklî prensipler doğrultusunda cereyan ettiğini, üstün akıllarının onu tasdikte [3] bulunduğunu; gö­nüllü ya da gönülsüz [4] ona boyun eğdiğini [5] istikra da orta­ya koymuştur. Hal böyle iken, inatçı yobazların ya da bilenin bilmemezlikten gelmesinin bir önemi yoktur ve onlar dikkate alınacak değillerdir. Delillerin aklî prensiplerin ge­reği doğrultusunda cereyan ettiğinin anlamı budur. Çünkü akıllar, onlar üzerinde hüküm verme konumundadırlar; ne onları güzel/iyi ne de çirkin/kötü kılma durumunda değiller­dir. Bu nokta Makâsıd bölümünde genişçe ele alınmıştı. [6]

 

İtiraz: Bu iddia yerinde değildir ve  aksi görüşü destekleyecek deliller vardır:

1-Kur’ân’da asla anlamı anlaşılamayan unsurlar vardır: Me­selâ sûre başlarında bulunan harfler gibi. Öbür taraftan âlimler şöyle derler: “Kur’ân’da çoğunluk (cumhur) insan­ların anlayabilecekleri şeyler yanında, sadece Arapların anlayabileceği şeyler de vardır. Keza şer’îatta sadece din âlimlerinin anlayabileceği şeyler vardır. Allah’tan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceği şeyler [7] vardır” Şimdi bu kıs­mın   aklî prensipler doğrultusunda cereyan ettiğini söyle­mek nasıl mümkün olacaktır?

2-Kur’ân’da müteşabihât dediğimiz bazı unsurlar vardır ki, bunları çoğu insan bilemez; hatta Allah’tan başka kimse bi­lemez. Meselâ furû konularıyla ilgili müteşabihât ile usûl konularıyla ilgili olan müteşâbihâtta olduğu gibi. Bunların müteşâbih olmaları, sadece akıllara karışık gelmeleri ve ne mânâya geldiklerinin akıllarca tamamen anlaşılamaması ya da çok az kimselerce anlaşılır olması sebebiyledir. Her­kes ya da büyük çoğunluk bunları anlayamamaktadır. Bu durumda mutlak olarak şer’î delillerin aklın kavrayabilece­ği şekilde geldiklerini söylemek nasıl doğru olabilir.?

3-Şeri deliller içerisinde öyleleri vardırki, akıllar onlar üzerin­de ihtilafa düşmüş ve sonuçta insanlar fırkalara, hiziplere bölünmüşler; her grup kendi düşüncesinin haklı olduğunu savunmuş ve ona büyük bir coşku ile bağlanmıştır. Bunun sonucunda da her grup kendi akıl ve mezhepleri ölçüsünde birşeyler söylemişlerdir. Bunlardan bir kısmı tamamen ar­zu ve heveslerinin peşine düşmüş ve sonuçta bu durum on­ları helake itmiştir. Meselâ, Necran hıristiyanları teslis [8]inançları konusunda Kur’ân’da ‘işledik’, ‘hükmettik’ ve ‘yarattık’ gibi çoğul kipi ile gelen ifa­delere yapışmışlardır. Daha sonra kendilerinin müslüman olduğunu söyleyen buna rağmen şer’îatta çelişki ve tutarsız­lıklar olduğunu ileri süren bazı kimseler gelmiştir. Sonra da, Hz. Peygamber’in hadislerinde bahsettikleri fırkalar ortaya çıkmıştır. Bütün bunlar, aklın hata etmesine sebep olan hitap şeklinden (şer’î deliller) meydana gel­mektedir. Nitekim gerçek böyledir. Eğer deliller akılların kavrayabileceği doğrultuda sevkedilmiş olsalardı, normal olarak bu ihtilafların olmaması gerekirdi. İhtilaflar bulun­duğuna göre onlar, —bir yönden de olsa— aklî esas-ların dı­şına çıkmaktadır, sonucuna ulaşılacağı anlaşılacaktır.

İnceleyin:  Bir Hikaye

 

Cevap: Önce birinci itiraz noktasını ele alalım: Sûre başlarında bulunan ayrı ayrı okunan harflerin (hurûfu mukâtaa) yorumu hak­kında âlimlerden çeşitli görüşler nakledilmiştir. [9] Bu farklı görüş­ler, onların âlimlerce bilinebileceği esasına dayanmaktadır. Biz on­ların, âlimlerin asla bilemeyeceği hususlardan olduğunu söylesek bile, onlar hiçbir şekilde (kalbî ya da bedenî) yükümlülük getiren türden hitaplardan değildir. Böyle olunca da onların herhangi bir fiil hakkında delil olmadıkları anlaşılır. Konumuz ise bu değildir. Bir an için onların delil oldukları kabul edilse bile, şer’îatta olup da Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği şeyler çok nadirdir. Nadir hakkında ise ayrıca hükümde bulunulmaz ve dolayısıyla bu yüz­den hakkında istidlalde bulunulan küllî esas ihlâl görmez. Çünkü o takdirde bunlar (sûre başlarındaki harfler vb.) aklın anlamaya yol bulamayacağı şeylerden olacak, dolayısıyla sözünü ettiğimiz kı­sımla ilgili olmayacaktır. Bizim burada konu ettiğimiz husus, akıl­ca kavranılabilen, ancak aklî prensiplere ters olduğu görülen kısım­dır. Sûre başlarında bulunan harfler ise bu kısım dışında kalır. Çünkü biz kesin olarak inanıyoruz ki, eğer onların anlamları açık­lanmış olsaydı mutlaka aklî prensipler doğrultusunda açıklık ka­zanacaktı. Varılmak istenen sonuç da budur.

İkinci [10] itiraz konusuna gelince, müteşâbihât konusu, —her ne kadar bazı kimseler öyle düşünse bile— aklî prensiplere ters düşen hususlardan değildir. Çünkü böyle bir yanlış düşünce, doğru bir zemin üzerine oturtulma sonucunda değil, arzu ve heveslere uy­ma yüzünden ortaya çıkmaktadır.

Nitekim Yüce Allah: “Kalplerin­de eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre (keyfi) yorum yapmak için onların müteşâbih olanlarına uyarlar’ [11] âyetinde buna işaret buyurmuştur. Eğer onlar doğru bir zemin üzerine oturtma yolunu seçselerdi, yorum (tevil) makul ve aklî prensiplere uygun bir sonuca ulaşırdı. Müteşâbihât konusunun, Allah’tan baş­ka kimse tarafından bilinemeyeceği kabul edilecek olursa, o zaman aklın onlara ulaşamaması; onların aklî prensiplere ters düşer olma­sından değil, daha başka bir durumdan dolayı olacaktır. Bu, tek bir cümle için olabileceği gibi, birçok cümle içeren söz ve çeşitli du­rumlarla ilgili haberler için de geçerli olabilir. Yeterince araştırma yapmayan kimse bu durumda onların aklî prensiplerle uyuşmadığı vehmine kapılabilir. Acem tabiatlı [12] konu hakkında kendisini bil­gin zanneden cahiller de aynı hatayı yaparlar. îşte bu yüzdendir ki, Necran hristiyanları Kur’ân’da Allah için kullanılan çoğul kiplerine sarılarak teslis inancını savunmuşlar, mülhidler Kur’ân ve Sün­nette akıl ve mantıkla bağdaşmayan hususların ve tutarsızlıkların olduğu iddiasında bulunmuşlardır. Onlar arzu ve heveslerine uy­mak yanında hikmet-i teşri konusundaki cahillikleri ile birlikte, kendilerine izin verilmeyen zamanda ve mekânda onların içerisine dalmışlar ve bunun sonucunda da yollarını şaşırmışlardır. Çünkü Kur’ân ve Sünnet Arapçadır. Bu itibarla onlar üzerinde inceleme yapacak kimselerin mutlaka Arap olması [13] gerekecektir.

Nitekim onların maksatlarını kavrayamamış kimselerin de, şer’î maksatlar­dan dem vurmaları doğru değildir. Çünkü, bu gibi konular bilinme­den onlar üzerinde inceleme yapmak doğru ve mümkün değildir. Eğer kişi, gerek dil ve gerekse şer’î maksatlar bakımından ehil olursa, o zaman şer’îatta herhangi bir çıkmaz olmadığını, onun akılla bağdaşmayan unsurlar içermediğini görecektir.

Konuya açıklık getirmesi bakımından bir örnek vermek istiyo­ruz: Nâfı b. el-Ezrak, İbn Abbas’a şöyle sorar:

“Ben, Kur’ân’da bana ters gelen bazı hususlar görüyorum: Meselâ bir yerde “O gün aralarındaki soy yakınlığı fayda ver­mez [14] denilirken, başka bir yerde “Birbirlerine dönüp hal hatır sorarlar [15]deniliyor. Bir yerde “Ve Allah’tan bir söz gizleyemezler [16]    denilirken, bir başka yerde “Sonra: ‘Rabbimiz! Allah’a and olsun ki bizler puta tapanlar (müşik) değildik’ demekten başka çare bulamazlar” [17] deniliyor ve bu âyette gizledikleri belirtiliyor. “Al­lah onu bina edip yükseltmiş ve ona şekil vermiştir. Gecesini ka­ranlık yapmış, gündüzünü aydınlatmıştır. Ardından yeri düzenle­miştir” [18] âyetinde göğün yaratılışının yerden önce olduğu belirti­lirken “Siz yeri iki günde yaratanı mı inkar ediyor ve O’na eşler ko­şuyorsunuz. … Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi…” [19] âyetinde de yerin yaratılışının göğün yaratılışından daha önce ol­duğu belirtiliyor. Sonra çeşitli âyetlerde gibi ifadeler [20] var. Sanki evvelce öyle idi de sonra bu özellik kalktı gibi intiba vermekte.”

İbn Abbas ona şöyle cevap verdi: “Aralarında soy yakınlığının fayda vermemesi sura ilk üflenişi (kıyametin kopuşu) anındadır. O zaman sura üflendiğinde gökte ve yerde her kim varsa —Allah’ın diledikleri hariç— hepsi baygın düşecektir. Sonra âhiret suru üfle­necek ve o zaman da akrabalar “Birbirlerine dönüp hal hatır sora­caklardır [21] “Ve Allah’tan bir söz gizleyemezler” âyeti ile Allah’a and olsun ki bizler puta tapanlar (müşrik) değildik” âyeti ise şöyle: Yüce Allah ihlas sahibi kullarını affedecek ve onların günahlarını bağışlayacaktır. O zaman müşrikler “Allah’a and olsun ki, bizler puta tapanlar (müşrik) değildik” diyecekler. Allah onların ağızları­nı mühürleyecek, onların elleri konuşacaktır. O zaman anlaşılacak ki, Allah’tan hiçbir söz gizlenemez. İşte o anda küfreden ve Rasûle isyan edenler yerle bir olmayı [22] ne kadar da isteyeceklerdir. Gök­lerin ve yerin yaratılışına gelince, Allah önce yeri iki günde yarattı, sonra göğü yarattı ve ona yöneldi; onları iki ayrı günde düzene  koydu. Sonra da yeri düzene koydu yani ondan su ve otlak çıkardı, dağları, tepeleri ve onda bulunan diğer şeyleri ayrı iki günde ya­rattı. Böylece yeri ve yerde olanları dört günde, gökleri de iki gün­de yaratmış oldu. Bazı âyetlerde  buyrulmuş ve Yüce Allah kendisini bu gibi sıfatlarla nitelemiştir. Bu tür ifadeler (Allah için söz konusu edildiğinde —Al­lah zamandan münezzeh olduğu için— geçmiş zaman mânâsı orta­dan kalkar ve) O’nun her zaman için öyle olduğu anlamını taşır. Çünkü Allah’ın irade buyurduğu her şey mutlaka yerini bulur. Bu durumda sen, Kur’ân’da bir tutarsızlık bulamazsın; çünkü onun hepsi de Allah katındandır”

İnceleyin:  Bid'atlerin Kötülenmesi ve Bid'atçilerin Kötü Akıbetleri

İbn Abbas’m cevabı böyle. O bu cevabıyla, eğer her şey yerli yerine konulacak olursa, Kur’ân’ın tamamının makul olacağını ve asla tutarsızlık içermeyeceğini göstermiş oluyordu. Dini lekelemek ve onda kusur bulmak isteyen kimselerin zikrettikleri, keza ilim talipleri hakkında problem olarak gözüken diğer konularda da du­rum aynıdır. Bu gibi konularda, ancak ilimde derinleşen insanlar (rüsûh sahipleri) başarı elde edebilirler. “Eğer o Allah’tan başka­sından gelseydi, onda çok aykırılıklar bulurlardı” [23]İctihad bölü­münde —Allah’a hamd olsun!— bu konuda yeterli bilgi bulunmak­tadır. Kur’ân ve Sünnette çelişki ve tutarsızlık bulunmadığına dair bir çok âlim eser yazmıştır. Bu konuda daha çok bilgi ve derinleş­mek isteyen, susuzluğunu gidermek isteyen o tür eserlere bakmalıdır. [24] [25]

————————

 

[1] Bu, ilâhî ve itikadı hükümlerin delilleri konusunda açıktır. Amelî hüküm­lere gelince, bunlardan maksat tasdik değil, sadece fiilin işlenmesidir. Ge­lecek diğer izah şekillerinde durum birincideki gibi olabilir ve onlarda, da ıtikâdî hükümlerle, amelî hükümlerin delilleri arasında bu açıdan- bir fark bulunmaz.

[2] Çünkü böyle bir durumda, akıllı kimsede, getirilen yükümlülüğe zıd düşen ve onu engelleyen akıl bulunmaktadır. Çünkü getirilen delil akıl ile çatış­mada ve akıl onun zıddınm makûl olduğunu düşünmektedir. Meselâ deli ise böyle değildir. Onun getirilen hükmün ne lehinde ne de aksi istikame­tinde düşünme gibi bir durumu yoktur. Onun için denilebilecek şey, sadece onun o yükümlülük için hazır olmadığıdır.   Akıllı kimse ise, o şeyin zıddı için kendisini kabule hazır görmektedir. Birşeye ulaşmak için vasıtası  olmayan kimse ile, o şeyin zıddına ulaştıracak vasıta içerisinde olan kimse arasında fark vardır. O şeyden ikincinin uzaklığı daha fazla ve güçlü ola­caktır.

[3] Yani itikadı konularda,

[4] Yani deliller karşısında bir süre inat ettikten sonra veya inat etmeden he­men.

[5] Yani amelî konularda. Bu ayırım ehl-i sünnete göredir. Mutezileye göre ise.

her iki durum da (yani tasdik ve itaat) açıkça cereyan eder. Çünkü akıl, bu delillerin gereğinin güzelliğini tasdik eder. Öyle ki, deliller, aklın idrak et­miş olduğu güzelliğe uygun olur.

Ehl-i sünnete göre, akılların boyun eğmesi amelî konuların delilleri hakkın­da da geçerli olabilir; şu mânâda ki akıllar şer’îatın bidüziyelik arzedecek şekilde sadece kulların dünyevî ve uhrevî maslahatlarım temin etmek için geldiğini genel olarak kavrayabilir; özel hükümde bulunan husûsî masla­hatı kavrayıp kavrayamaması ise Önemli değildir. İşte bu, aklın boyun eğ­mesinin mânâsı olur.

[6] Şâri’in, şer’îatı anlaşılır olsun için koyması bahsinde.

[7] Sûre başlarındaki harfler   de bunlardandır. Burada sözü edilen müteşâ-bihâttan farklıdır. Çünkü müteşabihât   bir bakıma kavranabilir, ancak netliğe ulaşılamaz. Burada sözü edilen kısım ise asla mânâsı kavranama-yacak şeylerdir. Böylece bir sonra sözü edilecek kısım ile aralarında fark olduğu anlaşılmalıdır.

[8] Hıristiyanlıkta Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlüsünden oluşan inanç sistemi. (Ç)

[9] Yani bu haliyle onlar, anlamı akılla anlaşılabilen kısımdan olmaktadır.

[10] Üçüncü   itiraz noktasının cevabı ile birleştirilmiştir. Çünkü her iki itiraz noktasının esası aşağı yukarı aynıdır.

[11] Âl-i İmrân 3/7.

[12] Necran hıristiyanları aslen Arap oldukları için müellif böyle bir kayıt getir­miştir. Onlar aslen Arap olmakla birlikte komşuları olan Acemlerin ifade tarzlarının etkisinde kalarak ‘Biz yarattık’ … gibi ifadelerden ne kastedil­diğini anlayamamışlar ve  tazim için olan bu ifadeyi gerçek anlamda çok­luk için sanmışlardır.

[13] Arap diline vakıf olması denilse idi daha isabetli olurdu.

[14] Mü’minûn 23/101.

[15] Sâffât 37/27.

[16] Nisa 4/42.

[17] En’âm 6/24.

[18] Naziât 79/28-30.

[19] Fussılet 41/9-11.

[20] Lafzı tercümesiyle “Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametli idi…” anla­mında. (Ç)

[21] Sâffât 37/27.

[22] Nisa 4/42.

[23] Nisa 4/82.

[24] Meselâ bkz. İbn Kuteybe, Te’vîlu müşkili’l-Kur’ân, Beyrut 1981 ; İbn Ku-teybe, Te’vîlu muhtelefı’l-hadîs, Beyrut 1985. (Ç)

[25] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/22-29

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir